Wikipedia

Arama sonuçları

15 Aralık 2016 Perşembe

20

Dün akşam Aynur teyzeme gittik, Gökhan, Ali ve ben... Ben işten gittim. Biliyor musun, merdivenleri çıkarken sanki kapıyı gülerek bana sen açacakmışsın gibi geldi. Öyle olurdu ya hep; sen gündüzden giderdin teyzeme ben de akşam iş çıkışı gelirdim "oy kuzum geldi" diye beni orada da sen karşılardın.

Dün öyle olmadı. Kapıyı teyzem açtı. Anne yarısıdır diye ona sarıldım ben de. Yemekler yapmıştı bize; dün yemek işinden yırtmıştım anlayacağın... Yemesi çok güzel de hazırlaması çok zor geliyor be annem. Çok fena alıştırmışsın sen beni.

Ali ile Gökhan gelene kadar teyzemle senden bahsettik ve seni ne kadar özlediğimizi anlattık birbirimize, ağladık biraz da. Gökhan ile Ali geldi sonra, sonra Nilü ve daha sonra da Metin abim... Oturduk, muhabbet ettik. Konuştuk, güldük de. Hiçbir şey olmamış gibi...

Dönüşte hep seni düşündüm ve yokluğunu iliklerime kadar hissettim yine. Ali'yi bıraktık ve biz de eve döndük. Zaman böyle geçiyor görüyorsun işte. Geçiyor geçmesine de ben kendimi çok eksik hissediyorum, bunu da görüyorsun değil mi?


12 Aralık 2016 Pazartesi

18

Tahmin ettiğin gibi yemekle başım dertte. Yemek yapmayı hâlâ sevmiyorum, ama üzülme çoğunlukla Gökhan yapıyor aç kalmıyoruz, Ali'yi de çağrıyoruz bazen. Ben de geçen gün ilk kez zeytinyağlı taze fasulye yaptım. Senin önceden hazırlayıp derin dondurucuya attıklarınla. Ödüm kopuyor onlar -senden bana kalanlar- bitecek diye.

Sen bana anlatmıştın ama ben o zaman seni kulak arkası yapmıştım, o yüzden yaparken Aysel teyzemi arayıp ona sorma ihtiyacı duydum. O da tüm malzemeyi zeytinyağıyla, soğan ve azıcık domatesle birlikte tencereye attığını ama senin önce soğanı zeytinyağı ve domatesle kavurup fasulyeyi sonra attığını söyledi. He" bi de fazla su koyma" dedi.

Ben tabi ki senin yaptığın gibi yaptım. Yaparken de senin bana anlattığın yemek tarifini hatırladım. Sonunda bana demiştin ki "Yemek yapmak aslında çok kolay, hepsi aynı şekilde pişiyor. Önce soğanı, eti ya da kıymayı kavuruyorsun, sonra malzemeni atıyorsun"

Ben de öyle yaptım işte! Aysel teyzemin uyarmasına rağmen suyunu biraz fazla kaçırmışım ama oldu. Gökhan ile Ali "Hazır fasulyelere bir soğan doğramak için 1 saat teyzesiyle konuştu"  diye dalga geçse de her ikisi de yedi ve beğendi. Seninki gibi olmadı ama olacak; suyunu daha az, şekerini daha çok koyacağım gelecek sefer.

Su demişken, geçen gün evi su bastı. Ben oturup ağladım. Aslında ağladığım ıslanan halılar değildi, onları zaten yıkamaya verecektim, yeni oldukları için tüylerinden kurtulmak istiyordum. Ağladığım sendin annem. Konuyu nasıl sana bağladım bilmiyorum ama beni susturmaya çalışan Gökhan'ın boynunda dakikalarca ben annemi çok özledim diye ağladım.

Bunları burada anlatıyorum ama sen bizi aslında hep izliyorusun değil mi? Yani ben buna inanıyorum. İnanmasam yaşayamam ki... Yani bi düşünsene, sensiz... senin şefkatin, kokun, sesin, kahkahan, ellerin, ve o ellerle hazırladıkların... bunların hiçbiri yok... Bunlar olmadan nasıl yaşanır ki?

9 Aralık 2016 Cuma

15

On beş gün oldu. Tam on beş gündür sensiz yaşıyoruz. On beş gündür bu dünya sen olmadan dönüyor. Dönebiliyormuş. Hep dönemezmiş gibi gelirdi oysa.

Senden sonra herkes ağlasa da sızlasa da yaşantısına kaldığı yerden devam etti. Çalışan işine, evinden ayrı kalanlar evlerine geri döndüler. İçin rahat olsun kimseye bir zararın dokunmadı.

Ben mi? Ben tahmin ettiğimiz kadar çok kötü değilim. Yani içim çok kötü aslında ama hissettiğim kadar kötü görünmüyorum. Şaşkınım galiba biraz. Yeni ev, yeni düzen şaşkınlığımı biraz daha arttırıyor sanırım. Zaten hemen işe başladım. Fazla düşünmek için fırsat vermedim kendime. Düşününce çıldırabilir insan çünkü. Yani, sensiz... senin şefkatin, kokun, sesin, kahkahan, ellerin, ve o ellerle hazırladıkların... bunların hiçbiri yok... Bunlar olmadan nasıl yaşanır ki?

Biliyor musun; işteyken sen hep evdeymişsin ve eski düzen devam ediyormuş gibi hissediyorum. Sanki, ben de akşam eve gidecekmişim, kapıyı bana sen açacakmışsın, sonra telaşla mutfakta yarım bıraktığın salatayı hazırlamaya geri dönecekmişsin ve ben de senin peşinden mutfağa gelecek önce sana sımsıkı sarılıp "bu küçücük ellerle kızına neler hazırladın böyle" diyerek o güzel kokunu içime çekerek doya doya seni öpecekmişim ve sonra da senin hazırladığın o güzel sofraya oturacakmışım gibi....

Annem... Canım... Nasıl özledim bir bilsen! Daha onbeş gün oldu. Bu ömür nasıl geçer ki bu özlemle?




15 Kasım 2016 Salı

Canım Annem'e

Dediğini yaptık annem. Evimize, o çok sevdiğin, ondan başka hiçbir yerde rahat edemediğin, temizlemelere ve süslemelere doyamadığın, seninle güzel ve sıcak olan yuvamıza geri döndük işte.

Sana, evde hastane konforu yaşatmaya çalışıyorum günlerdir. Hastane yatağı aldım. Normal zamanda itiraz ederdin buna ama şimdi etmedin, edemedin... Sadece fiyatını sordun. "Kiralık bu, sen iyileşince geri vereceğiz" diye yine yalan söyledim sana. Bu aralar çok yalan söylüyorum evet.

Bir de artık yemek yemediğin için hastanede yaptıkları gibi seni damar yolundan besleyen mama raporu çıkartıp evde sağlık ekibini ayarladım. Her gün evde damardan mamayla besleneceksin tıpkı hastanedeki gibi. Ah bi lokma bir şey yesen dünyanın en mutlu insanı yaparsın beni biliyor musun? Ama ısrar da edemiyorum, çünkü biliyorum ki bu senin elinde değil. Hele bir de oksijen maskeni taksan! Bazen "bak hastaneye döneriz" diye tehdit ediyorum inatçılık yaptığında, işe yarıyor ama en fazla 15 dakika takıyorsun. Sonra çaresiz gözlerle bana bakıyorsun ya, o bakışın beni mahvediyor, ben de çıkarmana izin veriyorum hemen.

Hastaneden çıktığımız gün ve sonraki 2 gün daha az uyudun. Her geçen gün daha kötüye giden, seni bizden alan kahrolası hastalık biraz mola vermişti sanki de uyanıktın. Çoğunlukla bana bağırsan da, bazı kelimeleri karıştırsan da seninle iletişim kurabildiğim için ben memnundum halimden.

Ah annem, güzel annem; bir insan, bi kaç ayda nasıl bu hale gelir? Sanki başında nöbet tuttuğum, savunmasız bir bebek gibi yatan kişi sen değil de başka biri ve ben onu, sana anlatmak için senin bir yerden dönmeni bekliyormuşum gibi.

