Wikipedia

Arama sonuçları

31 Aralık 2015 Perşembe

Hoşçakal 2015


Herkes 2016'ya odaklanmış durumda. Seni düşünen çok az. Kimi bir an önce senden kurtulmak için, kimi hayallerine hemen kavuşmak için garip bir telaş içinde senin bir üst modelini bekliyor.

Bu saçma telaşın arasında ben ise seninle vedalaşmak istedim. Ülkem için olmasa da benim için çok kötü olmayan, iyi bir seneydin neticede. Hakkını yiyemem canım benim. Birlikte bol bol gezdik, yeni insanlar tanıdık, hayatıma kattığın çok fazla tecrübe çok fazla değerler oldu. Tüm bunlar için sana teşekkür ederim.

İlkokul kompozisyonlarında eski yılın yaşlanmış bir dede, yeni yılın ise yeni doğmuş bir bebek gibi gösterildiği resimlerden mi kaynaklanıyor bilemiyorum ama nedense çocukluğumdan beri eski yılla aramda duygusal bir bağ oluyor benim böyle. Eski yılın o elden ayaktan düşmüş, perişan bir halde bastonuyla bize el sallarken temsil edildiği o yaratıcı(!) resimlere bakarken içime garip bir hüzün çöküyordu işte böyle.

Yo yo! Kendini böyle elden ayaktan düşmüş, bir kenara itilmiş muhtaç bir yaşlı gibi hissetme sakın. Bir sene önce elma yanaklı olan yeni doğmuş bir bebeğin, bir sene sonra böyle bastonlu ak sakallı dedeye dönüşmesi pek mantıklı değil zaten biliyorsun. Sadece biz insanlar biraz böyleyiz işte; biraz fazla hızlı tüketiyoruz her şeyi ve biraz fazla çabuk bıkıyoruz her şeyden. Sen üstüne alınma. Bak şimdi 2016'ya yeni doğmuş bebek muamelesi yapıp; "ay maaşallah kuzuma" şeklinde sevgi gösterileri yapılıyor ya, bak buraya yazıyorum: 1 sene sonra ona da aynısını yapacaklar. Seneye birlikte okuruz, görürsün.

Neyse canım, artık vedalaşma vakti geldi sanırım. Şimdi içeri gidip mandalina, portakal soyup, çerez çitleyip kanaldan kanala zaplayıp 2016'yı karşılamam gerek. E geliyor sonuçta karşılamamak olmaz.

Söz veriyorum seni unutmayacağım. Gider ayak bize son bir kıyak yapıp bembeyaz bir yılbaşı bıraktın ya, şu ahir ömrümüzde torunlarımıza anlatacağımız karlı bir yılbaşı gecemiz oldu nihayet. İşte sırf bu yüzden unutulmayacak bir yıl oldun bence sen.

Hoşçakal 2015

30 Aralık 2015 Çarşamba

Cyrano De Bergerac


İstibdat Kumpanyası adlı oyunu izlediğimden beri görmek istediğim bir oyundu Cyrano De Bergerac.

Eserin konusu dramatik; hayranlık uyandıracak şekilde kılıç kullanan ve inanılmaz bir şairliğe sahip Cyrano haddinden fazla büyük burnu olduğu için kendini çirkin bulmakta ve aşık olduğu kuzeni Roxane'a bu yüzden bir türlü açılamamaktadır. Açılmak bir yana dursun, Roxane'ın Cyrano'nun bölüğünde genç ve yakışıklı Christian'a aşık olduğunu da öğrenince aşkından vazgeçip onları kavuşturmaya çalışıyor üstelik bu güzel yürekli kahramanımız,

17. yüzyıl Fransa'da yaşamış şair ve silahşör Cyrano de Bergerac'ın hayatından esinlenen bu oyun anlayacağınız üzere, aşkı, kahramanlığı ve gururu anlatıyor.

Edmond Rostant'ın eserini Sabri Esat Siyavuşgil dilimize çevirmiş ve bunu öyle güzel yapmış ki; Cyrano'nun oyun sırasında yaptığı bazı tiratların orjinalinden bile daha güzel olduğu söylenmekte.

Buna rağmen oyundan çok etkilendim diyemem. Bazı detaylar beni rahatsız etti çünkü. Ses, görüntü ve sahnedeki kalabalığın nerede ne zaman duracağını bilemez halleri de bu detayların arasında. Ama.....

Bu "ama"dan sonraki noktaları, oyunda Cyrano karakterini canlandıran ve bu sene tesadüf olarak sahnede 2 kere seyretme şansını yakaladığım Yiğit Sertdemir ile doldurmak istiyorum. Çünkü seyirciye bu oyunu sonuna kadar izletme başarısını Yiğit Sertdemir'in muhteşem oyunculuğu sağlıyor ve bence sadece bu güzel oyunculuğu izlemek için bile gidilir bu oyuna. Bunun dışında güzel olan bir diğer şey de müziklerdi. Evet, onlar da oyuna renk katmıştı. Kostümler ve makyaj da güzeldi aslında ama ışık yetersiz olduğu için fazla muhteşem durmuyorlardı.

Diğer oyunculuklar için ise çok kötü denemez ama ortalamanın altında kalıyorlardı diyebilirim. Tamam, belki Yiğit Sertdemir'in muhteşem performansı yüzünden ben öyle hissetmiş de olabilirim. Ama özellikle Roxane rolü için Ayşecan Tatari'den başka isimler düşünülebilirdi. Şehir Tiyatroları'nda bu rolün hakkını verecek çok başarılı ve güzel kadın oyuncular var biliyorum çünkü.

Neyse, kaba taslak oyun hakkındaki izlenimlerim böyle işte. He bir de küçük bir not düşmek isterim; ben Ümraniye Sahnesi'nde izledim bu oyunu. Bir daha adım atmak istemeyeceğim bir yerdi. Yerin bana çok uzak olması, sahnenin ışık ve ses düzeninin kötü olması, gelen seyircilerin çoğunun oyunla ilgilenmeyip telefonlarının ışıklarıyla sinirleri tavana zıplatmalarını mı anlatsam size bilemedim. Ümraniye Sahnesi denilen yerin aslında bir spor salonu olmasından hiç bahsetmiyorum bile.

Sanırım seyircilerin tavırları da ortama göre değişiyor. Yani güzel tarihi bir tiyatro binasında insanlar böyle davranmaya cesaret edemezdi herhalde. Buna da şükür tabi ki ama yine de insan düşünmeden edemiyor; her bir tarafından vinçler yükselen, şantiyeyi andıran güzel şehrimde birkaç inşaatcık da tiyatrolar için yapılsa, bizler de AVM'ler ve spor salonlarına hapsedilmiş muhteşem eserleri hakkını vererek ve büyülenerek daha güzel yerlerde izleyebilsek güzel olmaz mıydı?

Not: Fotolar İbb.gov.tr'den alınmıştır.






17 Aralık 2015 Perşembe

Bloglayarak Zengin Olmak

Üzgünüm ki, zannettiğiniz gibi size " bloglarımız sayesinde kısa yoldan köşeyi nasıl döneriz?" "nasıl hem sevdiğimiz işi yapıp hem para kazanırız?" gibi hepimizin ağzını sulandıran soruların cevabını veremeyeceğim.(Baştan söyleyim dedim)

Gerçekten bloglarımızdan para kazanarak voleyi vurmak mümkün mü? İnanın bilmiyorum. Belki evet, belki hayır bu sorunun cevabı ama inanın benim için hiçbir önemi yok. Çünkü ben inanmıyorum hem gerçekten sevdiğim işi yapıp hem para kazanabileceğime. Yani işin içine para kazanma fikri girince insan hafiften kasmaya başlıyor ve dünyadaki en değerli şeyini yani özgürlüğünü kaybetmiş gibi hissediyor. Bu durumda da parasız severek yaptığın iş para için zorla yaptığın işe dönüşüyor.

İlk bloglamaya başladığım zamanlarda "yazarak para kazanmanın püf noktaları" türünden yazılara bazı bloglarda rastlar okurdum. Ama bugüne kadar bu konuda beni ikna eden bir yazı okumadım. Zaten bir süredir de okumayı bıraktım öyle yazıları. Gülüp geçiyorum sadece. Bana göre işler değil çünkü bunlar. Şu dünyada sadece kendim için yaptığım ve en zevk aldığım şey buraya yazı yazmaktır benim. Bunu da ticarete çevirirsem gönlümün istediği gibi yazamaz olurum sanırım. Öyle davranamasam da yazmaktan zevk alamam ki ben.
Yine de bir kere tanıtım yazısı yayınlamışlığım vardır bu blogda ve aslında bunu para kazanmak için değil de benimle irtibata geçip beni farkettikleri için bir hevesle yapmıştım. Hatta onların hazır formatta hazırlanmış yazılarını reddederek kendim özenerek hazırlamıştım tanıtım yazsını, hakkını tam vereyim diye. Ama sonra düşündüm ki evet bu yazıyı zevkle hazırladım ve blogda yayınladım ama bunu iş haline getirirsem zamanla bu iş ve blog bana bugünkü kadar zevk vermez, yazmak görev, blogum da bir ticarethane gibi gelir bana. Ayrıca belli kalıplara uyarak yazı hazırlamak insanın özgürlüğünü elinden alacaktır  ve bu da insanı asla mutlu etmez.

