Wikipedia

Arama sonuçları

Tiyatro etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tiyatro etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2017 Çarşamba

Saadet Hanım

 Yaklaşık 2 senedir tiyatroya gitmiyordum. Aslında bu sene de Damla'dan dolayı tiyatronun "t" sini bile aklımdan geçirmiyorken kuzenim sayesinde kendimi o büyülü perdenin karşısında "Saadet Hanım"ı izlerken buluverdim.

Gazi Osman Paşa sahnesinde izledik. Sahne çok küçüktü ama dekor güzeldi. Genel olarak oyunda çok fazla mesaj olmasına rağmen çıkışta aklımda hiçbiri kalmadı gerçi ama olsun keyifli bir oyun izlediğimi söyleyebilirim.

Evet daha az ve öz mesajlar verilebilirdi belki. Örneğin hazır gündem de buna müsaitken eğitim sistemi üzerine yürünebilirdi meselâ. Oyunun konusu buna çok müsaitti çünkü. Tamam, sustum... Bir şehir tiyatrosu oyunundan imkansızı istiyorum galiba :)

Neyse oyundan bahsedeyim biraz; olay, bir banka şubesinde geçmekte. Emekli ilkokul öğretmeni Saadet hanım, yani Nilgün Kasapbaşoğlu parasını çekmek için bankaya gelir. O gün aynı zamanda oğlu Sermet'in de doğum günüdür ve oğlu için sürpriz bir doğum günü kutlaması planlamaktadır ancak asıl sürpriz bankada o gün yaşanılanlardır. Gidecekler için daha fazla anlatmayayım, sürprizi kaçmasın :)

Oyunculuklardan bahsetmek gerekirse; televizyondan ve sinemadan tanıdığımız ve aynı zamanda seslendirme sanatçısı olan Nilgün Kasapbaşoğlu kendisine hayran bırakacak kadar iyiydi. Aslında oyuncuların geneli, pek tabi ki iyiydi. Fakat Saadet hanım'ın oğlu rolündeki oyuncu çok defa gülme krizine girerek oyundan koptu. Bu biraz göze battı sanki.

Her ne olursa olsun, uzun süredir izlemediğim için bana öyle iyi, öyle güzel geldi ki; oyundan kopan oyuncuyla birlikte ben de koptum :) ağzım kulaklarımda izledim tüm oyunu :)

Neyse, kısaca eğlenceli vakit geçirmek için gidilebilir bir oyun. Fırsatınız varsa gidin, pişman olmazsınız...


14 Mart 2017 Salı

Ata Demirer Gazinosu



Geçtiğimiz cumartesi akşamı Bostancı Gösteri Merkezi'nde Ata Demirer Gazinosu'nu izlemeye gittik ve çok keyifli bir akşam yaşadık.

Tiyatro ortamında gazino keyfi yaşamaya çalışmak biraz garip olsa da ilginç bir deneyimdi. Ata Demirer işini ciddiye alarak yapan bir sanatçı ki böyle bir projede Taşkın Sabah ve orkestrasıyla çalışmasından da bu belli oluyor zaten. Ayrıca sahnedeki heyecanını, ilk sahne deneyimiymişcesine hemen hissedebiliyorsunuz.

Ata'nın sesine hayran kaldık. Yalnız, seçilen şarkılar genel olarak bana biraz ağır geldi yani kıpır kıpır söylediği şarkılar daha iyi hissettirdi. Ve küçük bir eleştiri daha; stand up yaptığı bölümleri biraz daha uzun tutsaydı daha mutlu olacaktık. Daha fazla stand up izlemeye odaklandığımız için biz biraz gülmelere doyamadık da :)

Nasıl anlatsam size; içinde konser, stand up, taklit, kahkaha, eğlence hatta dansözün bile olduğu bir gösteri izledik diyebilirim. Genel olarak eğlenceli, yüzlerde hoş bir tebessüm bırakan kaliteli bir gösteriydi.  Keyifli bir akşam geçirmek isteyenlere tavsiye edilir.




23 Şubat 2016 Salı

Oyunlarla Yaşayanlar

Bu kitabı bitirdiğimde, Selim gibi, Turgut gibi yine hayata istediği gibi tutunamamış yeni bir dost kazanmış gibi hissettim.