Güzel annem, evlatlarına hiç kıyamayan melek annem; çamaşır makinesini çalıştırmayı bile bilmediği için "sen nasıl yuva kuracaksın da ev bakacaksın çok merak ediyorum"diye dalga geçtiğin kızın 2 ayrı evde 2 ayrı çamaşır makinesi çalıştırıyor her gün. Çamaşır makinesini çalıştırmayı bu şekilde öğreneceğim aklımıza gelir miydi hiç, benimle gurur duyuyor musun he anneciğim?

Her zaman bana anlattığın, benim kulak arkası ettiğimi sandığın biçimde yapıyorum merak etme; deterjanını bol koyuyorum, ön yıkamalı programı seçiyorum. Bir de senin makinen yumuşatıcıyı hemen kapıveriyor, bu yüzden yumuşatıcıyı daha sonra koyuyorum, aynen dediğin gibi... Ama bunu bazen unutuyorum ve hemen aklıma senin "a gördün mü evin işine daldım verneli unuttum" deyişin geliyor. Ve  o zaman anlıyorum niye o kadar streslendiğini.

Bunun gibi pek çok şeyi de daha iyi anlıyorum artık. Ama bunları anlamam için kendini feda etmemeliydin. Ben evlendikten sonra da anlardım zaten. Hatta evlenmeden önce de anlıyordum ama farkında değilmişim anladığımın. Tıpkı çamaşır makinesini çalıştırmak gibi...

Ah annem, bana her şeyi öğretmişsin de bir tek şeyi öğretememişsin; o da, sensiz nasıl nefes alınır? İşte, hiç beceremiyorum onu. Bir yumruk var ya hani, hastalığını öğrendiğimde içime oturan, işte o yumruk engelliyor nefesimi hep. Çok korkuyorum anne, bir gün nefes alamamaktan çok korkuyorum...

6 Kasım 2016 Pazar

Canım Annem'e

Canım annem; sana buradan sesleneceğim aklıma gelmezdi hiç. Umarım bir gün bu yazdıklarımı okur ve dalga geçersin benimle; küçükken günlüklerimi bulup yaptığın gibi. Ah bunu nasıl isterdim bir bilsen... Bir kaç aydır yaşadığımız bu şuursuz kâbustan uyanmayı, ardından sana her şeyi anlatmayı ve hayırdır inşallah deyip sonra normal hayatımıza kaldığımız yerden devam etmeyi ne çok isterdim bilemezsin benim güzel annem...

Şu an karşımdasın ve ben bu satırları, senin o hiç sevmediğin hastane odasında sen melekler gibi uyurken yazıyorum. Bir yanım uyumanı istemiyor çünkü seni uyurken bile çok özlüyorum ben. Seninle sohbet etmeyi,  şakalaşmayı, tv izlemeyi, hatta izlemediğim ve asla izlemeyeceğim dizileri bana ısrarla anlatmanı bile çok özlüyorum biliyor musun? Ama bir yanım da uyumanı istemek zorunda kalıyor, çünkü uyumadığın zaman çektiğin acıları çaresizce izlemeye yüreğim dayanamıyor benim, öyle acılar içinde kıvranmana dayanmak çok zor benim birtanecik anneciğim...

Merak etme, seni hiç yalnız bırakmıyorum. Biliyorum birtanem; sen yalnızlıktan çok korkarsın. Senin düzenli nefes alış verişlerinle saatlerce hiçbir şey yapmadan oturuyorum ben de. Tıpkı bir zamanlar senin benim nefesimi dinlediğin gibi ben de senin nefesinin sesiyle dalabiliyorum artık uykuya biliyor musun? Ama içimde kocaman bir yumruk var anne, uyusam bile ben o yumruğu hep hissediyorum. Sonra boğulacak gibi oluyorum ve uyanıyorum. Tekrar senin nefes alış verişini dinleyip saatlerce oturuyorum öylece. Başka bir şey yapmıyorum, yapamıyorum...

Çok canım acıyor anne. Ve bunu sana söyleyememek daha da acıtıyor canımı. Oysa, sana anlatsam korkularımı, sıkıntılarımı, sen beni hemen teselli ederdin biliyorum ama yapamıyorum...

Başlarda, içimde bu yumruk varken bir de tiyatro oynuyordum, sana bir şey belli etmemek için. Ağlayamamak çok kötüydü, sen gözlerimin içine bakarken kirpiğimde göreceğin bir damladan bile mana çıkarırsın diye ödüm kopa kopa o yumrukla yaşadım haftalarca. Şimdi sen hep uyuyorsun ya, ben rahat rahat ağlayabiliyorum anne. Ama biliyor musun, ağlayınca da gitmiyor bu yumruk. Bir de gözlerim seninkiler gibi hemen şişiyor ağladığım için. Uyuduğundan beri gözlerim balon gibi annem. Bir uyansan ve beni böyle görsen hemen anlayacaksın ağladığımı. Ama sen bu söylediklerimi dert etme, korkma uyan olur mu? Benim cevabım hazır merak etme, üstelik yalan da değil; "çok uyudun, seni çok özledim anne!"


10 Ağustos 2016 Çarşamba

Mola

Biliyorum çok meraktasınız. Uzun zamandır sesim çıkmıyor, neredeyim, neler yapıyorum, evlilik hazırlıklarım nasıl gidiyor çok merak ediyorsunuz di mi? Ya da etmiyorsunuz da ben kendimi fazla önemsiyorumdur ne bileyim? Ama olsun, merak etseniz de etmeseniz de ben anlatacağım işte bana ne :) Alışık olmadığım kulvarlarda koşturmaya biraz ara vermeye, alışık olduğum kulvarlara dönüp anlatmaya, yazmaya, çizmeye kısaca bir molaya çok ihtiyacım var çünkü. Çok ayrı düştüm blogcuğumdan, çok özledim şu beyaz sayfada tatlı tatlı pır pır eden imleç şeysiyle cümleler kurmayı, yazıp çizmeyi, sevdiğim blogları okumayı, yorumlaşmayı...

Size şimdi pek bi şey anlatamayacağım. Sadece uğrayıp selam vermek, iyiyim ben, yaşıyorum demek ve burada vakit geçirmek istedim. Aslında anlatmayı istediğim çok şey var ama nasıl toparlamam gerektiğini hâlâ bilmiyorum. Hayatım biraz dinginleşsin, sular durulsun, toparlayıp paylaşacağım en kısa sürede merak etmeyin olur mu? Az kaldı, sadece bi kaç aycık daha... sabır...  Sonradan hatırlanınca, keyifli keyifli anlatılacak çok güzel anılar biriktiriyorum diyelim şimdilik. Tabi bunları biriktirmek, biriktirildiği anda pek keyifli olmuyor ama eminim anlatılınca öyle olacak.

Hayatım boyunca, benim zamanla hep bir sorunum  olmuştu zaten ama bu aralar öyle böyle değil, kanlı bıçaklıyız kendisiyle. Hani ele avuca gelen bi şey olsa, bi kaşık suda boğacağım keratayı. Neyse bana yine kaş göz ediyor. Tamam ya gidiyorum işte. Ben yine bunaldıkça kaçar gelirim. (Siz de birer selam çakın bana, neler yapıyorsunuz bakiim?)






16 Haziran 2016 Perşembe

Blogger Bohçası


Evet, bu yazıyı hazırlamak için biraz geç kaldım, yaptığı her saçmalıkta hastaneden aldığı rapora sığınan deliler gibi ben de bu ara hep nişan bahanesine sığınıyorum biliyorum ama ne yapayım nişanlandım işte, yetişemiyorum hiçbir şeye :) insan evladının -hele ki damarlarında Türk kanı akan bir evlatsa bu- kolay olmuyormuş böyle nişan, söz, bohça tantanasıyla baş edebilmesi. Nasıl anlatsam; böyle 360 derece başkalaşım geçiriyormuş da kendini bile tanıyamaz hale geliyormuş bu insancık. Normal yaşantısına kaldığı yerden devam edemiyormuş, dostlarına, hobilerine eskisi kadar vakit ayıramıyormuş... mış mış da muş muş işte... Anlıyorsunuz beni değil mi?