Siz şimdi başlığı ve yazdıklarımı görünce hayâl kırıklığına uğramış olabilirsiniz, (üzgünüm yine köşeyi dönemedik) ama aslında düşünürseniz ve gerçekten yazmaya gönül verdiyseniz size kaybetmemeniz gereken zenginlikten bahsettiğimi anlarsınız. Çünkü bizim için en büyük zenginlik hiçbir kaygı duymadan özgürce yazabilmektir ve hayattaki en büyük mutluluklardan biri de böylesine özgür hissedebilmektir. Herkese iyi bloglamalar (özgürce)...

15 Aralık 2015 Salı

Kış Kâbusu


Hiç bana öyle "ama sahlep var, boza var, sıcak çikolata var, battaniye var" falan demeyin, kandıramazsınız beni. Hiçbir kuvvet benim kışa olan duygularımı değiştiremez.

Oldum olası bir husumet vardı kışla aramızda. Küçükken, sobalı olan evimizde başlamıştı sanırım bu husumet. Sobanın uzak olduğu odaya gitmek zorunda kaldığımda tavana çıkardı kışa olan nefretim. Okula gitmek için uyandığım karanlık sabahlarda sıcacık yatağımdan kalkıp buz gibi odanın içinde kol bastı hareketleriyle giyinmeye çalışırken de, okula gidip gelirken ellerimin, oramın buramın donduğunu hissettiğimde de az kulağını çınlatmazdım hani.

Çoğu insan bu olumsuzlukları hatırlamak yerine sobanın etrafında yapılan sıcak sohbetleri, kestaneleri, portakal kabuklarını falan hatırlar ama nasıl bir tramva geçirdiysem artık kışa dair ben de bu nefret anlarını hatırlıyorum hep.

Yaz ne kadar mavi ve yeşilse kış da bir o kadar siyah ve griydi. Yaz ne kadar aydınlık, ışıltılı ve sıcaksa kış da bir o kadar karanlık ve soğuktu (ki hâlâ öyledir) benim için 

Hâl böyleyken de bir anlam veremem "kış" için böyle güzellemeler yapanlara. Maalesef onlar gibi "kış" deyince sahlep, boza, battaniye, kitap, sıcak bir pencere önünden elinde fincanla şehri seyretmek gibi şeyler gelmiyor benim aklıma. Kış deyince, karanlık sabahları, koyu bir gökyüzünü, çamuru, soğuğu, can sıkıntısını, üşüyen, depresyona giren ya da burnunu çeken sümüklü insanları anımsıyorum daha çok.

Her şeyi bir kenara koyun, kışın kaç kere gözünüzü açtığınızda yüzünüze vuran güneşin mutluluğuyla uyanabiliyorsunuz? İşte ben en çok bu yüzden sevmiyorum kışı. Karanlık sabahlar karşılıyor beni. Oysa yaz öyle mi ya! Pırıl pırıl güneşle yanağımıza bir öpücük kondurur adeta sabahları. Kuşlar neşeli şarkılarla eşlik eder onun bu anaç uyandırışına üstelik. Böyle güzel uyanmak varken güne, kasvetli sabahlara uyandığım bir mevsimi nasıl severim ki ben?

Çalışmak zorunda olmadığım, boğaza bakan, sıcacık bir evde camın önünde sıcak çikolata içerken şehri seyredecek bir hayata sahip olmak bile kışa bakış açımı değiştiremez herhalde.

Çok sıkılıdım, anladığınız üzere. Yaz gelsin, maviye ve yeşile doyalım yine...









30 Kasım 2015 Pazartesi

Edebiyat Mutluluktur

Zülfü Livaneli, daha önce hiç okumadığım bir yazardı. Bu yazarla tanışmak için "Mutluluk" ya da "Leyla'nın Evi" romanlarını seçecektim aslında. Ama yazarın kitaplarını incelerken karşıma, bu güzel kapağa ve isme sahip kitabı çıkınca tercihimi bundan yana kullanmak istedim.

Bu tercihim tamamen ön seziydi. Kitap için yapılan yorumlar nasıldı? Çok satılmış mı satılmamış mı? Hiçbir fikrim yoktu. Sadece "Edebiyat Mutluluktur" cümlesi ve kapaktaki kanatlanan kitaptan beyaz güvercin yetmişti bana sanki.

İki gün önce okunmayı bekleyen kitaplarıma göz atarken tesadüfen elime aldım bu kitabı ve saatlerce bırakamdım elimden. Her bir satırında ilerlerken aklımda sürekli şu soru vardı "Neden daha önce okumamışım ben Zülfü Livaneli'yi?"

Bu kitapta yazar, hazinesinde edebiyata dair  ne varsa her şeyi sermiş ortaya ve edebiyatı o kadar güzel anlatmış ki; kurduğu her cümle benim gibi edebiyat delisi bir insan için altın değerinde.

Daha önce de söylemiştim, kitapların altını çizmek istemem pek ama bu kitabı okurken kalemi elimden bırakamadım. Altını çizdiğim, beynime kazımak istediğim ve dönüp dönüp tekrar okuduğum o kadar çok cümle var ki...

Yazarın Vatan Gazetesi'nde çıkan yazılarından derleyerek oluşturduğu bu kitap, gerçekten edebiyata gönül vermiş herkesin başucu kitabı yapabileceği bir eser bence. İyi ki almışım, iyi ki okumuşum dediğim kitapların en en en başında geliyor. Tanıştığıma çok memnun oldum Zülfü Livaneli.



24 Kasım 2015 Salı

Bu da Böyle Bir Anımdır

Bazı meslekler, hata ve özür kabul etmiyor. Bir şarkıcının şarkıyı yanlış okuması ya da ne bileyim bir futbolcunun kendi kalesine gol atması kimsenin hayatını etkilemez, pardon deyip geçilebilir hatalardır bu mesleklerdeki hatalar. Ama yanlış teşhis koyarak hastasının ölümüne sebep olan bir doktorun "pardon" demesi saçma olur değil mi?

Bana göre öğretmenlik de böyle bir meslek. Tamam "bugün 24 kasım, neşe doluyor insan, örtmenin canım benim canım benim" falan filan ama böyle de bir gerçek var. Eğitim ve öğretime gönül vermiş olanlar, bu mesleği severek yapanlar baş tacı onları ayrı bir yere koyuyorum ama sadece salla başı al maaşı şeklinde mesleğini icra edenler de bana göre yanlış teşhis yapan doktorla eşdeğerdir. Çünkü hayatlar bir nevi bu iki mesleğin avuçlarının arasında şekilleniyor.

Ben ilkokula gitme zamanım geldiğinde, okula başlayacağım için çok hevesliydim. Okumayı da yazmayı da okula başlamadan önce evde kendi kendime öğrenmiştim. "Oooo okumayı, yazmayı biliyorum zaten, kim bilir daha neler öğreneceğim?" diyerek bir hevesle gitmiştim ilk gün okula.

Kırtasiyeden mis gibi kokan yeni yeni defterler, kalemler, silgiler almıştık. Bir an önce bu güzel kokan varlıkları kullanmak, sayfalarca yazmak, yazmak istiyordum. Ama kendimi de frenlemek zorundaydım nedense. Diğer arkadaşlarıma ayıp olmasın, aralarından sivrilmeye çalışan şımarık bir çocuk gibi görünmemek için belli etmiyordum okuma yazma bildiğimi.

Zaten okuma yazma bildiğimi belli edebileceğim bir ortam da oluşmamıştı ilk günlerde. Çizgi çizip duruyorduk ilk zamanlar. Enine, boyuna, çapraz... "Ama ne zaman sayfalar dolusu böyle yazılar yazacağım ben ya!" diye kendi kendimi yiyordum. Benden yaşça büyük çocukların yazılarla dolu defterlerini gördükçe özeniyor, özendikçe kendi kendimi yiyordum. Annem de "dur evladım, acele etme, öğretmen de müfredatın dışına çıkamaz ki" diye beni dizginlemeye çalışıyordu. "MüRfedat ne demek anne?" diye sormuştum anneme, annem de çok güzel açıklayamamıştı ne demek olduğunu ama ben gıcık bir şey olduğunu anlamıştım.

Yine de her gün, yeni bir umutla okula gitmeye devam ediyordum. Çizgiler bitti, artık biz de yazı yazmaya geçeriz herhalde demiştim daire çizmeye başladığımız günün sabahında. Daha sonra üçgen, A, B, C derken o senenin yarısını o "müRfedat" diye bildiğim müfredat yüzünden böyle sıkıcı geçirmiştim.

