Hatırlarsanız 3.gün, turumuzun en uzun mesafesi Kalkan-Kaş-Kekova bölgesini (yaklaşık 300km) gezmiştik ve çok yorulmuştum. 4.gün ise sanırım turun en kısa mesafesini yaptık. Çünkü o gün sadece Belcekız koyunda dolanıp durduk. Belki mesafe olarak yaklaşık 40 km dolaştık ama o günün sabahında yaptığım yamaç paraşütü ve daha sonra gezdiğimiz yerler beni milyonlarca kilometre uzağa, harikalar diyarına götürdü diyebilirim :) Paraşüt maceramı daha önce anlatmıştım bu yüzden şimdi size ondan sonra gittiğimiz yerleri anlatacağım.
Biz çılgın paraşütçüler (!) indiğimiz Belcekız plajında çılgın olmayan arkadaşlarımızla ve rehberimizle buluşup, tekneyle Belcekız koyunda yer alan Kelebekler Vadisi, St.Nicholas adası gibi doğa harikası yerleri gezdik.
Fotoda görüldüğü üzere sol tarafta duran durgun bir gölü anımsatan yer Ölüdeniz, sağ taraftaki daha canlı duran yer de Belcekız. Ölüdeniz'in aşağısında bulunan kulakçık da (lagün) en fırtınalı günlerde bile Ölüdeniz'in sakinliğini korumasını sağlıyor. Tabi bu jeolojik açıklama dışında daha romantik açıklamalar da var :)
Rivayet o dur ki; eskiden buradan geçen gemiler açıkta demir atar ve içme suyu almak için kıyıya sandallarla çıkarlarmış. Bir gün yaşlı bir kaptanın genç ve yakışıklı oğlu kıyıya çıktığında güzeller güzeli Belcekız'ı görmüş ve ona aşık olmuş. E Belcekız da boş durur mu? O da biscolata'dan hallice olan bizim oğlana pek tabii sevdalanıvermiş hemen. İşte bunlar gel zaman git zaman böyle cilveli cilveli bakışıp dururlar, su alıp vermece oynarlarmış birbirleriyle.
Bir gün denizde bir fırtına kopmuş, oğlan babasına denizde sığınabilecekleri havuz gibi bir koyun olduğunu söylemiş. Babası ise oğlunun Belcekız'la cilveleştiğini bildiği için oğlunun sevgilisini görmeyi bahane ettiğini zannederek ona çok kızmış ve o fırtınada kavga etmeye başlamışlar. O esnada gemi tam bir kayalığa çarpacakken kaptan bir kürek darbesiyle oğlunu denize atıvermiş ve sonra dümene yapıştığında da karşılaştığı manzara kaptanın içini kavurmuş, çünkü oğlu haklıymış ve o bahsettiği göl gibi olan koya girmek üzereymiş. Ama maalesef oğlu orada ölüvermiş.
Kayalıklarda sevdiceğinin yolunu bekleyen bizim Belcekız da oğlanın öldüğünü öğrenince "bundan gayrı yaşamak bana haramdır" diyerek kendini kayalıklardan atmış ve o da oracıkta can vermiş. İşte bu efsaneye göre; o gün bugündür kızın öldüğü yere Belcekız, oğlanın öldüğü yere de Ölüdeniz denmekteymiş.
Bilmiyorum bu hikayenin ne kadarı doğru? Ama böyle hikayeler dinleyince insan başka alemlere dalıveriyor. Ve anlatılan o yer sizin kalbinizde o efsaneyle özel bir yere sahip oluyor nedense. Hasanboğuldu gibi, Sarı kız ve daha niceleri gibi...
Neyse efsaneleri bir yana bırakıp gezimize kaldığımız yerden devam edelim.