Neyse, nişan maceralarımı sonra anlatacağım merak etmeyin, şu an sindirme aşamasındayım. Küçük bir es vereyim diyerek az önce odama girdim ve eski dört başı mamur günlerimdeymişcesine şu yukarıdaki kareyi çekip, gecikmiş olan bu postu hazırlamak istedim.

Efendim, bu karede görmüş olduğunuz güzellikler, (yo yooo nişan bohçası değil korkmayın, öğrendim çok şükür bu işleri, nişan bohçası bööyle tüllü, dallı, budaklı, boncuklu, çiçekli, böcekli falan oluyor :)) bunlar sevgili blogger arkadaşımız Şule Uzundere'nin bana haftalar önce göndermiş olduğu hediyeleri oluyor, yani bir nevi blogger bohçası diyebiliriz :)

Şule, bildiğiniz gibi her ay blogunda ona yorum yapanlar arasında bir çekiliş düzenleyerek kütüphanesini yağmalıyor. Ben de payıma 5 kitap düştüğünü sanmıştım ama Şuleciğim bana jest yapmış yanında bir sürü güzel hediyeler de göndermiş. (Nişanlanıyorum diye zaar :) )

Kendisine buradan çok ama çook teşekkür ediyorum. Kitapları okumak için sabırsızlanıyorum. "Örgü Keyfi"'nin hakkını verir miyim bilmiyorum ama kitapların ve DVD'lerin hakkını vereceğimden emin olabilirsiniz. Hakkını verdikçe de gelir, burada anlatırım zaten.

Kalın sağlıcakla...









9 Haziran 2016 Perşembe

Sevgili Blogcuğum

Sevgili Blogcuğum,

Normal şartlarda kuşların cıvıldadığı mis gibi kokan yılın bu zamanlarında, sana gelip tatil planlarımı anlatmam gerekirdi. Sonra, artan zamanlarımda da okuduğum kitaplardan, gittiğim yerlerden bahsetmem ve kişisel, edebiyat ya da gezi bloglarında gezinerek "vay canına" deyip iç geçirip hayaller kurmam gerekirdi.

Bu sene bunları pek yapamıyorum, çünkü farklı telaşlarım ve farklı heyecanlarım var. Bana yabancı gelen sularda yüzüyorum biraz. Ve bu yüzden hiç uğramadığım, bugüne kadar uğrama gereği de duymadığım blogları, makaleleri ilgiyle okurken yakalıyorum kendimi çoğu zaman.

Özellikle söz, nişan, düğün hazırlıklarının ve deneyimlerinin paylaşıldığı postları keyfile okuyorum :) Ve okurken de bazen kendime inanamıyor "ben ne yapıyorum burada ya" diyorum. Ayrıca, bu konular bana çok uzak konularken, böyle kendimi, bir söz tepsisi bakarken, bir "kına gecesi organizasyon şirketi de neymiş ayol?" diye şaşırırken bulmadan da edemiyorum.

Değişik heyecanlar...

Bu ara böyle kendime şaşırıp şaşırıp duruyorum işte... Bu sence de şaşırtıcı değil mi? Sana tüm detayları anlatamıyorum vakit yok, zaten henüz anlatacak pek bir şey de yok. İşin en stresli, en sinir bozucu, en bekleyen yerindeyim. Bu geçmesi gereken zamanı da bloggerdaki deneyimlerden yararlanarak geçirmeye çalışıyorum. Neyse ki birileri benim gibi tembellik etmemiş ve en detaylı biçimde bu tatlı tecrübeleri anlatmış da onları okuyup biraz sakinleşiyorum.

Ben de anca arada sana uğrayıp, taslaklardaki karaladıklarıma şöyle bir göz atıp sonra da Nurella mimiğiyle uflayıp, hepsine burun kıvırıyor ve yeni bir kayıt açıp onu da tamamlamadan çıkıp gidiyorum. Sonra da bugüne kadar aklıma getirmediğim milyon tane gereksiz ayrıntının milyon tane kombinasyonunu, permütasyonunu hesaplamaya çalışırken buluyorum kendimi.  Çok garip...

İşte böyle Sevgili blogcuğum... Konsantrasyon sorunumun bittiği, olasılık hesaplarımın son bulduğu ve seninle doya doya ilgilenebileceğim günlerin bir an evvel gelmesi dileğimle...

Seni çok seven ve özleyen ben...











26 Nisan 2016 Salı

Kahperengi


Bu kitapla olan ilişkimi nasıl anlatsam size bilemiyorum. Neredeyse 4 senelik bir mazimiz var bizim bu kitapla. 2012 Tüyap fuarından almıştım kendisini. Yine fuardan 1 ay önce dayanamayıp internetten bolca kitap siparişi vermiş olmanın ağırlığıyla aval aval dolanırken standları, bari hiç değilse bir iki kitap alayım da piyasalar canlansın diyerek daha önce hiç okumadığım Hande Altaylı'nın iki romanını almıştım. Biri bu romandı diğeri Aşka Şeytan Karışır idi.

O zamanlar muhtemelen elimde başka kitap vardı okuduğum ve o kitap bitsin de Kahperengi'ye başlarım diye düşünmüştüm. Tabi ben o kitabı bitirene kadar bu kitaptan uyarlanan "merhamet" dizisi de aynı zamanlarda başlayıvermişti.

Türk televizyon kanallarında bir dizi oynayıp da bizim evden sektiği görülmediği için ben de annemin zorla izletmeye başlattığı, sonra bağımlısı olduğum ve sonlarına doğru "ıyyy, baydı abi bunlar da ya, bitirsinler artık" diyerek takip etmeyi bıraktığım bu diziyi izlediğim için kitaba bir türlü elim gitmemişti.

Daha önce anlattım mı bilmiyorum ama annemin sürekli bana dizi izletmeye çalışma gibi zaptedemediğimiz çılgın bir durumu vardır. Yeni başlamış olduğu bir diziyi beynime şırıngalamak için bana anlatırken yaşadığımız diyaloglar, hani "yaran tabu diyalogları" vardır ya, hep okunur da gülünür, işte onlar bizim evde oturma odasında yapılıyor sanırsınız. Ve bu kitabı görünce de dolaylı olarak o ilginç diyaloglarımızdan bir tanesi gelir aklıma hep;

Annem:Dün bi dizi başladı, bak izle çok güzel.
Ben: İsmi ne?
Annem: Ay neydi adı? Dur aklıma gelince söylerim.
Ben: E kimler oynuyor? onu söyle ben anlarım, reklamını görmüşümdür.
Annem: Hani renkli gözlü bir çocuk var ya?
Ben: Kıvanç Tatlıtuğ mu?
Annem: Yok. Hani, Kurtlar Vadisi'ndeydi de, ölmüştü de, insanlar gazetelere öldü ilanı vermişlerdi ya, renkli gözlü bi adam hani?
Ben: Oktay Kaynarca mı?
Annem: He! İşte, o değil de onun sevgilisiydi eskiden hani? Aynı dizide de oynamışlardı.
Ben: ??? Kim kimle aynı dizide oynadı? Hangisi bu dizide oynuyor? Ben neredeyim Allah'ım?
Annem: İşte, Oktay Kaynarca canım, onun eski sevgilisi yok mu? Böyle böyle konuşuyo hani? (Ses tonunu değiştirerek)
Ben: Heeeee, Özgü Namal mıııııııı? (annemin sesi Bülent Ersoy gibi çıksa da ben anlıyorum hemen)
Annem: He! İşte o kız oyunuyo...

Bunu burada anlatmam saçma oldu biraz ama aklıma geldi işte hehe. Neyse, bu kitabın dizisiyle de böyle tanışmıştık diyerek konuyu bağlayayım da romanı anlatmaya başlayayım artık yoksa bi daha toparlayamayabilirim.

Efendim, öyle böyle aradan 4 yıl geçmiş işte. Ben diziyi de, dizide oynayanları da dizide oynayanların eski sevgililerini de unutmuşken, annem artık dizileri bırakıp evde survivor izleyip havalara zıplarken "e artık bu kitabı bi okuyayım" dedim geçen gün.