Sonra bir gün -ne olduysa?- öğretmen beni yanına çağırmıştı ve işaret parmağıyla önündeki satırları göstererek; "oku şurayı" demişti. Ne yazdığını şimdi hatırlamıyorum ama okumuştum o satırları. Sonra başka sayfa çevirmişti; "şurada ne yazıyor" diye sormuştu, onu da okumuştum. "E sen okuyorsun yahu" diyerek şaşırmıştı. (Çok şükür farkına varabilmişti) "evet örtmenim" diyerek gururlu bir şekilde onaylamıştım onu. "Yarın anneni çağır" demişti. "Peki, örtmenim" diyerek arkadaşlarımın meraklı bakışları altında yerime geçmiştim.

Bir heves güle oynaya eve gidince "Anne, anne örrrttmen, seni çağırıyor" demiştim anneme. "Aaaa, niye kız?" diye şaşkınlıkla sormuştu annem. "Okuyabildiğimi görünce, şaşırdı. Herhalde seni tebrik edecek, madalya falan takacak" demiştim ben de.

Neyse, annem de böbürlene böbürlene bizim öğretmenin yanına gitmişti ertesi gün. Öğretmen, anneme "Oya ile Tekir" adlı hikaye kitabı serisinin pazarlamasını yapmış (müfredatta olmamasına rağmen) bir de 1 kilo kuru pasta istemiş (bunun da müfredatla bir ilgisi yoktu pek tabii). O zamanlar maddi durumumuz çok iyi değildi ama annem hem bana o seriyi almıştı hem de 1 kilo kuru pasta alıp okulda dağıtmamı söylemişti. Ben ise çocuk aklımla, aylarca beklediğim günün gelmesine hayal ettiğim gibi sevinemeden, başarımın çok da farkında olamadan anneme külfet olmuşum gibi garip bir suçluluk hissetmiştim.

Daha sonra öğretmen beni emir eri yapmıştı adeta, nerede ıvır zıvır angarya işler var bana yaptırıyordu. Çorabı kaçıyordu meselâ, bana para verip çorap almaya yolluyordu. Oğlu da abimin sınıfındaydı. Yine para veriyordu okulun karşısındaki büfeden tost yaptırtıyordu, tostu alıp beslenme saatinde onu oğluna götürmemi istiyordu. Okulun hademesi gibiydim. Hay o cümleleri okuduğum güne lanet olsundu. Okuldaki herkes beni tanıyordu. Bir yandan bu saçma popülerlik hoşuma da gidiyordu. Bazen sınıfta olduğum zamanlar (!) okumayı henüz sökememiş olan arkadaşlarımı çalıştırmamı istiyordu. Tabi sırtı ya da başı ağrımıyorsa. Çünkü öyle zamanlarda ona masaj yapıyordum. E ne yapalım? MüRfedat böyleydi demek ki!

İşte, ilkokulda ilk 3 senem böyle geçmişti. Sonra oturduğumuz semtten taşınacağımız için okulumu değiştirmek zorunda kalmıştık. Yine de çok üzülmüştüm. Çünkü öğretmenimi (e başka öğretmen görmemiştim) ve arkadaşlarımı çok seviyordum. Ama sanırım öğretmenim benden daha çok üzülmüştü bu duruma. Anneme "aaa, ben sağ kolumu kaybetmişim gibi hissediyorum şu anda" demiş. Bir daha da görüşmedik.

Sonraki ilkokul öğretmenim de ders verme takıntısı olan bir öğretmendi. Onunla olan maceralarımı da başka zaman anlatırım.

İlkokul hayatımı düşününce, kendimi yanlış teşhis konulmasına rağmen şans eseri hayatta kalan bir insan gibi hissediyorum. Ama neyse ki daha sonraki yıllarda beni masadan çekip kurtaran öğretmenlerim de oldu.

Doktorlarla öğretmenler arasında yaptığım bu benzetme belki çok abartılı gelebilir ama ikisi de geleceğe dair umut vermeyi başaran yegâne mesleklerdir.

Umutlarımızı her daim yeşil tutmayı başarabilen tüm öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun. İyi ki varsınız!



  

22 Kasım 2015 Pazar

English Diary (22.11.2015) "Learning English With Songs"


As you remember from my last english post, I had written about a few english songs I memorized. I'm still listening to them over and over again. I've also been learning new songs day by day. I would like to share them with you here, right now.

1- "We Are Young" - Fun : This is my favorite song, recently. I listen to it tirelessly over and over again. Actually, I've discovered this song through Pink. I'd got the chance to know Nate Ruess when I've listened to "just give me a reason". His voice was so impressive. So then, I've researched him and got to know his band "Fun" and their beautiful songs. So, I've listening to this song since I found it. The lyrics are so funny and witty. I love to sing it really loudly, especially the chorus, like this;

"Tooooonighhhhhtt
 Weee aree young
 So let's set the world on fireeee
 We can burn brighteeeeer
 than the suuuuuunnnn"

It is a lot of fun, like the band's name...

2- "English Man in NY" - Sting : This song is so cool and makes me feel realy different without any reason. I'm not English, I'm not in New York and I'm not a man but I feel like these. This is so interesting. I like this song but I don't know why. Who knows, maybe I relate to this song because I sometimes feel like an alien in my own country.

3- "I'm Not The Only One" - Sam Smith : Such a beautiful song in every way. Everything is awesome; the lyrics, the music, Sam Smith's voice... The song's clip is just impressive as itself. I feel like watching a beautiful romantic film when I saw the clip.

4- "Loving You" - Tammy Wynette : This song is my cousin's wife Esma's favorite song. She recommended this song to me and now I'm listening to it.  It is a very romantic song. Tammy Wynette is one of the greatest female country singers of all the time. She has beautiful, strong and clear voice.

5- "Yesterday" - The Beatles: My blogger friends Berkay and Yusuf recommended this band to me on my last english post. Listening to the Beatles's songs always works to improve english pronunciation. Because, their music is universal and the lyrics are simple easy to understand. So, I've chosen  to add this song to my music list. It is absolutely beautiful and perfect in every way, from the lyrics, vocals and instruments.

As is seen, I keep on learning english with songs. My english music list is building up day by day. I hope, I can go on like this.

See you on my next music list.







19 Kasım 2015 Perşembe

İstibdat Kumpanyası

Uzun süredir bir tiyatroda bu kadar güldüğümü, bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum. Çok güldük, çok eğlendik... Evet ballandıra ballandıra (ama spoil etmeden) anlatacağım ki herkes gidip izlesin bu şahane oyunu.

Oyunun isminden de anlaşıldığı gibi olay, İstibdat döneminde yani II.Abdülhamit'in 1.Meclis'i kapatmasından sonraki baskıcı ve yasaklı dönemde geçiyor. Öyle bir dönem ki; padişaha karşı bir gönderme olabilir korkusuyla en ufak detaylarda bile sansür ve otosansür uygulanıyor.

Bu yönetime karşı olan cumhuriyet yanlısı Şeref Paşa da tiyatroyu kullanarak halkı galeyana getirmek ve bu baskıcı sistemi sinsice çökertmek istiyor. Bunun için Fransa'dan yarı Fransız yarı Türk olan Samuel efendiyi (Levent Üzümcü) getirtiyor ve ondan "Cyrano de Bergerac" adlı oyunu sahneye koymasını istiyor. Çünkü oyunun ana karakteri olan Cyrano'nun Abdulhamit gibi uzun bir burnu vardır.

Paşa, oyun sırasında Abdulhamit'in burun gibi hassas olduğu pek çok konuda göndermeler yapılarak sansürlerin delinmesini ve bu kargaşada Abdulhamit'in tahttan indirilerek tekrar meclisin açılmasını ummaktadır.

Böyle anlatınca, kulağa entrikalarla dolu Muhteşem Yüzyılvari bir oyun gibi gelebilir ama öyle değil. Çünkü, Samuel efendinin bu oyunu sahneye koyabilmesi için başka oyunculara da ihtiyaç vardır ama jurnallerle tiyatroların yakıldığı, oyuncuların dövülüp susturulduğu bir dönemde böyle bir oyunda yer almak isteyecek tiyatrocu bulmak da bir hayli zordur. Bu şartlarda ise paşanın bu konu için görevlendirdiği yardımcısı, ancak Recai efendinin topluluğunu bulabiliyor ki; asıl şenlik de işte, birbirinden renkli kişiliklerden oluşan bu toplulukla, Samuel efendinin tanışmasıdan sonra başlıyor.

Sonra neler mi oluyor? Espriler, göndermeler, ince detaylar, müthiş oyunculuklar, danslar, müzikler o kadar çok şey oluyor ki... Ve her şey o kadar güzeldi ki; kendimi tutmasam oyun hakkında Cyrano'nun burnu gibi koooocaaaaamaaaannn bir post yazabilirim. Her şey bir yana sadece Levent Üzümcü'nün performansı için bile ayrı olarak, destanımsı bir yazı hazırlayabilirim. Ama ben hiçbirini yapmıyorum ve yazımı en ballandırılmış yerinde tatlı tatlı kesiyorum; fırsat bulur bulmaz gidin kendiniz tadını çıkarın diye.