Belcekız'dan tekneyle açıldık ve yine müthiş koylarda mola verdik, en güzel maviliklere kendimizi bıraktık. Tabi ben Ölüdeniz'de yüzme şansını yakalayamadım çünkü turumuz Ölüdeniz'de yüzme molası verdiği sırada ben yukarıda Ölüdeniz'in daha derinliklerine dalıyordum. (Ama ters açıyla :) )
İşte bu da İlknur'un gözüme gözüme soktuğu ben uçarken onun düz açıyla daldığı Ölüdeniz'de çektiği karelerden biri :(
Soru şu: yukarıdaki denizde yüzmek mi yoksa yamaç paraşütü yapmak mı? (Neden bazı sorulara "hepsi" diye cevap veremiyoruz?) :( O zaman bu soruya şu aşağıdaki fotoyla cevap vererek kendimi avutmak istiyorum :)
İlknurlar Ölüdeniz'de yüzerken ben de bir ayağımı Ölüdeniz'e ötekini de Belcekız'a soktum işte. :)
Şimdi soruyu tekrar alayım: "Ölüdeniz'de yüzmek mi yoksa yamaç paraşütü mü?" cevap veriyorum: yine de "hepsi" demek isterdim!!! Ay içime dert olmuş benim ya, şimdi farkettim vallahi. :)
Yok yok gönül rahatlığıyla diyebilirim ki iyi ki uçmuşum, yine olsa yine aynı kararı verirdim. Küçükken böyle top şeklinde bir haritam vardı benim çevirir çevirir bakardım. Babadağ'dan atladıktan bir süre sonra bu manzaraya yaklaştığımda elimde o küre şeklindeki harita varmış ve orada Ölüdeniz'e dokunuyormuşum gibi hissetmiştim. Böyle söyleyince belki basit bir anlatım oldu ama bence "dünyaya dokunabilmek" kelimelerle tarif edilemeyecek kadar müthiş bir his.
Neyse bu müthiş hislerle biraz da Ölüdeniz'de yüzememiş olma ezikliğiyle Kelebekler Vadisi'ne adım atar atmaz kendimi arı ölüleriyle dolu denize atıverdim. Evet anlam veremedim ben de ama hayal kırıklığına uğradım maalesef. Gerçi rehberimiz Gökçen bizi Kelebekler vadisi hakkında uyarmıştı. Yani; "fazla bir beklentiniz olmasın" demişti ama zaten benim Ölüdeniz'i unutturacak bir denizden başka bir beklentim yoktu. O da olmadı. Bu sefer denize girmeyip vadinin yukarısını tırmananları kıskandım :)
Bilemiyorum belki günü birlik turların yoğun olduğu saatlerde gitmemizin etkisiyle, denizin de o anda pek iyi olmaması sebebiyle Kelebekler Vadisi bende tekrar gitme isteği uyandırmadı. Ama tabi belki kamp yapıp orada tatilini geçirenler için günü birlik turlar gittikten sonra daha cool daha dingin bir ambiyans olabilir.
Aslında burası sahip olduğu endemik (belirli bölgelerde yaşayan) canlı türleriyle de meşhurmuş. Örneğin kaplan desenli kelebekler varmış burada. Tabi ben insan ve ölü arı dışında başka bir canlı görmedim ama dediğim gibi etrafı gezmedim. Tepelelere çıkanlar müthiş bir doğanın olduğunu söylediler.
Bir de bu aralar parmak arası terlik kazalarıyla da meşhurmuş bu vadi. Siz siz olun eğer yolunuz buralara düşerse ve şelaleye kadar tırmanmak isterseniz deniz ayakkabısı ya da spor ayakkabıyla çıkın yola.
Kelebekler vadisinden ayrıldıktan sonra "atın beni denizlere, yalan dünya size kalsın" şarkısnı söylememe neden olan St Nicholas Adası (Noel Baba Adası) olarak da bilinen Gemiler Adası'nda yüzme molası verdik.
Bu adanın zirvesine ulaşanlar Ölüdeniz'i, Kelebekler Vadisi'ni, Göcek Körfezi'ni ve açık denizleri görebilirlermiş. Ama tabi ki ben sabah manzaranın alasını gördüğüm ve güzel bir denizde yüzme isteğiyle kavrulduğum için kendimi hemen bu güzelim sulara bırakıverdim.
Ama blogumu da unutmadım tabi; aklım bu sefer de manzarada kalmasın diyerek fotoğraf makinemi gruptan arkadaşlarımız olan Sinan ve Harun'a verdim. Biz yüzerken onlar da şu yukarıdaki ve aşağıdaki güzel kareleri çekmişler sağolsunlar :)
Ortaçağ denizcilerinin rehber kitaplarında Noel Baba'nın bir dönem burada yaşadığına dair çeşitli efsaneler bulunduğundan daha çok "St.Nicholas adası" olarak bilinen bu adanın M.S 240 lı yıllarda meydana gelen depremle sulara gömülen kısmında derin bir tarihin yattığı söylenmekte.