Kitaba başlarken her ne kadar diziyi unuttuğumu sansam da kitabın ilk satırlarını okumaya başladığımda unuttuğumu sandığım dizi tekrar bilincimde canlanıverdi. Romanda bahsedilen Narin, renkli gözlü ve sarışın olmasına rağmen Özgü Namal'ı hayal ettim hep okurken. Sonra, Moskov, Şadiye, Mehmet, Deniz, Irmak, Fırat hepsi gözümde dizideki halleri ile canlanıverdi.

Ancak, okumaya devam ettiğimde bir şey dikkatimi çekti; Sermet, evet Sermet yoktu. Herkes vardı bi o yoktu... Hayır, bir şey değil, dengemi bozdu bu durum; kitabı kapatıyorum Sermet'i düşünüyorum, "Sermet ne zaman çıkacak ya?" diyorum, gece yatıyorum Sermet geliyor aklıma, sabah kalkıyorum Sermet... Ay çıldıracağım. Baskıda, Sermet'i kitaba koymayı unutmuşlar diyorum. Neyse, sonra internete bakıyorum ve görüyorum ki Sermet karakteri romanda yokmuş.

Diziyi izlememeyi çok isterdim. Çünkü kitabı okurken ne tam hayâl kurabiliyorsun ne de tam diziyle örtüştürebiliyorsun. Dizi ve kitabın birbirinden farklı çok yeri var. Meselâ, karakterlerin isimleri aynı kalmış ama dış görünüşleri farklı, başlangıç aynı ama final farklı. Hepsini geçtim, diziyi götüren Sermet karakteri kitapta yok. Oysa ki dizide Sermet çok önemli bir karakterdi. Yani, bir kitabın önce dizisini izleyip, sonra okurken de kendisine ancak bu kadar şaşırılırdı.

Diziyle bağdaştırmayı bir kenara bırakırsak, genel olarak güzel, sürükleyici sade anlatımlı bir roman diyebilirz.  Hande Altaylı'nın "Aşka Şeytan Karışır"ında da gördüğüm gibi çok sade bir anlatımı var. Kitapları kolay okunuyor. Narin'in bir geçmişe gidip bir bugüne dönme kurgusu da sürükleyici olmuş. Diziyi izlemediyseniz, kitabı okumadıysanız, önce okuyun sonra diziyi izleyin derim. Ama diziyi izlediyseniz, kitabı okumayın dengeniz bozulur. E çünkü Sermet yok :)



24 Nisan 2016 Pazar

Yani



Canımız Deep'imizin 4. kitabı "Yani" yi duyar duymaz sipariş vermiş ve bir tane edinmiştim. Edinir edinmez de okumaya başladığım bir kitap oldu kendisi aslında. Ancak zaman sorunsalı yaşadığım şu günlerde okuduklarımı -yaşadıklarımda olduğu gibi- bloga aktaramadım bir türlü. (Bu arada, her kitabını da aldım arkadaşımın, ahanda kanıtı der gibi fotosonu da yapıştırdım, hehe)

Benim kitap yorumlarım biraz tuhaf olur bilirsiniz. Yani insanlar okudukları kitapları neredeyse kelimesi kelimesine bloguna aktarır ki aradan zaman geçince açıp okuduklarında hatırlasınlar diye. Ben pek öyle yapmıyorum. Kitapta geçen cümlelerden ziyade bende bıraktığı etkiyi anlatmaya çalışıyorum daha çok. Tamam biraz da üşendiğim için yapıyorum bunu kabul, ama ben daha çok önermelik yorumluyorum kitapları. İçinde geçen cümleleri, olayları olduğu gibi anlatırsam bu pek önermelik yorum olmuyor, ki zaten "eh okumuş kadar oldum" der kitabı almak istemezsiniz sonra...

Neyse lafı niye bu kadar uzattıysam? Tamam, bu kitap hakkındaki önermelik yorumuma geçiyorum hemen...

Deeptone arkadaşımız bu sefer bizim için çok sevdiğimiz öykülerini derlemiş.  3 ana başlıkta toparlayacak olursak bu öyküleri;

1-Gece Öyküleri
2- Çağla Öyküleri
3- Simay Öyküleri

Bu 3 hanım kızımızı da tanıyoruz aslında, vakti zamanında Deep, bu kızcağızların öykülerinden bazılarını bizle paylaşmıştı. Ama kitaptakiler, daha uzun öyküler. Hepsi neşeli, neşeli insanın içini açan cinsten. Tam, çantaya atmalık ve canınız sıkıldığında da "ay dur açıp da bir Simay öyküsü okuyayım" demelik bir öykü kitabı olmuş.

Ben kitabı kitap yurdundan aldım idefix'te o zaman yoktu ama siz yine bi bakın gelmiş olabilir.  Keyifli okumalar...




20 Nisan 2016 Çarşamba

Sürprizlerle Dolu Büyükada Gezisi

Sevgili blogcuğum,
havalar tam da istediğimiz kıvama gelmeye başladı çok şükür. Kışın içine saklandığımız o sıkıcı kabuktan kurtulmamız ve kendimizi yine yollara vurmamız lazım artık.

Hal böyleyken ben de ufaktan bir antrenman yapalım istedim ve kendimi Büyükada'da buldum.


Vapurdan inip adaya ayak bastığımızda sudan çıkmış balık gibi olduk. Ne yapsak ne etsek bilemeden hemen iskelenin karşısındaki kafelerden birine kendimizi atıp birer çay söyledik ve yanımıza azık olarak aldığım kendi elceğizlerimle yaptığım o muhteşem eserlerimden biraz tırtıklayarak etrafı ve gelen geçenleri izledik.

Adaya gelmeden önce birkaç blog okumuştum ve hepsinden çıkardığım sonuç şöyleydi:

Büyükada'da yapılması gerekenler:

1- Aya Yorgi'ye çıkmak
2- Faytona binmek
3- Bisiklete binmek -
4- Dondurma yemek
5- Ali baba'da balık yemek

Evet genelde yazılanların özeti buydu. Ama tüm bunların yanında yapılması gereken en önemli şey (ki bunun için hiçbir çaba harcamaya gerek yok, o kendiliğinden oluyor zaten) anın tadını çıkarmaktı. Çok değil 20 dakikacık uzağımızda kalan şehrin keşmekeşliğinden, araba egzosundan, korna sesinden kaçmış insanları izlerken, kendimizi uzakta çoooook uzakta bir tatil beldesindeymiş gibi hissetmek en güzeliydi ve en özleneni...

Böyle hissetmemizi biraz da adadaki güzel mimariye ve her biri ayrı bir ruha sahip evler sağlıyordu.

Bisiklete mi binsek, yürüyerek mi turlasak, faytona mı binsek? İşte adada insanın kafasını en çok karıştıran sorular. Biz de bu konuda çok tereddüt yaşadık. Basında çok tepki gösterildiği için ilk başta faytona binmek istemedik ama sonra o yokuşu gözümüz kesmedi ve başka ulaşım aracı olmadığı için ne yazık ki buna mecbur kaldık.
Tur yapmadık ama Aya Yorgi'ye çıkmak için Lunapark denilen yere kadar faytonla gittik (iskeleden buraya 35-TL ödeniyor) ve enerjimizi o dik yokuşa sakladık, ki iyi ki de öyle yapmışız.
Adadan manzaralar...
Adanın dik yokuşlarının kahrını çeken faytonlar her şeye rağmen buranın ruhunu yansıtan en özel unsuruydu bence.

Gezdirecekleri turistleri bekliyorlar.
İşte Aya Yorgi'ye gitmek isteyenlerin faytonla gidebilecekleri son durak Lunapark denilen bu meydan. Biz de buraya kadar faytonla geldik ve o meşhur patika yolu tırmanmaya başladık.
Tırmandık tırmanmasına da... E insan onca yokuşu çıkıp da böyle küçücük bir yapıyla karşılaşınca bozulmuyor değil hani. Yani, Sümela gibi bir yapıyı hayâl ediyorsun ister istemez ama kan ter içinde tırmandığın o yokuşun sonunda insanı asıl etkileyen şey, o tepeye adını veren bu minik manastır değil de tüm adaları ve İstanbul'u izlemeye doyamadığımız şu müthiş manzarası oluyor. 
Muhteşem değil mi? Bence de öyle... 