12 Kasım 2015 Perşembe

Otomatik Portakal

Daha önce hiç, kötü bir karakter tarafından anlatılan kitap okumamıştım ben.Yani, hiç kötü bir insanın gözüyle bakmamıştım dünyaya, kitaplardan. Okuduğum kitaplarda anlatan, ya objektif üçüncü bir kişi ya da herkesin kendisiyle bir şekilde empati yapmaktan gurur duyacağı iyi kalpli bir roman kahramanı oldu hep. Taaa ki bu kitabı okuyana kadar..

 "Oh kendime geldim yaşasın kötülük" demiyeceğim merak etmeyin. Ama bu kitabı okumak; insanın bakış açısını genişleten, farklılaştıran, empati duygusunu geliştiren bir deneyim.

Kitap "distopik" türde yazılmış bir roman. Yani, geleceğin arzu edilenin dışında olacağını, orada kaosun ve şiddetin hakim olacağını anlatan türden. Ve sanırım ilk defa bu türden bir roman okudum ben.

Romanın kahramanı tüm yasalara aykırı gelen, 15 yaşındaki sokak çetesi lideri Alex. İsminde bile bir mesaj var aslında; "A" olumsuzluk belirtiyor, "lex" de kanun, yasa anlamını taşımakta.

Alex ve çete arkadaşları, kendi aralarında geliştirdikleri rusça kökenli "nadsat" denen argo bir dille konuşuyorlar. Kitabın bir ilginçliği de kullanılan bu dil zaten. Romanda anlatıcı Alex olduğu için bize başından geçenleri anlatırken de bu argo dili kullanıyor. Bu sebeple ilk sayfalarda anlatım bana biraz tuhaf geldi. Ama  argoya karşı olduğumdan değildi bu garipseme, bir argo dilinin çevirisini garip bulmaydı biraz da hissettiğim.

Bence argo, çeviriye girdiğinde tüm özelliğini yitiriyor. Dedim ya; insanın empati duygusunu geliştiren bir kitap bu diye; bunu, kendinizi Alex dışında bir de çevirmenin yerine koyup "vay be, kimbilir ne kadar zorlanmıştır bu çevirileri yaparken" derken fark ediyorsunuz bir de. Yine de 1 kaç bölüm geçtikten sonra alışıyorsunuz anlatıma ama sanırım bu kitabın orjinalini okumak daha güzel olurdu; ileride onu da okumayı planlıyorum. Tabi, haftalardır "The Little Prince"le cebelleştiğimi düşünürsek bu kitabın orjinalini kaç ayda ya da senede bitiririm? Onu bilemem :)

Ben biraz okumakta geç kaldım ama kitap çok ünlü. "Modern Klasikler"den sayılıyor. Bunun bir de filmi varmış, izleyenler anlata anlata bitiremiyor. Film izleme konusundaki özürüm azaldığında, yani boş vaktim arttığında izlemek istediğim filmler arasında 2.sırada (ilki Benjamin Button) yer alıyor.

Her ne kadar sinema tarihinde en başarılı roman-film uyarlamalarından biri olarak sayılsa da 1971 yılında Stanley Kubrick tarafından çekilen bu filmi, kitabın yazarı olan Anthony Burgess beğenmemiş. E çok normal ama, kimse bir başkasının hayal dünyasını olduğu gibi filme aktaramaz ki. Yine de sinema dünyasında film, kült filmlerden sayılıyor.

Yeri gelmişken yazara da değinmek isterim ki; yazarın kendi hayat hikayesi de ayrı bir post konusu zaten. Yazara 40'lı yaşlarında beyin tümörü yüzünden 1 yıllık ömrünün kaldığı söyleniyor. Bunun üzerine yazar, eşinin geçimi ve para kazanmak için 12 ayda 6 kitap yazıyor. Sonra yanlış teşhis konulduğunun farkına varsa da yazmaktan vazgeçmiyor. İşte bu psikolojiyle yazdığı 6 kitaptan biri de "Otomatik Portakal"mış.

Yazarın ilginç hayatından bir kesit daha; bir gün karısıyla birlikte Otomatik Portakal'da anlattığı türden serseriler tarafından saldırıya uğramış, hamile olan karısı bu saldırıda bebeğini kaybetmiş ve bu yüzden de eşi daha sonra alkolizme yenilerek hayatını kaybetmiş.

Yazdığı tüm kitaplarda kendi hayatından kesitler eklemiş yazar. En kısa zamanda diğer kitaplarını da okumak istiyorum. Okuduğumda (etkilenirsem) diğerlerini de burada paylaşırım :)








8 Kasım 2015 Pazar

Atam'a (3)


Bu sene de ezberlenmiş 1 dakikalık saygı duruşuyla anılacaksın. Ve ardından herkes bu saygı duruşunu yapmış olmanın haklı gururuyla, yarım bırakılan gündelik işlerine geri dönecek.

Oysa sen, seni böyle yüzeysel anmamızı, tabulaştırıp, ilahlaştırmamızı değil de gerçekten anlamamızı isterdin. Bu yüzden "Beni görmek behemehal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir" vecizini söylememiş miydin, hasta olduğun söylentileri yayıldığında yüzünü görmek isteyenlere?

Peki ya "benim naciz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, lakin Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır" cümlesini kim için, ne için kurdun paşam?

"Ah keşke" diyorum bazen; bi 10 senecik daha yaşasaydın da canınla, kanınla uğruna savaştığın demokrasi ve cumhuriyetin ne demek olduğunu gerçekten kavrayabilmemizi sağlasaydın. O güne kadar dahice sarfettiğin o cümleler yeterli gelmemiş bize demek ki...

Senin 100 yıl önce anladığını, hatta anlamakla kalmayıp Türk insanına layık bulduğun yönetim şeklini üzgünüm ki biz bu devirde bile anlayamıyoruz. Özgürlük de cumhuriyet de bize göre değil sanırım. Senin adını kullanıp kahraman olmaya çalışanların bile cumhuriyetin ve demokrasinin gerçekten ne demek olduğunu bildiğini düşünmüyorum.

Bizi fazla gözünde büyütmüşsün ve fazla güvenmişsin bize. Hani; -çok afedersiniz paşam-alışmadık kıçta don durmazmış ya, bizimki de o hesap. Biliyorum biraz kaba oldu bu örnek ama maalesef durumumuzu anlatacak başka atasözü, deyim, benzetme bulamadım ben. Durumumuzu en iyi bu benzetme anlatıyor, affedin.

Aslında bir de Aziz Nesin'in "bir yokmuş, iki yokmuş, üç yokmuş..." şeklinde başlayan bir masalı vardı; çocukken okumuştum. O zamanlar çok iyi anlamamıştım ama bu aralar hep onu düşünüyorum. Şu anki durumumuza, donsuz kıçtan bile daha cuk diye oturan bir masaldı o ama anlatamam şimdi, çok uzun.

Yani paşam; biz kim, cumhuriyet ya da demokrasi kim? Sana da zahmetler verdik ama biz çobansız yapamıyoruz. Bizim atalarımız da böyleydi hatırlasana; sen de onları çekip çevirmeye çalışmadın mı yıllarca? Sen, her ne kadar muhtaç olduğumuz kudret için damarlarımızı işaret etsen de; ıııh ıııh! Yok paşam. Bizim damarlar kurudu ya da tıkandı, bilemiyorum ne oldu o damarlara? Ama bir bozukluk var, işte.

Biz özgür olamıyoruz, maalesef. Başımızı bekleyecek bir çoban ya da bizi içinde bulunduğumuz saçma düzenden kurtaracak ulu bir kahraman bekliyoruz hep. O da olmadı senin mezardan kalkıp gelmeni bekliyoruz. Aklımıza damar falan gelmiyor bizim. Kurtuluşu hep başkalarından bekliyoruz. Başkaları üretsin biz tüketelim istiyoruz. Başkaları düşünsün, biz uygulayalım; başkaları başarılı olsun biz kendimize pay çıkarıp övünelim istiyoruz...

Olmuyor paşam, üzgünüm... Hayâlini kurduğun cumhuriyet bu değildi sanırım. Ben kendi adıma senden özür dilerim.

Ve affına sığınarak;

saygıyla ve minnetle seni anmaktan başka çare gelmiyor benim de elimden...






1 Kasım 2015 Pazar

Tiyatro Önerisi "Hayal-i Temsil"

Nihayet, dün tiyatro sezonunu açtım. Haftalar öncesi ilk boş bulduğum oyuna almıştım bileti. Üsküdar Müsahipzade sahnesinde izlediğim oyun hakkında pek bilgim yoktu aslında. Sadece Afife Jale ve Bedia Muvahhit'in hayatlarını anlatan bir oyun olduğunu öğrenmiştim online bileti onaylamadan önce.

Ama şimdi bu oyunu izleyen biri olarak gönül rahatlığıyla diyebilirim ki; "iyi ki almışım o bileti ve iyi ki izlemişim bu oyunu". Hayatımda izlediğim en büyüleyici oyunlardan biriydi hatta biraz daha zorlarsam en muhteşemiydi diyebilirim. Oyunculuk, dekor, sahne... her şey kusursuzdu.