Oğuz Atay  bu sefer "Coşkun Ermiş" karakteriyle ince göndermeler yapmış küçük aydın burjuvalara. Kaleme aldığı her eserinde çizgisini bozmadan anlatmak istediklerini aynı yöntemle nasıl anlatmayı başarabiliyor ve bunu yaptığı için de her seferinde kendisine nasıl böyle hayran bırakabiliyor bir kez daha anlayamadım.

Çoğunlukla doğu-batı arasında gel-gitler yaşayan, batılılaşmaya meraklı ama belki de hiçbir zaman batılılaşamayacak olan bir toplumda yazdığı oyunlarla tutunmaya çabalayan bir yarı aydının "acıklı güldürüsü" diyebiliriz özetle.

Oğuz Atay'ın günlüğünde bu oyunu nasıl ilmek ilmek oluşturduğunu, karakterlerinin isimlerinden, söyledikleri sözlere, sahnenin dekoruna kadar her bir ince ayrıntı üzerinde nasıl titizlikle durduğunu okumuştum. Bu yüzden bu kitap biter bitmez tekrar Günlük'ü elime alıp bu eserin olduğu bölümlere gömüldüm. Günlük'ten sonra da oyunu tekrar okumak istedim ama tabi sonra "ee Dilek yeter ama, bitir artık bu oyunu ve gerçek hayata geri dön" dedim kendi kendime. Sonra da "tamam ya, o zaman bloguma anlatayım ben bu oyunu" diyerek burada buldum kendimi :)

Bu eseri Oğuz Atay,  zamanında sahnelensin diye Yıldız Kenter'e sunmuş ama o zamanlar pek anlaşılamamış. Bunun hayâl kırıklığını bu sefer daha çok hissettim Günlük'te. Aslında çok daha sonralar bir çok kere sahnelenmiş ama sanırım yine kitaptaki o büyülü etki yansıtılamamış sahnelere.

Aslında eserin hiç sahnelenmeden sadece kitap olarak kalması "oyun" kavramını vurgulamak için oyun formatında yazılmış bir eser olarak da algı yaratabilirmiş, ki hâli hazırda bu şekilde daha büyülü bir etki bırakıyor okuyucu üzerinde zaten. Yani kişileri, dekoru, sahneyi hayâl ederek insan kendi kafasında yarattığı bir oyunun içinde buluyor kendisini.

Konusu itibariyle, alıştığımız ve garip bir şekilde herkesin kendini yakın hissettiği bir tutunamayan hikâyesi olduğunu söylemiştim. Bu arada Oğuz Atay, hem Selim'i hem de Turgut'u unutmamış ve onları da yad etmiş iki yerde. İşte Turgut'a selam çaktığı bölümü aşağıya aktarıyorum:

Coşkun arkadaşlarıyla meyhânededir ve Saffet'le dertleşir:

"  COŞKUN: Sesler duyuyorum yeniden. (Uzaktan bir alaturka müzik duyulur. Fasıl heyeti. Coşkun gözlerini kapar, müziği dinler) Sanki benden başka kimse anlamıyor bu sesleri.
             SAFFET: Ama alaturka sesler bunlar.
 
            COŞKUN: Evet ama onu dinlerken sanıyorum ki bu sesleri kimse benim gibi hissetmiyor.(Alaturka sesler tekrar duyulur: "Ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum") Bu sesi yıllarca duymuşum da farkına varmamışım. Ne garip. Ya da başka şeyler hissettiğimi sanmışım. (Gülümser) Eskiden bir arkadaş vardı. Ne zaman bu şarkıyı duysa, "Aman şu adamın altını söndürün!" diye çırpınırdı. Biz de ne kadar gülerdik. Neden gülerdik? Ben artık gülemiyorum Turgut!
         
           SAFFET: Ben Turgut değilim.
           
           COŞKUN: (Gözleri kapalı) Ben artık o adamın altını söndürmek istemiyorum Turgut. (Sesini yükseltir) Turgut, aklını başına topla, durum bildiğin gibi değil. (Sesi titrer.) Milletimizin heyecanına şahit oluyorum Turgut! Bu heyecanı anlatmazsam sanki bu sese ihanet etmiş olacağım Turgut!
         
           EMEL (Merakla): Kim bu Turgut?
(Radyoda spikerin sesi duyulur: "Şimdi de Mustafa Çavuş'un bir eserini dinleyeceksiniz. Eserlerinin çoğu günümüze kalan bu büyük bestecimizin hayatı hakkında ne yazık ki hemen hiç bir şey bilmiyoruz")
       
           COŞKUN: Turgut mu? Mustafa Çavuş gibi biri..."