Ve buraya gelirken de o dik yokuşu tırmanırken de bunun farkında değildim ama burası benim hayatımda çok önemli bir yere sahip artık. 

Neden mi? Şimdi bunu sana nasıl anlatsam bilemiyorum blogcuğum? Son günlerde biliyorsun ki sana fazla vakit ayıramıyorum. Aslında bunun sebebi de bu anlatacağım şeyde gizli biraz. Ama, evet bir açıklama yapmam gerek artık ve bunu nasıl yapmam gerektiği konusunda halâ hiçbir fikrim yok. Tamam kelimelerle anlatmaktan vazgeçtim ve sanırım şu iki fotoğraf sana her şeyi açıklayacak...


:)
İşte böyle blogcuğum... Aya Yorgi'ye çıkarken biri bana evlenme teklifi alacağımı söyleseydi asla oflamaz, puflamazdım ve koşa koşa tırmanırdım o yokuşu :) (Bu arada yokuşu tırmanırken Gökhan'ın neden hiç oflayıp puflamadığını da anlamış oldum :) )


17.04.2016 Pazar


23 Mart 2016 Çarşamba

Mendilimde Kan Sesleri

"Her yere yetişilir
 Hiç bir şeye geç kalınmaz
 Çocuğum beni bağışla
 Ahmet abi sen de bağışla...

 Boynum bükük duruyorsam eğer
 İçimden böyle geldiği için değil
 Ama hiç değil
 Ah güzel Ahmet abim benim
 İnsan yaşadığı yere benzer
 O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
 Suyunda yüzen balığa
 Toprağını iten çiçeğe
 Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
 Konya'nın beyaz
 Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
 Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
 Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları
 Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
 Öylesine benzer ki

 Ve avlularına
 (Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)

 Ve sözlerine
 (Yani bir cep aynası alım-satımına belki)

 Ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer
 Sorarken sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne
 Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
 Öyle bir cigara yakımına, birinin gazoz açmasına
 Minibüslerine, gecekondularına
 Hasretine, yalanına benzer

 Anısı ıssızlıktır
 Acısı bilincidir
 Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
 Gülemiyorsun ya, gülmek
 Bir halk gülüyorsa gülmektir

 Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet abi...
 Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
 Dirseğin iskemleye dayalı
 -Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben-

 Cigara paketinde yazılar resimler
 Resimler: cezaevleri
 Resimler: özlem
 Resimler: eskiden beri

 Ve bir kaşın yukarı kalkık
 Sevmen acele
 Dostluğun çabuk
 Bakıyorum da şimdi
 O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde...

 Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet abi
 Biz eskiden seninle
 İstasyonları dolaşırdık bir bir
 O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
 Nazilli kokardı

 Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
 Kil gibi ince İstanbul yağmurunun altında
 Esmer bir kadın sevmiş olurdun sen

 Kadının ütülü patiskalardan bir teni
 Upuzun boynu
 Kirpikleri
 Ve sana Ahmet abi
 Uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
 Sofranı kurardı
 Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
 Cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi
 Çocuklar doğururdu

 Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
 O çocuklar büyüyecek
 O çocuklar büyüyecek
 O çocuklar...

 Bilmezlikten gelme Ahmet abi
 Umudu dürt
 Umutsuzluğu yatıştır
 Diyeceğim şu ki
 Yok olan şeylere benzerdi o zaman trenler
 Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
 Hayalsiz yaşıyoruz neredeyse
 Çocuklar, kadınlar, erkekler
 Trenler tıklım tıklım
 Trenler cepheye giden trenler gibi
 İşçiler
 Almanya yolcusu işçiler
 Kadınlar
 Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
 Ellerinde bavullar, fileler
 Kolonyalar, su şişeleri, paketler
 Onlar ki, hepsi
 Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
 Ah güzel Ahmet abim benim
 Gördün mü bak
 Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
 Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
 Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
 Gelse de
 Öyle sürekli değil
 Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
 O kadar çabuk
 O kadar kısa
 İşte o kadar...

 Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar
 Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

 Mendilimde kan sesleri..."

Edip Cansever


Aslında niyetim "gülmek" üzerine bir yazı yazmaktı. Onun için oturdum bilgisayar başına ve internetten şu bilim adamlarının araştırmaları vardır ya; "gülmek ömrü uzatıyor" gibi başlıkları olan makalelerde geçen hani. İşte, onlardan bulup okumak istedim ve o araştırmalardan bazı araklamalar yaparak "efendim gülmek şöyle iyidir, böyle yararlıdır bakın bilim adamları da böyle söylüyor" gibilerinden bir yazı hazırlayıp son günlerde gülmeyi unutan bizlere az da olsa biraz tebessüm ettirecektim. Ama gelin görün ki zalim kader buna müsaade etmedi ve google da ağlarını sinsice örüp karşıma bu şiiri çıkardı.

Öyle tahmin ediyorum ki;

"Gülemiyorsun ya, gülmek
 Bir halk gülüyorsa gülmektir"

dizelerinden dolayı yaptı bunu, ki benim de yazmak istediğim yazımın ana fikri tam da buydu aslında.

Ben bu şiirin satırlarını okumaya başladıktan sonra gülmek de ağlamak da dünyanın gidişatı da inanın zerre umurumda değildi artık. O güzel anlatım, o yalınlık, o akıcılık, o imgelemeler... İnsanda okudukça okuma isteği uyandırıyor. İlk rastladığımdan beri kaç kere okudum bilmiyorum ama şunu net söyleyebilirim ki 35 yıllık hayatımda ilk defa bir şiiri döne döne böyle zevkle okudum ben.

Bir şiir bu kadar güzel nasıl yazılır Ahmet abi ya?

Bu şiir insanda Ahmet abi'yle çilingir sofrası kurup "ah be ahmet abim memleketin çivisi çıkmış, memleketi bu hale getirenlerin suratlarını da dağılmış pazar yerlerine benzetmek gerekir" diyerek muhabbetin dibine vurma isteği uyandırıyor.

Bir de;

"Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
 Gelse de
 Öyle sürekli değil
 Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
 O kadar çabuk
 O kadar kısa
 İşte o kadar."

işte, bu satırlar ülkenin, dünyanın, insanlığın gidişatı karşısında hissettiklerimi anlatmak için arayıp da bulamadığım ifadelerdi benim. Ve üstelik her ana, her duyguya tercüman olsun diye yazılmış gibi. Her duruma cuk diye oturur sanki her bir satır.

Neyse, umarım "gülmek"le ilgili yazımı bir gün tamamlayabilirim. Ve aslında yine umarım ki; bir gün  "gülme" eylemini şiirde bahsedildiği biçimde gerçekleştirebiliriz.

He bi de unutmadan; "umudu dürt" ne güzel bir söz değil mi ya?




21 Mart 2016 Pazartesi

İyi ki Doğduk Sevgili Blogcuğum

Sevgili blogcuğum,

Sen yolun neresindesin henüz bilemiyorum ama ben yolu yarıladım. Evet, bugün benim doğum günüm. Biliyorsun ki; seninle dertleşmeye, içimde biriktirdiğim kelimeleri sana dökmeye tam 3 sene önce bugün başlamıştım ve bugün bir bakıma senin de doğum günün sayılır. Bu yüzden sana uğramadan edemedim.

Biliyorum, benim maymun iştahım yüzünden binlerce takipçisi olan havalı bir blog olmak yerine böyle ne idüğü belirsiz biraz saçma  bir blog oldun maalesef. Bunun için senden özür dilerim.