Gerçek hayatlarında hiçbir zaman yan yana gelmemiş olan ama aslında aynı zamanlarda yaşamış ilk Türk müslüman kadın tiyatro sanatçılarından olan Afife Jale ve Bedia Muvahhit bu oyunda hayali bir temsil ile bir araya geliyorlar. Kurgu çok güzel. Oyunculuk muhteşem. Ama beni asıl etkileyen sahne ve dekor oldu. Bu yaşıma kadar izlediğim oyunlar içinde dekoruna hayran kaldığım tek oyundur diyebilirim. Tahta duvarların içinden çıkan farklı mekanlarla farklı zamanlara yolculuğa çıkıyorsunuz adeta.

Bedia Muvahhit rolünü Hümay Güldağ, Afife Jale rolünü Şebnem Köstem canlandırıyor ve onlara da başta eski makyör Dikran olmak üzere birbirinden farklı çeşitli rollere jet hızla bürününen pek yetenekli Yiğit Sertdemir eşlik ediyor. Yiğit Sertdemir aynı zamanda oyunun yönetmenliğini yapıyormuş; ki oyun sırasında o yönetmenliği sahne hakimiyetinden hissediyorsunuz zaten.

Oyunun hayran bırakan etkisi bir yana bir de bu oyundan pek çok şey öğrendim ben. Mesela, Selahattin Pınar ile Afife Jale'nin aşkını bilmiyordum. Birlikte "Bir bahar akşamı  rastladım size" şarkısını söyledikleri sahne çok güzeldi. Onları izlerken "vay be, bu şarkı Afife Jale için mi yapılmış acaba? oyundan çıkınca araştırmam lazım" dedim. Aslında içimde hep bir araştırma isteğiyle izledim oyunu. Afife Jale'yi, Selahattin Pınar'ı, Bedia Muvahhit'i, kendi gibi tiyatrocu olan Bedia Muvahhit'in eşini, Darülbedayi'yi ... ve bugüne kadar araştırma gereği duymadığım için kendime kızdığım pek çok konuyu.

Daha fazla detay vermek istemiyorum. Gidip izleyin ama gitmeden bu kişilerin hayatlarına bir göz atın, öyle izleyin. Gerçekten etkileyici hayatlar ve etkileyici bir oyun.


30 Ekim 2015 Cuma

Komşuda Görüşürüüüz!


Ayhan'ın bloguna konuk oldum ve orada bir yazı paylaştım.  Nickname: Bombastik Turta başlıklı yazım için buyurun kardeş bloga lütfen.












28 Ekim 2015 Çarşamba

English Diary (28.10.2015) "Learning English With Songs"

I have been listening to english songs and trying to sing loudly for a while. You know; I've been trying to learn english for a long time through a lot of different methods. However I still can not speak very well. I guess, I need to practice over and over again. Thus, I've decided to practice through music and songs. I hope it will work this time.

Now, I just want to share with you here are a few of the english songs I have been listening to:

1-) Imagine - John Lennon: This is such a catchy song, for this reason, it is the first song what I've memorized. Also, this song's message is simple but at the sametime very profound. So, everyone must memorize this song all over the world. It's a very effective and global song. I love it.

2-) Just give me a reason - Pink: It's the most pleasurable song when I sing loudly with Pink for me. It is really great. Pink's songs are very beautiful. I love all of them but I think, "just give me a reason" is number one.

3-) Someone like you - Adele: I had memorized only the chorus of this song before. Now, I'm trying memorize other words. Surely, I will learn all of them soon and then troll with Adele. Of course my voice is a bit funny compared to Adele but I don't care. I just love to sing.:)

4-) Stupid in love - Rihanna : I had memorized some part of the lyrics, too. The lyrics of  this song are very interesting. I love this song. Rihanna sings the song very fast. So, to learn it will be difficult, but, I will learn and sing it with Rihanna. It will be fun.

5-) Everything I Do- Brayn Adams:  Brayn Adams's voice is very impressive. I love his voice. This song is my favorite Brayn Adams's song. I've been listening to this song since my childhood. It's so romantic and gentle. I usually dream about a man saying these words to me whenever I listen to this song. However the man's voice must sound emotional like Brayn Adams :)

You see, I listen to these songs over and over again everyday till I memorize all words. Learning english with songs is a great way to improve my pronunciation and increase my vocabulary. Also, It is really fun. I will tell you about other songs that I try to memorize in the following days.







20 Ekim 2015 Salı

Yazmasak Delirir Miyiz Acaba?



Eski Türkler'de "yazmak" eylemi için, kökü çincede "biti" yani fırça anlamında olan "bitimek" kelimesi kullanılırmış.

Örneğin; ilk yazılı anıtlarımız olan Göktürk Kitabeleri'nde "Bunça bitig bitigme atısı Kül Tigin atısı Yollug Tigin bitidim" (Bunca yazıyı yazan Kül Tigin'in yeğeni Yollug Tigin, yazdım) notunda bunu görebiliyoruz. Ayrıca "bitimek" kelimesini hâlâ kullanan Türk boyları da günümüzde mevcutmuş.

Yine o dönemlerde "yazmak" kelimesi ise günah işlemek, yanılmak, hata yapmak anlamını taşıyan bir fiil olarak kullanıyormuş sadece.

Bu fiilin günümüzdeki anlamına kavuşması ise Türk boylarının islamiyeti kabulünden sonra olmuş. Meleklerin günahları kaydetmesine "yazı yazmak" denilmiş ve zamanla yaygınlaşarak da her türlü kaydetme işleminde "yazmak" fiili kullanılır olmuş.

Ne garip değil mi? Bu yüzden mi yazarak hafifliyor insan?

Ve gerçekten Sait Faik'in dediği gibi yazmasak delirir miyiz acaba?

"Söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım"






16 Ekim 2015 Cuma

Kızkulesi

Geçtiğimiz haftasonu arkadaşlarla Salacak'ta kahvaltı yaptık. (Gittiğimiz mekan: 5.Cadde, Fiyat: fırsat kuponlarıyla 27,50-TL, Lezzet: vasat)

Vasat da olsa sildik süpürdük her şeyi maaşallah. Zaten kahvaltı bahane, Kızkulesi şahaneydi. Ayaklarımız da bunun bilincinde olacaktı ki kahvaltıdan sonra bizi kuleye götürdüler.

Kuleye gitmek istemeyen ayakların sahipleri, gidenleri Kızkulesi'nin tam karşısındaki kafede bekledi. Tabi ki ben giden taraftaydım. :)
Kızkulesi'ne Üsküdar Salacak'tan ve Kabataş'tan kalkan teknelerle ulaşım sağlanıyor. (Öğrenci: 10,00TL Tam:20,00-TL) Biz de Salacak'tan kalkan küçük teknelerle ulaştık.

Kulenin içinde her katta ayrı bir efsanenin anlatıldığı "Efsaneler Sergisi" bulunmakta. Terasa çıkarken her katta farklı bir efsanenin anlatıldığı dev resimlerle karşılaşıyorsunuz ve yanlarındaki panolardan hikayelerini okuyorsunuz. Çocukluğunuzdan beri duyduğunuz o hikayeleri o resimlerin karşısındayken okumak o efsanelerin canlanmasına neden oluyor. 
Hero ile Leandros efsanesi: Bu efsaneye göre antik çağda bu kule Afrodit'e adanmış bir tapınakmış ve Hero da bu tapınağın rahibesiymiş. Her yıl ilkbaharda doğanın uyanışı adına tapınağın çevresinde tören yapılır, aşkı bulamayanlar hayal ettikleri sevgililerine kavuşmak için Afrodit'e yalvarırlarmış. İşte bu törene katılan Leandros bizim rahibe Hero ile karşılaşmış ve bu iki genç birbirlerine aşık olmuşlar. Ancak Hero rahibe olduğu için aşklarını gizli yaşamak zorunda kalmışlar. 

Her gece Hero, Leondros için meşale tutar, Leandros da o ışık yardımıyla yüzerek sevdiceğine gider aşklarını o kulede yaşarlarmış. Taa ki, Leandros çok rüzgarlı bir gecede meşalenin sönmesi nedeniyle kaybolup boğulana kadar. Sabah Leandros'un cesedi kuleye vurunca da Hero acıya dayanamayıp kuleden atlayıp, boğazın sularına kendini teslim ederek intihar etmiş. Bu efsaneden yola çıkarak Kızkulesi, "Leandros Tower" olarak da bilinmekte. (Aslında ben bu hikayenin Çanakkale boğazında geçtiğini duymuştum ama Kızkulesi'ne bir şekilde bağlamışlar)
Yılanlı Efsane: Benim çocukken, doğruluğundan hiç şüpheye düşmeden inandığım efsanedir kendisi. Annem anlatmıştı belki de ondandı bu safça teslimiyetim.

Efsaneye göre; Bizans imparatorunun bir kızı olur ve imparator buna çok sevinir, öyle ki; ülkesinde prensesin doğum gününü bayram ilan eder. Kızı büyüdükçe, bilginlerine kızının devlet yönetimi hakkında yetiştirilmesi için talimat verir ancak o bilginlerin en yaşlısı, imparatora kızının 18 yaşına basmadan yılan tarafından zehirlenip öleceğini kehanet eder. Bunun üzerine imparator, denizin ortasındaki küçük adacığa bir kule yaptırır ve kızını oraya götürür.