Görüldüğü gibi içinde bir çok oyun barındıran bu oyun aynı zamanda bir çok tutunamayan da barındıyor Coşkun gibi, Turgut gibi ve hatta Mustafa Çavuş gibi...




30 Aralık 2015 Çarşamba

Cyrano De Bergerac


İstibdat Kumpanyası adlı oyunu izlediğimden beri görmek istediğim bir oyundu Cyrano De Bergerac.

Eserin konusu dramatik; hayranlık uyandıracak şekilde kılıç kullanan ve inanılmaz bir şairliğe sahip Cyrano haddinden fazla büyük burnu olduğu için kendini çirkin bulmakta ve aşık olduğu kuzeni Roxane'a bu yüzden bir türlü açılamamaktadır. Açılmak bir yana dursun, Roxane'ın Cyrano'nun bölüğünde genç ve yakışıklı Christian'a aşık olduğunu da öğrenince aşkından vazgeçip onları kavuşturmaya çalışıyor üstelik bu güzel yürekli kahramanımız,

17. yüzyıl Fransa'da yaşamış şair ve silahşör Cyrano de Bergerac'ın hayatından esinlenen bu oyun anlayacağınız üzere, aşkı, kahramanlığı ve gururu anlatıyor.

Edmond Rostant'ın eserini Sabri Esat Siyavuşgil dilimize çevirmiş ve bunu öyle güzel yapmış ki; Cyrano'nun oyun sırasında yaptığı bazı tiratların orjinalinden bile daha güzel olduğu söylenmekte.

Buna rağmen oyundan çok etkilendim diyemem. Bazı detaylar beni rahatsız etti çünkü. Ses, görüntü ve sahnedeki kalabalığın nerede ne zaman duracağını bilemez halleri de bu detayların arasında. Ama.....

Bu "ama"dan sonraki noktaları, oyunda Cyrano karakterini canlandıran ve bu sene tesadüf olarak sahnede 2 kere seyretme şansını yakaladığım Yiğit Sertdemir ile doldurmak istiyorum. Çünkü seyirciye bu oyunu sonuna kadar izletme başarısını Yiğit Sertdemir'in muhteşem oyunculuğu sağlıyor ve bence sadece bu güzel oyunculuğu izlemek için bile gidilir bu oyuna. Bunun dışında güzel olan bir diğer şey de müziklerdi. Evet, onlar da oyuna renk katmıştı. Kostümler ve makyaj da güzeldi aslında ama ışık yetersiz olduğu için fazla muhteşem durmuyorlardı.

Diğer oyunculuklar için ise çok kötü denemez ama ortalamanın altında kalıyorlardı diyebilirim. Tamam, belki Yiğit Sertdemir'in muhteşem performansı yüzünden ben öyle hissetmiş de olabilirim. Ama özellikle Roxane rolü için Ayşecan Tatari'den başka isimler düşünülebilirdi. Şehir Tiyatroları'nda bu rolün hakkını verecek çok başarılı ve güzel kadın oyuncular var biliyorum çünkü.

Neyse, kaba taslak oyun hakkındaki izlenimlerim böyle işte. He bir de küçük bir not düşmek isterim; ben Ümraniye Sahnesi'nde izledim bu oyunu. Bir daha adım atmak istemeyeceğim bir yerdi. Yerin bana çok uzak olması, sahnenin ışık ve ses düzeninin kötü olması, gelen seyircilerin çoğunun oyunla ilgilenmeyip telefonlarının ışıklarıyla sinirleri tavana zıplatmalarını mı anlatsam size bilemedim. Ümraniye Sahnesi denilen yerin aslında bir spor salonu olmasından hiç bahsetmiyorum bile.

Sanırım seyircilerin tavırları da ortama göre değişiyor. Yani güzel tarihi bir tiyatro binasında insanlar böyle davranmaya cesaret edemezdi herhalde. Buna da şükür tabi ki ama yine de insan düşünmeden edemiyor; her bir tarafından vinçler yükselen, şantiyeyi andıran güzel şehrimde birkaç inşaatcık da tiyatrolar için yapılsa, bizler de AVM'ler ve spor salonlarına hapsedilmiş muhteşem eserleri hakkını vererek ve büyülenerek daha güzel yerlerde izleyebilsek güzel olmaz mıydı?