Belki hayal ettiğin gibi bir amacı olan, kişilikli bir blog gibi görünemedin benim yüzümden. Kendini kimi zaman gezi blogu, kimi zaman kitap blogu, kimi zaman genel kültür blogu hatta kimi zaman ingilizce öğretmeni bile zannettin. Ama bu zaman zarfında, seninle birlikte çok güzel vakitler geçirdik be blogcuğum değil mi? Şimdi de "sevgili blogcuğum" diye seslendiğim günlük muamelesi görüyorsun farkındaysan. Senin de benden çekecek çilen varmış işte. Canım benim ya, gıkını da çıkarmıyorsun hiç. :)

Ama tüm bunların yanında, çok güzel takipçilerin de oldu bunu da belirtmeden geçemeyiz. Tamam o havalı bloglardaki kadar sayıları çok olmasa da hepsi çok tatlı ve hatırlılar. Bak bu postu yayınlayınca hemen nasıl koşup gelip doğum günümüzü kutlayacaklar göreceksin. :)

Her şey bir yana, sen benim için ne kadar önemli olduğunu biliyorsun değil mi blogcuğum? Canım benim. İyi ki varsın. Birlikte nice güzel yıllarımız olsun ve hep güzel, mutlu, huzurlu ve yüzleri güldüren cümleler karalayalım olur mu? (Gerçi son günlerde yaşananları göz önünde bulundurursak bu çok ütopik bir dilek olur bizim için ama olsun umudumuzu asla kaybetmeyelim yine de biz)

Ben bugün bu cümleyi çok duyuyorum ve mutlu oluyorum, sen de mutlu ol istiyorum bu yüzden sen de "iyi ki doğdun blogcuğum!"




17 Mart 2016 Perşembe

Sevgili Blogcuğum

Ah be blogcuğum ben şimdi sana ne yazsam? Hangi günlük, olağan şeylerden bahsetsem de buraya geldiğim için buna memnun olsak ikimiz de? Ya da artık herkese olağan gelmeye başlayan hangi olağanüstü olaylardan bahsetsem sana da seninle önce şöyle bir güzel ağlaşsak ve ardından da itaatkâr bir şekilde "kader işte, s... et!" diyip tüm olanları bir güzel kabullensek.

Bak bahar da geliyor (biliyorum biraz nazlanıyor ama gelecek merak etme) çiçekler açacak, kuşlar cıvıldayacak ve biz itaatkâr insancıklar gezip tozmalara ve bizlere bahşedildiği kadar (!) hayatlarımızı yaşamaya devam edeceğiz ancak içimizde biraz daha fazla korkuyla yapacağız artık bunları. Ama endişelenme sen, elbette alışacağız bu korkuyla yaşamaya da biz. Nelere nelere alışmadık ki zaten, değil mi?

Yazmaya aşık, yazmadan duramayan ben, ne yazacağımı bilemiyorum şu anda, görüyorsun zırvalayıp duruyorum işte. Aslında ben sadece sana selam vermek istemiştim, "iyiyim ben" demek istemiştim hepsi bu. İçini sıkmak istemedim. Ne olur çok soru sorma bana, kızma da ne zamandır uğramıyorum diye. Taslaklarda yolumu gözleyen bir sürü yazıcıklar var ama fırsat bulamıyorum bu ara pek, dünya gailesi işte.

Yine de merak etme, ben daha sık gelmeye çalışacağım ama ne olursa olsun sen hep burada dur ve uslu uslu beni bekle olur mu?





24 Şubat 2016 Çarşamba

Kişisel Blog Yazarları Ne Düşünüyor Mimi (1 Delinin Günlükleri'nden)


1 Delinin Günlükleri kendi kendine sorular sormuş ve çok güzel bir mim çıkmış ortaya. Ben de ne zamandır bloga vakit ayıramıyordum, bu konu hakkında bir şeyler karalarsam blogumla aramı tekrar ısıtırım diye düşünerek bu sorulara cevap vermek istedim. İşte Ayhan'ın kişisel blog yazarlarına yönelttiği sorular:


1- Yakın çevrenizdeki insanlara blogunuzdan söz ediyor musunuz?
2- Neden blog yazıyorsunuz?
3- İlk yazınız ile son yazdığınız yazı arasında ne gibi farklar var?
4- Blog yazmak normal yaşantınıza neler kattı?
5- Yakın arkadaşlarınıza blog yazmalarını önerir misiniz?
6- Hangi kaynaklardan ilham alıyorsunuz?
7- Diğer blog sahipleri ile iyi iletişim kuruyor musunuz?
8- Rahatsız olduğunuz konular var mı?

Ve benim yanıtlarım:

1- Yakın çevrenizdeki insanlara blogunuzdan söz ediyor musunuz?
İlk başlarda kendime bile itiraf edemiyordum aslında, hatta ilk adresi aldıktan sonra bir blog açmıştım ve aradan 2 sene geçmişti hiçbir şey yazmadan. Sonra, "Aa benim blogum vardı ya" deyip aklıma geldiğinde "Karalamacalarım" ı açıp yazmaya başlamıştım. Sonra bir kaç arkadaşıma söyledim, derken Facebook'ta filân paylaşınca tüm yakın çevrem öğrendi bir blogum olduğunu, ama yakın çevremden bloga uğrayan çok fazla kişi yok. Hatta istatistiklere baktığımda en çok uğrayanlar uzak çevreden, teee Amerikalar'da bile daha çok takip ediliyorum yakın çevremden be! Sadece fotoğraf layklayan yakın çevreme buradan teessüflerimi sunuyor ve onlara Ajda Pekkan'dan çerçeveli fotolu bir şarkısı vardı ya, onu armağan ediyorum.


2- Neden blog yazıyorsunuz?
Aslında, ilk yazmaya başladığımda hiç bir takipçisi olmamasına rağmen daha çok anlamlar yüklemiştim bloguma. Yani tüm dünya beni okuyor, yazılarım, fikirlerim bir çığ gibi dünyayı saracak, fırtınalar estireceğimi sanmıştım. Yazdığım tırt konularla bunu başarabileceğimi düşünecek kadar öz güven patlaması yaşamışım demek ki, gençlik işte :) Hâl böyleyken, ilk zamanlar bir iz bırakmak, yaşadığımı kanıtlamak, fark edilmek için yazıyordum diyebilirim. Şimdi ise sadece eğlenmek için yazıyorum. Bi de insan alışıyor işte, yazmadan duramıyorsun. Bak 2 aydır fazla uğrayamıyorum, kendimi çok kötü hissettim.


3-İlk yazınız ile son yazdığınız yazı arasında ne gibi farklar var?
Bu soruyu görünce üşenmedim ilk yazımı açıp okudum. (ay okumaz olaydım :))  Canım benim ya! Nasıl da komik yazmışım, edebiyat yapayım diye cümleleri don lastiği gibi uzattıkça uzatmışım. Vurgu yapmak istediğim kelimelere yerli yersiz serpiştirdiğim tırnak işaretlerinden ise hiç bahsetmek istemiyorum. Ama her yazımda hissedilen ruh onda da var, biraz çocukça bir duygusallık, nostaljik işler işte. Artık ben de Şebboy gibi daha kısa cümleler kuruyorum, sanırım büyüyorum.



4-Blog yazmak normal yaşantınıza neler kattı?
Vallahi elle tutulan, gözle görünen bir şey pek katmadı :) Ama yazı konusunda kendimi geliştirdiğimi hissediyorum. İmlâ kurallarına artık daha çok dikkat etmeye çalışıyorum, yeni dostlar, güzel arkadaşlar kazandım diyebilirim. mesela birkaç gün bloga uğramayayım aklıma bazı arkadaşlar geliyor; acaba ne paylaştılar, ne yazdılar? diye. He tabi bir de hayatımdan götürdüğü şeyler de var onu niye sormuyorsun ki? Örneğin, boş zaman denen bir mefhum vardı onu aldı götürdü, onu çok iyi biliyorum.

5- Yakın arkadaşlarınıza blog yazmalarını önerir misiniz?
Tabi ki öneririm. Yazmaya gönül veren herkes açsın bir blog. İnsanı, olması gerektiği yerdeymişcesine inanılmaz özgür hissettiren bir duygu seline boğuyor. İnsan kendi evinde bile böyle özgür hissetmiyor. Meselâ, ben şu an bloguma bir şeyler yazıyorum ya, bak işte ben bu duyguyu hiç bir şeye değişmem.