Böylece aradan yıllar yıllar geçer ve bizim nazlı prenses 18 yaşına yaklaşır. Bir gün kuleye gönderilen üzüm sepetinden çıkan yılan sinsice prensesin yanına süzülerek zehrini prensesin teninde boşaltınca prenses oracıkta ölüverir ve böylece herkes kaderden kaçılmayacağını anlar.

İmparator kızının ölümüne çok ama çok üzülmüş. Kızının toprağa gömülmesini istememiş. Çünkü gömülürse yılanların kızının bedenini delik deşik yapmasından korkmuş. Bu sebeble prensesin cansız bedenini mumyalatıp prinç tabuta koydurtmuş. Tabutunu da Ayasofya'nın üst duvarlarından birine yerleştirilmesini emretmiş.

Ayasofya'nın girişindeki 2 delikli tabutun bu hikayede bahsedilen o tabut olduğu rivayet edilir. Eğer bu doğruysa (ki ben sanırım hâlâ buna inanıyorum ); imparator ne kadar uğraşmışsa da kızını yılanın gazabından korumayı başaramamış demektir.

Not: Yukarıdaki resim benim çocukken kafamda canlandırdığım resimden biraz farklı. Ben imparatoru iskambil kağıtlarındaki papaz gibi hayal ederdim hep :)
Battal Gazi "Atı Alan Üsküdar'ı Geçti" Efsanesi: Bu efsane ise Osmanlı döneminde geçer. Hikayeye göre; İstanbul'u kuşatmaya gelen Battal Gazi, kuşatmadan bir sonuç alamayınca Kızkulesi kıyısında karargah kurar ve 7 sene burada kalır. Tabi aslında istese Battal Gazi İstanbul'u 1 günde alırmış ama Üsküdar tekfurunun kızına aşık olunca "amaan yemişim devlet işlerini" demiş ve gönül işleriyle meşgul olarak kuşatmayı uzattıkça uzatmış. Üsküdar tekfuru da bu durumdan işkillenmiş ve Battal Gazi'nin Şam seferinde olduğu sırada kızını hazinelerle birlikte bu kuleye kapatmış. Seferden dönen bizim Battal durumun farkına varınca, kayık ile Kızkulesi'ne vararak hazineleri de kızı da alıp Üsküdar'dan atına binerek arazi olmuş. İşte günümüzde bile sıkça kullandığımız "Atı alan Üsküdar'ı geçti" lafı buradan gelmekteymiş. Ayrıca bu olaydan sonra Türkler diğer efsanelerdeki kızlara da atfen buraya "Kızkulesi" ismini vermiş. O gün bugündür de bu kulenin ismi böyle kalmış.
Kulenin bir katı hediyelik eşyalara ayrılmış. Buradan kız kulesi temalı hediyeler alabilirsiniz.
Bir diğer katta restoran bulunmakta. Dilerseniz buradaki restoranda kahvaltı yapabilir ya da akşam yemeğini yiyebilirsiniz. Hatta akşam yemeğinden sonra romantik bir gecede kulenin en üst katında yer alan "Kuledebar" denilen bölüme geçip oradan da şarabınızı alıp terastan Galata'ya kadeh kaldırabilirsiniz :)
Bu da romantik olmayan bol rüzgarlı ve yağmurlu bir öğle vakti Kızkulesi'nden Salacak manzarası :)
Ve Galata... Yok bu iki kulenin aşkını anlatmayacağım :) sadece Bedri Rahmi'nin şu satırlarını ekliyorum bu fotonun altına :
"İstanbul deyince aklıma kuleler gelir
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır
Ama şu Kızkulesi'nin aklı olsa
Galata kulesine varır
Bir sürü çocukları olur..."

Her şey bir tarafa, Galata'da hissedilen o tarihi dokuyu Kızkulesi'nde hissedemiyorum ben. Tamam Kızkulesi daha estetik kabul ve İstanbul'u ya da İstanbul'da olduğunuzu en iyi hissettiren yapı da olabilir belki ama dediğim gibi o tarihi doku, o yaşanmışlık hissini bana Galata daha çok veriyor sanki.
Bir de yakından bakalım: ???
Fotoğrafları bloga yükledikten sonra, aklıma eski Kızkulesi fotoğrafları geldi ve nette bulduğum aşağıdaki şu iki eski fotoğrafa baktım.

Bu fotoğraflara bakınca aradaki farkı anladım galiba. Biraz garip bir benzetme olacak belki ama Ajda Pekkan'ın siyah beyaz fotoğraflarına bakar gibi bir his uyandı içimde. Bugün de güzel ama güzel olmak için fazla zorlamışlar sanki. Doğallığını kaybetmiş gibi. 
Antik çağlardan gelmesine rağmen sizce de fazla modern durmuyor mu?

Her şeye rağmen Salacak'ta bir köşede oturup, karşıdan ona ve ölümsüz aşkı Galata'ya bakmak en az eski fotoğraflar kadar büyüleyici. Tıpkı Ajda Pekkan dinlemek gibi...


15 Ekim 2015 Perşembe

Güne Başlama Mimi ( 1 Delinin Günlükleri'nden)


Tamamlanmayı bekleyen o kadar yazı var ki taslakta ama 1delinin günlükleri 'nden bugün bir mim geldi, çok kısa olduğu için onu hemen öne çektim ben de. Bugün yapmazsam kalırdı zaten, sonra da yazık olurdu bu mime :) (Mimleri seviyorum ben)

Mimin konusu "güne başlama". Herkes güne nasıl başladığını anlatacak. Çok basit. Gözüm kapalı anlatabilirim bunu size. Zaten yaşarken de gözüm kapalı yapıyorum bu anlatacaklarımı :)

06:15 = Isınma egzersizleri (alarm ertele)
06:20 = Sabah sporu (tekrar alarm ertele)
06:25 = Gevşeme hareketleri ( 5 dakika dahaaa)
06:30 = Kalkış (allaaaa, geç kalcam yaaa!)
06:35 = Banyo işlemleri (el - yüz yıkama, diş fırçalama...)
06:40 = Giyinme-taranma-parfümlenme
06:45= Mutfağa koşturup sandviç hazırlama
06:50= Servis gelmediyse okuduğum kitaptan bi kaç sayfa okuma
06:55= Cep telefonumun çalması ve servistekilerin "duydunuz zilin sesini" demesiyle kapıya inip servise binme, yolda sabah sporuna kaldığım yerden devam etme (şekerleme)
07:20= İşbaşı

Aslında işbaşı saatimiz 8:00 ama biz zevk alıyoruz sabahın görmeyen vakitlerinde işimizin başında olmaktan :) Yok, yok salak değiliz; trafiğe kalmamak için böyle erkenden yollara dökülüyoruz işte. Bazen hava güzelse ve işi kırmak istersek Yeşilköy'de kahvaltı yapıyoruz öyle gidiyoruz işe. Ama genelde işyerinde masama geçip kahvaltımı yapmayı daha çok seviyorum ben. Böylece bir yandan bloglarınızı, yorumlarınızı okuyorum, nette geziniyorum, sözlükte ya da blogumda bir şeyler karalıyorum. Kendime gelmiş oluyorum anlayacağınız. Sonra da işler-güçler, mailler, hesap-kitaplar... akşamı ediyoruz işte:)

Tabi bu anlattığım program hafta içi geçerli. Hafta sonu programım biraz daha karışık. Dışarıda bir işim varsa daha erken uyanıyorum. Yoksa tembellik edip biraz daha fazla uyuyorum. Her cumartesi genelde 9-10 gibi uyanıp pilatese başlama kararı alırım. Bazen uygularım bazen de... bilirsiniz işte hayat çok zor, gezmeler falan :)

İşte benim günlerim böyle başlar. Ben de merak ediyorum sizin güne nasıl başladığınızı. Okuyan herkes yapsın bu mimi ben de öğreneyim nasıl güne başladığınızı :) Yapmıyorsanız, yorumda da özetleyebilirsiniz :)

Herkese günaydınlar olsun!


6 Ekim 2015 Salı

"Herkez" değil "Herkes"

Sosyal ağlarda dünyaya önemli mesajlar verenler; size, hayati önem taşıyan bu görevlerinizi icra ederken çok sık kullandığınız "herkez"in artık gerçek yüzünü göstermek istiyorum. Artık yeter, birinin çıkıp "herkez çıplak" demesi lazım.

Sosyal hesaplarınızdan, tüm dünyaya hitap etmek için kullandığınız "herkez" var ya hani; işte bakın o yanlış, öyle bir sözcük bizim sözlüğümüzde yok.Vallahi bak, inanın bana. Ben belki anlarsınız, belki karşılaştırma yaparsınız diye bayramlarda "herkesin bayramı kutlu olsun" diye yazıyorum bazen, ama siz anlamıyorsunuz bir türlü. Böyle direkt söylemek gerekiyor demek ki.