Ada son zamanlarda Japon arkeologların ilgisini de çekmiş ve yaptıkları çalışmalarda ortaya çıkardıkları kilise ve şapel kalıntılarında bu kilise ve şapellerin Aziz Nikola döneminde ve gözetiminde yapıldığına dair yazılar bulmuşlar ve böylece söylenen efsaneler doğrulanmış.
Alın size aklımın kaldığı bir yer daha! Burayı gezmek, o kalıntıları görmek çok isterdim doğrusu. Ama olsun, denizinde yüzmek de çok ama çok güzeldi. Hayat tercihlerden ibaretmiş, birkez daha anladım.
Bir iki koyda daha yüzme molası verdikten sonra tekrar Belcekız'a geri döndük.
Sabah yamaç paraşütü yapmış olmanın verdiği şapşallıktan etrafıma bakmadan tekneye atlamıştım ve neyi kaçırdığımın farkına dönüşte varmıştım aslında ben. Döndüğümde gördüğüm bu güzel plaj aklımı başıma getirdi ve tekrar alıcı gözle ve imrenerek baktım oraya.
Anı olsun diye fotoğraflamakla yetinerek, başka zaman bir daha gelmeyi dileyerek bizi bekleyen otobüsümüze atlayıp serbest zamanımızı geçirmek üzere Kayaköy'e gittik sonra.
Dik bir yamacı boydan boya kaplayan evlerin kalıntılarına baktığımda bana Safranbolu'yu hatırlattı Kayaköy. Çünkü burada da birbirine saygı duyarak sıralanmıştı evler. Birbirlerinin güneşini ve manzarasını kesmeden.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan Rum mübadelesi sonucu binlerce insanın evlerini terk ederek doğdukları topraklardan ayrılmak zorunda kaldığı bu hayalet şehir, aradan bunca zaman geçmesine rağmen tüm insanlığa, savaşların sonuçlarının ne kadar acı sonuçlara yol açabileceğini ispatlamak istercesine dimdik ayakta duruyordu. Yıpranmış, sessiz, yıkık, dökük, terkedilmişti ama bu şehrin bir ruhu vardı;
acı çığlıklarla sessizliğe gömülen bir ruh. Bunu hissedebiliyorsunuz.
Kayaköy'de bir evin içine girdik, o kadar garip ki; bir zamanlar orada insanlar yaşıyordu, mutfağında çorbaları kaynıyor, o tahta döşemelerde çocuklar koşturuyordu. Ama şimdi boş, tıpkı bulunduğu köy gibi...
Bu garip ruh haliyle otobüse atlayıp Fethiye'de geçireceğimiz son akşamımızı geçirmek üzere dönüşe geçtik. Ay biz de terkedecektik buraları :(
Otobüste rehberimiz grubumuz çok aktif olduğu için o gece Marmaris'in meşhur gece klübü olan Arena'ya götürebileceklerini söyledi. İstekli olanlar vardı ama yeterli çoğunluk sağlanamadı. Çünkü ertesi gün yine erken kalkacaktık ve akşam uçağına kadar yoğun bir program bizi bekliyordu.
Biz akşam yemeğimizi yiyip duşumuzu aldıktan sonra öyle hemen uyumak da istemedik. Otelimizin önünden geçen minibüslerden birine atlayıp Fethiye'nin meşhur çarşısı Paspatur'a gittik.
Ara sokaklarda turladık,
Ve gecenin sonunda otele geri dönüp havuz başında çekirdek çitledik. :)
Vay be! Bu turun da sonuna yaklaştık, epi topu 1 günümüz kaldı. Sanki gerçekten tatilin son günü gibi hissedip hüzünlendim şu an :)
Son gün Gökova'nın muhteşem koylarına, Akyazı'ya, Kleopatra Adası'na gideceğiz. Müthiş yerler anlatacağım size. Beklemede kalın. Görüşmek üzere!