6- Hangi kaynaklardan ilham alıyorsunuz?
Kitaplardan, tiyatrolardan, filmlerden, şehirlerden, mekânlardan, haberlerden, netten, işten, güçten, arkadaşlarımdan, ailemden ve hayatımda olan her şeyden ilham alabilirim.



7- Diğer blog sahipleri ile iyi iletişim kuruyor musunuz?
Yorumlaşmak dışında pek iletişim kuramıyorum. Herkesin blog dışında işi gücü oluyor tabi. Zaten zar zor bloga vakit ayırıyoruz, bi de "ay ne güzel, bir yerlerde toplaşsak, altın günü yapsak hatta" olaylarına da giremiyorum ama kendimi yakın hissetiğim arkadaşlarımla tanışmayı elbette çok isterim.

8- Rahatsız olduğunuz konular var mı?
Arada, yeni heyecanlarla, "bana da beklerim" repliğiyle, yularından boşanmış bir tay gibi etkinliklerden kopup gelen çaylak arkadaşların hücumuna uğramak "off" dedirtse de öyle çok rahatsız olduğum bir konu yok, seviyorum ben bu alemi ya!








Kötü Kedi Şerafettin


Bilen bilir Şero'yu, animasyondan da olsa karşımıza böyle kanlı canlı gelmesi inanılmaz heyecanlandırdı beni. Seslendirme, kurgu, espriler, İstanbul silüeti her şey çok ama çok güzeldi.

Ülkemizde böyle yapımların çoğalmasını diliyorum. Çoğalsın ki bizler de böyle eğlendirici, güzel filmler izleyelim hep.

Bülent Üstün ve ekibini kutluyorum. Kendisine, böyle bir animasyon filmi bizlere kazandırdığı için teşekkürlerimi sunuyor ve hâlâ izlemediyseniz sizleri de acilen sinemaya davet ediyorum.

İzleyiniz, izlettiriniz...




23 Şubat 2016 Salı

Oyunlarla Yaşayanlar

Bu kitabı bitirdiğimde, Selim gibi, Turgut gibi yine hayata istediği gibi tutunamamış yeni bir dost kazanmış gibi hissettim.

Oğuz Atay  bu sefer "Coşkun Ermiş" karakteriyle ince göndermeler yapmış küçük aydın burjuvalara. Kaleme aldığı her eserinde çizgisini bozmadan anlatmak istediklerini aynı yöntemle nasıl anlatmayı başarabiliyor ve bunu yaptığı için de her seferinde kendisine nasıl böyle hayran bırakabiliyor bir kez daha anlayamadım.

Çoğunlukla doğu-batı arasında gel-gitler yaşayan, batılılaşmaya meraklı ama belki de hiçbir zaman batılılaşamayacak olan bir toplumda yazdığı oyunlarla tutunmaya çabalayan bir yarı aydının "acıklı güldürüsü" diyebiliriz özetle.

Oğuz Atay'ın günlüğünde bu oyunu nasıl ilmek ilmek oluşturduğunu, karakterlerinin isimlerinden, söyledikleri sözlere, sahnenin dekoruna kadar her bir ince ayrıntı üzerinde nasıl titizlikle durduğunu okumuştum. Bu yüzden bu kitap biter bitmez tekrar Günlük'ü elime alıp bu eserin olduğu bölümlere gömüldüm. Günlük'ten sonra da oyunu tekrar okumak istedim ama tabi sonra "ee Dilek yeter ama, bitir artık bu oyunu ve gerçek hayata geri dön" dedim kendi kendime. Sonra da "tamam ya, o zaman bloguma anlatayım ben bu oyunu" diyerek burada buldum kendimi :)

Bu eseri Oğuz Atay,  zamanında sahnelensin diye Yıldız Kenter'e sunmuş ama o zamanlar pek anlaşılamamış. Bunun hayâl kırıklığını bu sefer daha çok hissettim Günlük'te. Aslında çok daha sonralar bir çok kere sahnelenmiş ama sanırım yine kitaptaki o büyülü etki yansıtılamamış sahnelere.

Aslında eserin hiç sahnelenmeden sadece kitap olarak kalması "oyun" kavramını vurgulamak için oyun formatında yazılmış bir eser olarak da algı yaratabilirmiş, ki hâli hazırda bu şekilde daha büyülü bir etki bırakıyor okuyucu üzerinde zaten. Yani kişileri, dekoru, sahneyi hayâl ederek insan kendi kafasında yarattığı bir oyunun içinde buluyor kendisini.

Konusu itibariyle, alıştığımız ve garip bir şekilde herkesin kendini yakın hissettiği bir tutunamayan hikâyesi olduğunu söylemiştim. Bu arada Oğuz Atay, hem Selim'i hem de Turgut'u unutmamış ve onları da yad etmiş iki yerde. İşte Turgut'a selam çaktığı bölümü aşağıya aktarıyorum:

Coşkun arkadaşlarıyla meyhânededir ve Saffet'le dertleşir:

"  COŞKUN: Sesler duyuyorum yeniden. (Uzaktan bir alaturka müzik duyulur. Fasıl heyeti. Coşkun gözlerini kapar, müziği dinler) Sanki benden başka kimse anlamıyor bu sesleri.
             SAFFET: Ama alaturka sesler bunlar.
 
            COŞKUN: Evet ama onu dinlerken sanıyorum ki bu sesleri kimse benim gibi hissetmiyor.(Alaturka sesler tekrar duyulur: "Ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum") Bu sesi yıllarca duymuşum da farkına varmamışım. Ne garip. Ya da başka şeyler hissettiğimi sanmışım. (Gülümser) Eskiden bir arkadaş vardı. Ne zaman bu şarkıyı duysa, "Aman şu adamın altını söndürün!" diye çırpınırdı. Biz de ne kadar gülerdik. Neden gülerdik? Ben artık gülemiyorum Turgut!
         
           SAFFET: Ben Turgut değilim.
           
           COŞKUN: (Gözleri kapalı) Ben artık o adamın altını söndürmek istemiyorum Turgut. (Sesini yükseltir) Turgut, aklını başına topla, durum bildiğin gibi değil. (Sesi titrer.) Milletimizin heyecanına şahit oluyorum Turgut! Bu heyecanı anlatmazsam sanki bu sese ihanet etmiş olacağım Turgut!
         
           EMEL (Merakla): Kim bu Turgut?
(Radyoda spikerin sesi duyulur: "Şimdi de Mustafa Çavuş'un bir eserini dinleyeceksiniz. Eserlerinin çoğu günümüze kalan bu büyük bestecimizin hayatı hakkında ne yazık ki hemen hiç bir şey bilmiyoruz")
       
           COŞKUN: Turgut mu? Mustafa Çavuş gibi biri..."

Görüldüğü gibi içinde bir çok oyun barındıran bu oyun aynı zamanda bir çok tutunamayan da barındıyor Coşkun gibi, Turgut gibi ve hatta Mustafa Çavuş gibi...




25 Ocak 2016 Pazartesi

Leyla'nın Evi


Edebiyat Mutluluktur kitabıyla tanıştığım Zülfü Livaneli'nin okuduğum ilk romanı Leyla'nın Evi oldu. Aslında niyetim, oyununu da izleyip izlenimlerimi size öyle aktarmaktı. Hatta haftalar öncesinden bir fırsat zamazingosundan ucuz bilet bile bulmuştum ama ne yazık ki şansıma bugün oyunun iptal olduğunu öğrendim. (Laf aramızda iyi de oldu çünkü oyun hakkında pek olumlu eleştriler okumadığım için hevesim kaçmıştı. Paramı da geri aldım böylece :))

Neyse, ben hemen romandan bahsedeyim size;