Aslında eminim ilkokul öğretmeniniz, lisedeki edebiyat öğretmeniniz hatta üniversitedeki türk dili hocanız da (aranızda üniversite mezunu olup da bu hatayı yapanlar da var çünkü) bunu söylemiştir size. Ama biliyorum "herkez miydi, herkes miydi ya!" diyerek hep karıştırıyorsunuz işte ("Yalnız mıydı, yanlız mıydı?" ikilemi var bir de ama o konuya girmiyorum şimdi, hepsi birbirine karışmasın sonra, çünkü belli ki hafızalarda problem var)

Üzülüyorum; İngilizce bile konuşabilen insanların kendi diline hakim olamamasına gerçekten çok üzülüyorum. Belki bu yazıyı okuyunca beni ukala olarak görebilirsiniz ama gerçekten doğrusunu öğrenin istiyorum (Gerçi bu hatayı yapanlar bu yazıyı okumaya bile üşeneceklerdir eminim ama ben yine de sosyal ağlarda paylaşacağım, hiç değilse belki başlık dikkatlerini çeker).

Günümüzde her şey elimizin altında, bir sözcüğün nasıl doğru yazılacağını öğrenmek bir tuş kadar yakın artık bize. Bu dejenerasyonun tek nedeni ancak üşengeçlik olabilir.Yapmayın canım kardeşim, gözünüzü seveyim ne olursunuz yapmayın! Açın bakın (TDK)'ya, biraz araştırın, kendi dilinize yabancı olmayın.

Tamam, sesli söylerken "herkez" denilebilir belki; yani çene yapısıdır, ağızdır, kaplamadır, damaktır, illa ki bir neden bulunur kabullenmek için ama yazarken yapılan bu hatayı kabul edemiyorum ben; saç diplerim çekiliyor.

""de" yi ne zaman ayırması gerektiğini karıştıranları da anlayabilirim bak; yani onu doğru kullanabilmenin ufak da olsa bir matematiği var sonuçta ama "herkes" sözcüğünü doğru kullanmanın hiçbir matematiği yok. Adınız gibi, soyadınız gibi, her gün kullandığınız pek çok sözcük gibi ezberleyeceksiniz hepsi bu...

Bazen, yorumlarda bazı arkadaşlarımla konuşma diliyle yazıştığım olabiliyor; bu samimiyetten, şakalaşmadan yaptığımız bir durum ama bile isteye yaptığımız o yazışma acaba o hatalı sözcükleri normalleştirebilir mi diye de kaygı duyuyorum şimdi düşündükçe.

Belki de bu "herkez" gudubetinin dilimize yapışma sebebi; "götürürler merkeze, öptürürler herkeze" duvar yazısıdır, olamaz mı? Kafiye uydurmak için, bile isteye yapılan bu dejenerasyon günümüzde sosyal ağlarda "doğum günümü kutlayan herkeze sonsuz teşekkürler" şeklinde karşımıza çıkıyor olabilir mi gerçekten?

Sebebi ne olursa olsun, böylesine yaygın bir yanlış kullanım varsa; bu dilimize ne kadar yabancı olduğumuzu, ne kadar az kitap okuduğumuzu gösterir. Sen sosyal hesaplarında istediğin kadar entellektüel görünmeye çalış ama "herkezin bayramı kutlu olsun" dediğinde masken yere düşer ve bu gerçeği gizleyemezsin.




3 Ekim 2015 Cumartesi

Yanlış Leyla

"Sen ne biçim Leylasın?" diyerek kar topu fırlatmıştı kafama. Beni sinir etmeye bayılıyordu.

"Görürsün sen!" diyerek eğilip bir avuç kar aldım yerden ve "ne o, beğenemedin mi? neyim varmış benim?" diyerek alel acele topladığım karlarla karşılık vermek istemiştim ama yine becerememiştim. O kadar minikti ki ellerim hep ıskalardım.

"Kızım, Leylalar esmer olur böyle, ne bileyim Türkan Şoray gibi olur, hem 30 yaşında falan olur. Senden Leyla falan olmaz. Sen sapsarısın, çillerin de var" diyerek tekrar yuvarladığı kar topunu suratıma falsolu yollamıştı, ama ben yana kaçmıştım isabet edememişti bu sefer.

"Ne yapalım, ben böyleyim işte. Hem kıskanıyorsun sen beni, benim adıma bir sürü şarkılar, şiirler yazılmış. Senin öyle bi ismin yok tabi, haklısın kıskanmakta"

 O, kardan adam yapmaya başlamıştı, ben de ismimin ne kadar özel olduğunu ispatlamak için o zamanlar çok meşhur olan Seyyal Taner'in "Leyla" şarkısını Seyyal Taner gibi dans etmeye çalışarak söylemeye başlamıştım:

"Leyla Leyla
  Efsane oldu Leyla
  Mecnun'a kul oldu yandı kül oldu Leyla
  Leyla Leyla doğruyu buldu
  Mecnunu unuttu, zamana uydu Leyla"

Bu onu çok güldürmüştü. Ben böyle Leyla'ydım işte; Leyla gibi Leyla. Mecnun'un Leylası nasıldı bilmiyordum ama "Leyla mısın kızım sen?" diye sorulduğunda kastedilen Leylalardandım...

Yıllar geçti; 30'lu yaşlarımdayım, saçlarım koyulaştı, çillerim de kalmadı. Onun istediği gibi bir Leyla oldum mu bilmiyorum ama çok değiştim. Söylediğim şarkılar da değişti:

"Ben kimim söyle kayboldum?
 Dönmedim kaldım anılarda
 Her sabah bir çöl masalında uyanırdım
 Belki de yanlış bir Leyla"



30 Eylül 2015 Çarşamba

Likya Turu 4.Gün (Belcekız, St. Nicholas Adası, Kelebekler Vadisi, Kayaköy)

Hatırlarsanız 3.gün, turumuzun en uzun mesafesi Kalkan-Kaş-Kekova bölgesini (yaklaşık 300km) gezmiştik ve çok yorulmuştum. 4.gün ise sanırım turun en kısa mesafesini yaptık. Çünkü o gün sadece Belcekız koyunda dolanıp durduk. Belki mesafe olarak yaklaşık 40 km dolaştık ama o günün sabahında yaptığım yamaç paraşütü ve daha sonra gezdiğimiz yerler beni milyonlarca kilometre uzağa, harikalar diyarına götürdü diyebilirim :) Paraşüt maceramı daha önce anlatmıştım bu yüzden şimdi size ondan sonra gittiğimiz yerleri anlatacağım.

Biz çılgın paraşütçüler (!) indiğimiz Belcekız plajında çılgın olmayan arkadaşlarımızla ve rehberimizle buluşup, tekneyle Belcekız koyunda yer alan Kelebekler Vadisi, St.Nicholas adası gibi doğa harikası yerleri gezdik.
Fotoda görüldüğü üzere sol tarafta duran durgun bir gölü anımsatan yer Ölüdeniz, sağ taraftaki daha canlı duran yer de Belcekız. Ölüdeniz'in aşağısında bulunan kulakçık da (lagün) en fırtınalı günlerde bile Ölüdeniz'in sakinliğini korumasını sağlıyor. Tabi bu jeolojik açıklama dışında daha romantik açıklamalar da var :)

Rivayet o dur ki; eskiden buradan geçen gemiler açıkta demir atar ve içme suyu almak için kıyıya sandallarla çıkarlarmış. Bir gün yaşlı bir kaptanın genç ve yakışıklı oğlu kıyıya çıktığında güzeller güzeli Belcekız'ı görmüş ve ona aşık olmuş. E Belcekız da boş durur mu? O da biscolata'dan hallice olan bizim oğlana pek tabii sevdalanıvermiş hemen. İşte bunlar gel zaman git zaman böyle cilveli cilveli bakışıp dururlar, su alıp vermece oynarlarmış birbirleriyle.

Bir gün denizde bir fırtına kopmuş, oğlan babasına denizde sığınabilecekleri havuz gibi bir koyun olduğunu söylemiş. Babası ise oğlunun Belcekız'la cilveleştiğini bildiği için oğlunun sevgilisini görmeyi bahane ettiğini zannederek ona çok kızmış ve o fırtınada kavga etmeye başlamışlar. O esnada gemi tam bir kayalığa çarpacakken kaptan bir kürek darbesiyle oğlunu denize atıvermiş ve sonra dümene yapıştığında da karşılaştığı manzara kaptanın içini kavurmuş, çünkü oğlu haklıymış ve o bahsettiği göl gibi olan koya girmek üzereymiş. Ama maalesef oğlu orada ölüvermiş.

Kayalıklarda sevdiceğinin yolunu bekleyen bizim Belcekız da oğlanın öldüğünü öğrenince "bundan gayrı yaşamak bana haramdır" diyerek kendini kayalıklardan atmış ve o da oracıkta can vermiş. İşte bu efsaneye göre; o gün bugündür kızın öldüğü yere Belcekız, oğlanın öldüğü yere de Ölüdeniz denmekteymiş.