Not: Fotolar İbb.gov.tr'den alınmıştır.






19 Kasım 2015 Perşembe

İstibdat Kumpanyası

Uzun süredir bir tiyatroda bu kadar güldüğümü, bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum. Çok güldük, çok eğlendik... Evet ballandıra ballandıra (ama spoil etmeden) anlatacağım ki herkes gidip izlesin bu şahane oyunu.

Oyunun isminden de anlaşıldığı gibi olay, İstibdat döneminde yani II.Abdülhamit'in 1.Meclis'i kapatmasından sonraki baskıcı ve yasaklı dönemde geçiyor. Öyle bir dönem ki; padişaha karşı bir gönderme olabilir korkusuyla en ufak detaylarda bile sansür ve otosansür uygulanıyor.

Bu yönetime karşı olan cumhuriyet yanlısı Şeref Paşa da tiyatroyu kullanarak halkı galeyana getirmek ve bu baskıcı sistemi sinsice çökertmek istiyor. Bunun için Fransa'dan yarı Fransız yarı Türk olan Samuel efendiyi (Levent Üzümcü) getirtiyor ve ondan "Cyrano de Bergerac" adlı oyunu sahneye koymasını istiyor. Çünkü oyunun ana karakteri olan Cyrano'nun Abdulhamit gibi uzun bir burnu vardır.

Paşa, oyun sırasında Abdulhamit'in burun gibi hassas olduğu pek çok konuda göndermeler yapılarak sansürlerin delinmesini ve bu kargaşada Abdulhamit'in tahttan indirilerek tekrar meclisin açılmasını ummaktadır.

Böyle anlatınca, kulağa entrikalarla dolu Muhteşem Yüzyılvari bir oyun gibi gelebilir ama öyle değil. Çünkü, Samuel efendinin bu oyunu sahneye koyabilmesi için başka oyunculara da ihtiyaç vardır ama jurnallerle tiyatroların yakıldığı, oyuncuların dövülüp susturulduğu bir dönemde böyle bir oyunda yer almak isteyecek tiyatrocu bulmak da bir hayli zordur. Bu şartlarda ise paşanın bu konu için görevlendirdiği yardımcısı, ancak Recai efendinin topluluğunu bulabiliyor ki; asıl şenlik de işte, birbirinden renkli kişiliklerden oluşan bu toplulukla, Samuel efendinin tanışmasıdan sonra başlıyor.

Sonra neler mi oluyor? Espriler, göndermeler, ince detaylar, müthiş oyunculuklar, danslar, müzikler o kadar çok şey oluyor ki... Ve her şey o kadar güzeldi ki; kendimi tutmasam oyun hakkında Cyrano'nun burnu gibi koooocaaaaamaaaannn bir post yazabilirim. Her şey bir yana sadece Levent Üzümcü'nün performansı için bile ayrı olarak, destanımsı bir yazı hazırlayabilirim. Ama ben hiçbirini yapmıyorum ve yazımı en ballandırılmış yerinde tatlı tatlı kesiyorum; fırsat bulur bulmaz gidin kendiniz tadını çıkarın diye.



1 Kasım 2015 Pazar

Tiyatro Önerisi "Hayal-i Temsil"

Nihayet, dün tiyatro sezonunu açtım. Haftalar öncesi ilk boş bulduğum oyuna almıştım bileti. Üsküdar Müsahipzade sahnesinde izlediğim oyun hakkında pek bilgim yoktu aslında. Sadece Afife Jale ve Bedia Muvahhit'in hayatlarını anlatan bir oyun olduğunu öğrenmiştim online bileti onaylamadan önce.

Ama şimdi bu oyunu izleyen biri olarak gönül rahatlığıyla diyebilirim ki; "iyi ki almışım o bileti ve iyi ki izlemişim bu oyunu". Hayatımda izlediğim en büyüleyici oyunlardan biriydi hatta biraz daha zorlarsam en muhteşemiydi diyebilirim. Oyunculuk, dekor, sahne... her şey kusursuzdu.