Livaneli kitabın başlangıcında Leyla'nın Evi'ni yazma fikrinin boğazda bir vapurda oluştuğunu anlatmış. Etrafına bir bakmış ki; kimi esmer, kimi sarışın, kimi Balkan tipli, kimi Orta Asya'lı...
İşte Livaneli bu insanlara bakıp şöyle düşünmüş:
"Kimi Balkanlar'dan, kimi Kafkasya'dan, kimi Orta Asya'dan, kimi Ortadoğu'dan, Hicaz'dan, Yemen'den, Kudüs'ten, Rusya'dan, Gürcistan'dan, Bosna'dan, Bulgaristan'dan kaçıp gelmiş. Burası bir sığınak. Kaçtıkları ülkelerde evlerini barklarını, bahçelerini, tarlalarını hatta arkalarından acı acı ağlayan kedi ve köpeklerini bırakmışlar. Geldikleri bu ülkede de kaçanların mülküne yerleşmişler. Rumların ve Ermenilerin evleri, bu evsiz barksız kalmış, ölümden zor kurtulmuş insanlara verilmiş. Yabancı evlere yerleşip tanımadıkları tarlaları sürmeye başlamışlar.
Dünyanın bu bölgesinin tarihi, birbirinin mülküne konma tarihi. Mücadelelerin, savaşların çoğunun altında mülk kavgası var. Boşalan evler, dolan evler, mülk davaları, insanoğlunun barınma ihtiyacı, başının üstünde bir çatı bulunması temel gereksinimi, tarih boyunca birçok trajediye yol açmış." 
Livaneli o gün o vapurda bunları düşünürken, yanına bir bakmış, iyi giyimli bir istanbul beyfendisi; karşısına bir bakmış, Osmanlı soylusu bir kadın; onun karşısında da mavi saçlı asi mi asi bir kız. Ve hiçbiri birbirini tanımıyor herkes kendi iç dünyasına dalmış oturuyormuş öyle. İşte Leyla Hanım, Roxy ve Ali Yekta Bey o gün Livaneli'nin hayatına böyle girmiş. Ve tabi sonra da bizim hayatlarımıza.

Zülfü Livaneli'nin yalın anlatımı, bu farklı hayatları ve renkli kişilikleri ortak paydada toplaması romanın su gibi bir solukta okunmasını sağlamış. Ayrıca İstanbul'u, boğazı, Cihangir'i o kadar güzel anlatmış ki, okurken istanbul turu yapıyorsunuz adeta.

İşte bu üç karakterin hayatlarına şahit oluyorsunuz ve okurken de bi bakmışsınsınız Leyla olmuşsunuz, bi bakmışsınız Roxy, bi bakmışsınız Ali Yekta.  En çok da Leyla oluyorsunuz. Ya da ben Leyla olmaya meyilli olduğum için öyle oldum.

İstanbul aşığıysanız, değişik hayatları merak ediyorsanız ve tabi ki kitap okumayı da seviyorsanız bence bu romanı siz de seveceksiniz.




18 Ocak 2016 Pazartesi

18 Ocak 2016


Ne güzel bembeyaz şehir...  Hatıra defterine "bana kalbin kadar beyaz olan bu sayfayı ayırdığın için teşekkür ederim.." cümlesiyle başlamak kadar masum görünüyor bugün İstanbul.

Onun gibi. En az o sayfa kadar bembeyaz her yer...

Ne güzel, ne huzurlu... Herkes olduğu yerde kalsa keşke ve kimse dokunmasa bu beyazlığa. En huzurlu yerde en sevdiği kişiyle olsa herkes bugün. Sıcacık evlerinde, birlikte pencereden bembeyaz şehri seyretseler. Kimse ama hiç kimse dışarı çıkmasa ve herkes şehrin sesten, kirlilikten arınmış bu manzarasına hayran hayran baksa. Huzur içinde olsa herkes.

"Bembeyaz bir başlangıç olsun bugün. Kirli günler geride kalsın. Yalansız, tertemiz devam edelim yaşamaya. Göründüğümüz gibi bembeyaz olalım." gibi güzel cümleler geçirsek içimizden. Umut dolu olsak hiç olmadığımız kadar.

Haberlerde, şehrin kirli görüntüleri, ölenler, yolda kalan insanlar olmasa bu sefer, hatta haberler de olmasa bugün. Haberciler de işe gitmesin. Dedim ya kimse dışarı çıkmasın bugün. Kötü insanlar da iyi insanlar da. Hiçkimse. Dünya dursun bugün. Herkes dursun. Bir duralım hepimiz. Sadece pencerelerimizden bakalım dünyaya ve bembeyaz şehri seyredelim. Sadece bugün...

Bir de güzel şarkılar dinleyelim. Meselâ şu şarkı gibi.

(Foto, Google görsellerden alınmıştır.)

13 Ocak 2016 Çarşamba

Mutluluk

Mutluluk üzerine düşünmek, onu anlamaya çalışmak yaşamımız boyunca yapmaktan kendimizi alıkoyamadığımız bir davranış olmuştur herhalde. E çünkü hep mutlu olmak isteriz ve bunun formülünü de arar dururuz doğal olarak.

"Sahi nedir mutluluk?" ve "sahiden hep mutlu olmak mümkün mü?" İşte, hayatımız sadece bu iki sorunun cevabını ararken şekilleniyor belki de.

Bazen yapamadıklarımızda gizlidir mutluluk bazen de yaparken mutlu olmayı unuttuklarımızda ve aslında bizler her iki şekilde de ıskalamış oluyoruz onu. Sonra da böyle o ıskaladığımız duygunun formülünü arayıp duruyoruz.

Bence mutluluk içimizin herkesten bağımsız olarak her şeye ve herkese rağmen özgürlük ve huzurla dolu olmasıdır. Eğer böyle hissediyorsak gerçekten mutluyuz demektir. İnsan kendi mutluluğunu başkalarında aramamalı. Başkalarına bağlı olan hayatında insan asla mutlu olup olmadığını anlamıyor çünkü. İnsan mutluluğundan ancak ve ancak yalnızken emin olabiliyor. Başkalarıyla yaşanan mutluluklar gelip geçicidir. Varlığı başkalarının varlığına bağlıdır çünkü.

İnsanoğlunun sosyal bir varlık olduğunu düşünürsek kendimizi başkalarından soyutlamak da imkansız evet ama belki de bu noktada mutluluk, kendimiz için yaptıklarımızla başkaları için yaptıklarımızın huzurlu dengesidir diyebiliriz. Başkaları için ne kadar ödün verebileceğimizi belirlediğimiz zaman ve kendimiz için de ne kadar bencilleşebileceğimize karar verdiğimizde mutluluğu yakalamamız mümkün olabilir.

Ya da mümkün değildir. Bilemiyorum. Ve belki de bu düşüncelerin hepsi boştur. Boşu boşuna uğraşıp duruyoruzdur bu saçma formülü bulmak için. İpler sandığımız gibi bizim elimizde değildir. Bu konuda bazı hastalıklı şüphelerim de var çünkü.

E baksanıza; dünya var olduğundan beri bir tarafta ağlayanlar, bir tarafta gülenler hep oldular. Bir tarafta mutluluktan havaya zıplayanlar bir tarafta mutsuzluğun dibine vuranlar aynı anda yaşamaya devam ettiler. Bu bir denge midir acaba? diye düşünürüm zaman zaman. Aranan formül bu olabilir mi gerçekten? (biliyorum aklım çok karışık)

Yani, evrendeki toplam enerji nasıl sabitse mutluluk oranı da öyle sabittir ve bizler de bu dengenin birer piyonuyuzdur belki ne dersiniz? Ve bu dengeyi sağlamak için de birileri gülerken başka birileri de ağlamak zorundadır. Bu yüzden de ne zaman çok gülsek "ay çok güldük, çok ağlayacağız" diyoruzdur, kim bilir? Olamaz mı?

Safça, filmler hep mutlu sonla bitsin isteriz ya, oysa ki mutluluk bir son değildir. Sonu olmayan bir histir. Bu yüzden de hiç bitsin istenmez aslında. Ama nedense hep yarım kalır. Ve sonra ummadığın anda kaldığı yerden devam eder, tabi bu söz konusu dengeye göre başka birileri mutsuzluğun dibindeyken devam edersin o yarım bıraktığın mutluluğa... Sonra mutsuz olma sırası sana gelir, daha sonra bir başkasına... Böyle devam eder. Hayat işte, çok garip... (Sizin de aklınızı karıştırdım di mi?)

E, bu kadar formülden sonra söyleyin bakalım; "Mutluluk nedir?"