Bilmiyorum bu hikayenin ne kadarı doğru? Ama böyle hikayeler dinleyince insan başka alemlere dalıveriyor. Ve anlatılan o yer sizin kalbinizde o efsaneyle özel bir yere sahip oluyor nedense. Hasanboğuldu gibi, Sarı kız ve daha niceleri gibi...

Neyse efsaneleri bir yana bırakıp gezimize kaldığımız yerden devam edelim.

Belcekız'dan tekneyle açıldık ve yine müthiş koylarda mola verdik, en güzel maviliklere kendimizi bıraktık. Tabi ben Ölüdeniz'de yüzme şansını yakalayamadım çünkü turumuz Ölüdeniz'de yüzme molası verdiği sırada ben yukarıda Ölüdeniz'in daha derinliklerine dalıyordum. (Ama ters açıyla :) )

İşte bu da İlknur'un gözüme gözüme soktuğu ben uçarken onun düz açıyla daldığı Ölüdeniz'de çektiği karelerden biri :(

Soru şu: yukarıdaki denizde yüzmek mi yoksa yamaç paraşütü yapmak mı? (Neden bazı sorulara "hepsi" diye cevap veremiyoruz?)  :( O zaman bu soruya şu aşağıdaki fotoyla cevap vererek kendimi avutmak istiyorum :)

İlknurlar Ölüdeniz'de yüzerken ben de bir ayağımı Ölüdeniz'e ötekini de Belcekız'a soktum işte. :)

Şimdi soruyu tekrar alayım: "Ölüdeniz'de yüzmek mi yoksa yamaç paraşütü mü?" cevap veriyorum: yine de "hepsi" demek isterdim!!! Ay içime dert olmuş benim ya, şimdi farkettim vallahi. :)

Yok yok gönül rahatlığıyla diyebilirim ki iyi ki uçmuşum, yine olsa yine aynı kararı verirdim. Küçükken böyle top şeklinde bir haritam vardı benim çevirir çevirir bakardım. Babadağ'dan atladıktan bir süre sonra bu manzaraya yaklaştığımda elimde o küre şeklindeki harita varmış ve orada Ölüdeniz'e dokunuyormuşum gibi hissetmiştim. Böyle söyleyince belki basit bir anlatım oldu ama bence "dünyaya dokunabilmek" kelimelerle tarif edilemeyecek kadar müthiş bir his.

Neyse bu müthiş hislerle biraz da Ölüdeniz'de yüzememiş olma ezikliğiyle Kelebekler Vadisi'ne adım atar atmaz kendimi arı ölüleriyle dolu denize atıverdim. Evet anlam veremedim ben de ama hayal kırıklığına uğradım maalesef. Gerçi rehberimiz Gökçen bizi Kelebekler vadisi hakkında uyarmıştı. Yani; "fazla bir beklentiniz olmasın" demişti ama zaten benim Ölüdeniz'i unutturacak bir denizden başka bir beklentim yoktu. O da olmadı. Bu sefer denize girmeyip vadinin yukarısını tırmananları kıskandım :)
Bilemiyorum belki günü birlik turların yoğun olduğu saatlerde gitmemizin etkisiyle, denizin de o anda pek iyi olmaması sebebiyle Kelebekler Vadisi bende tekrar gitme isteği uyandırmadı. Ama tabi belki kamp yapıp orada tatilini geçirenler için günü birlik turlar gittikten sonra daha cool daha dingin bir ambiyans olabilir.
Aslında burası sahip olduğu endemik (belirli bölgelerde yaşayan) canlı türleriyle de meşhurmuş. Örneğin kaplan desenli kelebekler varmış burada. Tabi ben insan ve ölü arı dışında başka bir canlı görmedim ama dediğim gibi etrafı gezmedim.  Tepelelere çıkanlar müthiş bir doğanın olduğunu söylediler.
Bir de bu aralar parmak arası terlik kazalarıyla da meşhurmuş bu vadi. Siz siz olun eğer yolunuz buralara düşerse ve şelaleye kadar  tırmanmak isterseniz deniz ayakkabısı ya da spor ayakkabıyla çıkın yola.
Kelebekler vadisinden ayrıldıktan sonra "atın beni denizlere, yalan dünya size kalsın" şarkısnı söylememe neden olan St Nicholas Adası (Noel Baba Adası) olarak da bilinen Gemiler Adası'nda yüzme molası verdik.

Bu adanın zirvesine ulaşanlar Ölüdeniz'i, Kelebekler Vadisi'ni, Göcek Körfezi'ni ve açık denizleri görebilirlermiş. Ama tabi ki ben sabah manzaranın alasını gördüğüm ve güzel bir denizde yüzme isteğiyle kavrulduğum için kendimi hemen bu güzelim sulara bırakıverdim.

Ama blogumu da unutmadım tabi; aklım bu sefer de manzarada kalmasın diyerek fotoğraf makinemi gruptan arkadaşlarımız olan Sinan ve Harun'a verdim. Biz yüzerken onlar da şu yukarıdaki ve aşağıdaki güzel kareleri çekmişler sağolsunlar :)
Ortaçağ denizcilerinin rehber kitaplarında Noel Baba'nın bir dönem burada yaşadığına dair çeşitli efsaneler bulunduğundan daha çok "St.Nicholas adası" olarak bilinen bu adanın M.S 240 lı yıllarda meydana gelen depremle sulara gömülen kısmında derin bir tarihin yattığı söylenmekte.

Ada son zamanlarda Japon arkeologların ilgisini de çekmiş ve yaptıkları çalışmalarda ortaya çıkardıkları kilise ve şapel kalıntılarında bu kilise ve şapellerin Aziz Nikola döneminde ve gözetiminde yapıldığına dair yazılar bulmuşlar ve böylece söylenen efsaneler doğrulanmış.

Alın size aklımın kaldığı bir yer daha! Burayı gezmek, o kalıntıları görmek çok isterdim doğrusu. Ama olsun, denizinde yüzmek de çok ama çok güzeldi. Hayat tercihlerden ibaretmiş, birkez daha anladım.
Bir iki koyda daha yüzme molası verdikten sonra tekrar Belcekız'a geri döndük.
Sabah yamaç paraşütü yapmış olmanın verdiği şapşallıktan etrafıma bakmadan tekneye atlamıştım ve neyi kaçırdığımın farkına dönüşte varmıştım  aslında ben. Döndüğümde gördüğüm bu güzel plaj aklımı başıma getirdi ve tekrar alıcı gözle ve imrenerek baktım oraya.
Anı olsun diye fotoğraflamakla yetinerek, başka zaman bir daha gelmeyi dileyerek bizi bekleyen otobüsümüze atlayıp serbest zamanımızı geçirmek üzere Kayaköy'e gittik sonra.
Dik bir yamacı boydan boya kaplayan evlerin kalıntılarına baktığımda bana Safranbolu'yu hatırlattı Kayaköy. Çünkü burada da birbirine saygı duyarak sıralanmıştı evler. Birbirlerinin güneşini ve manzarasını kesmeden.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan Rum mübadelesi sonucu binlerce insanın evlerini terk ederek doğdukları topraklardan ayrılmak zorunda kaldığı bu hayalet şehir, aradan bunca zaman geçmesine rağmen tüm insanlığa, savaşların sonuçlarının ne kadar acı sonuçlara yol açabileceğini ispatlamak istercesine dimdik ayakta duruyordu. Yıpranmış, sessiz, yıkık, dökük, terkedilmişti ama bu şehrin bir  ruhu vardı; 
acı çığlıklarla sessizliğe gömülen bir ruh. Bunu hissedebiliyorsunuz.

Kayaköy'de bir evin içine girdik, o kadar garip ki; bir zamanlar orada insanlar yaşıyordu, mutfağında çorbaları kaynıyor, o tahta döşemelerde çocuklar koşturuyordu. Ama şimdi boş, tıpkı bulunduğu köy gibi...

Bu garip ruh haliyle otobüse atlayıp Fethiye'de geçireceğimiz son akşamımızı geçirmek üzere dönüşe geçtik. Ay biz de terkedecektik buraları :(

Otobüste rehberimiz grubumuz çok aktif olduğu için o gece Marmaris'in meşhur gece klübü olan Arena'ya götürebileceklerini söyledi. İstekli olanlar vardı ama yeterli çoğunluk sağlanamadı. Çünkü ertesi gün yine erken kalkacaktık ve akşam uçağına kadar yoğun bir program bizi bekliyordu.
Biz akşam yemeğimizi yiyip duşumuzu aldıktan sonra öyle hemen uyumak da istemedik. Otelimizin önünden geçen minibüslerden birine atlayıp Fethiye'nin meşhur çarşısı Paspatur'a gittik.

Ara sokaklarda turladık,

Ve gecenin sonunda otele geri dönüp havuz başında çekirdek çitledik. :)

Vay be! Bu turun da sonuna yaklaştık, epi topu 1 günümüz kaldı. Sanki gerçekten tatilin son günü gibi hissedip hüzünlendim şu an :)

Son gün Gökova'nın muhteşem koylarına, Akyazı'ya, Kleopatra Adası'na gideceğiz. Müthiş yerler anlatacağım size. Beklemede kalın. Görüşmek üzere!