Gerçek hayatlarında hiçbir zaman yan yana gelmemiş olan ama aslında aynı zamanlarda yaşamış ilk Türk müslüman kadın tiyatro sanatçılarından olan Afife Jale ve Bedia Muvahhit bu oyunda hayali bir temsil ile bir araya geliyorlar. Kurgu çok güzel. Oyunculuk muhteşem. Ama beni asıl etkileyen sahne ve dekor oldu. Bu yaşıma kadar izlediğim oyunlar içinde dekoruna hayran kaldığım tek oyundur diyebilirim. Tahta duvarların içinden çıkan farklı mekanlarla farklı zamanlara yolculuğa çıkıyorsunuz adeta.

Bedia Muvahhit rolünü Hümay Güldağ, Afife Jale rolünü Şebnem Köstem canlandırıyor ve onlara da başta eski makyör Dikran olmak üzere birbirinden farklı çeşitli rollere jet hızla bürününen pek yetenekli Yiğit Sertdemir eşlik ediyor. Yiğit Sertdemir aynı zamanda oyunun yönetmenliğini yapıyormuş; ki oyun sırasında o yönetmenliği sahne hakimiyetinden hissediyorsunuz zaten.

Oyunun hayran bırakan etkisi bir yana bir de bu oyundan pek çok şey öğrendim ben. Mesela, Selahattin Pınar ile Afife Jale'nin aşkını bilmiyordum. Birlikte "Bir bahar akşamı  rastladım size" şarkısını söyledikleri sahne çok güzeldi. Onları izlerken "vay be, bu şarkı Afife Jale için mi yapılmış acaba? oyundan çıkınca araştırmam lazım" dedim. Aslında içimde hep bir araştırma isteğiyle izledim oyunu. Afife Jale'yi, Selahattin Pınar'ı, Bedia Muvahhit'i, kendi gibi tiyatrocu olan Bedia Muvahhit'in eşini, Darülbedayi'yi ... ve bugüne kadar araştırma gereği duymadığım için kendime kızdığım pek çok konuyu.

Daha fazla detay vermek istemiyorum. Gidip izleyin ama gitmeden bu kişilerin hayatlarına bir göz atın, öyle izleyin. Gerçekten etkileyici hayatlar ve etkileyici bir oyun.


3 Kasım 2014 Pazartesi

İstanbul Efendisi

Bu seneki tiyatro açılışını kuzenim Sena'yla, bu hafta sonu yaptım çok şükür. Hem de ne zamandır bloglardaki ve sözlüklerdeki övücü yorumlardan özendiğim ama bir türlü gitmeye fırsat bulamadığım "İstanbul Efendisi" adlı oyunla yaptım bu açılışı.

Şu kadarını söyleyebilirim ki; oyun, gerçekten okuduğum tüm övgüleri hakediyormuş. Oyuncuların yaklaşık 3 saat boyunca sergiledikleri performansı tek kelimeyle muhteşemdi. Müzikli bir oyun olduğu için çok da eğlenceliydi ayrıca. Ben biletleri haftalar öncesinden aldığım için en önden yer seçimi yapmıştım ve sahneyle önümüzde kocaman  pist gibi bir boşluk vardı. Öyle ki; bir ara kalkıp o boşluğa fırlayıp oynamamak için kendimizi zor tuttuk :) (Bu arada ilk defa gittiğim Kağıthane Sadabad Sahnesi de gayet güzeldi.)

Müsahipzade Celal'in 1914 yılında kaleme aldığı tiyatro esirinde Lale Devri sonrasında traji komik bir olay anlatılıyor. Aslında mevcut şekliyle bugünün seyircisinin anlamada biraz zorlanabileceği bu eseri günümüz insanın anlayacağı ve sıkılmayacağı bir biçimde çok güzel uyarlamışlar. Şarkıları da konuya göre öyle kurgulamışlar ki tam bir cümbüşün içinde buluyorsunuz kendinizi.

Oyunda dikkatimi çeken bir diğer ayrıntı; gerek kostüm, gerek makyaj ve gerek dekorda bir zombi havası hakimdi. Ben bu durumu eski dönemi anlatmış olmalarına bağladım ki bence seyirciye o tarihi havayı yaşatması bakımından çok başarılı olmuştu.

Böyle eğlenceli, böyle keyifli, böyle emek verilen bir oyuna gitmemek gerçekten olmazmış; bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Eğer siz de henüz gitmediyseniz, kendinize ve sevdiklerinize vakit ayırın ve bu oyuna hep birlikte gidin. İnanın çok eğleneceksiniz.