Wikipedia

Arama sonuçları

31 Aralık 2014 Çarşamba

Yeni Yılımız Kutlu Olsun!




"Yeni" kelimesi güzeldir; içinde umut, ferahlık, heyecan gibi insanı mutlu eden hisler barındırır. Bu yüzden yeni bir yılın başlangıcında da her ne kadar "bir yıl daha bitti offff yaaa!" desek bile içimizdeki kıpırtıya engel olamayız. 

Dilerim ki; içimizdeki bu güzel kıpırtıların bizi rahat bırakmayacağı, adına yakışır güzellikte "yeni" bir yıl daha eklenir ömrümüze... 

(2014'ün son postunda 2015'e cilveler yapmak biraz sahtekarca belki ama 2014 de bizimle kalmıyor sonuçta, çekip gidiyor değil mi ama! :) )


Herkese mutlu seneler!





29 Aralık 2014 Pazartesi

Ben Hazırım 2015'e Girebiliriz

Hindi gibi bir yılbaşı klasiği varsa, o da; yeni yeni kararlar almak ve bu kararlarla dolu uzuuuuuuun listeler yapmaktır herhalde.

Ben de her yıl üşenmeden yaparım böyle listeler, içinde de her yıl aynı maddeler olur genellikle; ingilizcemi geliştirmek, pilates yapmak, daha çok kitap okumak, daha az yemek yemek, daha çok gezmek, daha çok cart, daha az curt, falan filan. He bir de evlilik, çoluk çocuğa karışmak gibi çevresel baskıya maruz kalarak zoraki eklediğim maddelerim de vardır ama burada anlatmayacağım şimdi onu, o ayrı bir post konusu olsun (Bunu da 2015 listeme ekledim bak :) )

Bu kadar dolaylı bir giriş yapmak istemezdim ama bu postu yazma amacım başka aslında. Benim size bir kararımı açıklamam gerekiyor. Geçen gün "Kırtasiye Aşkına" diye bir post yayımlamıştım hatırlarsanız (Hatırlamıyorsan demek ki okumamışsın, çok ayıp! Bu post bitince bi bakıver şurdan ) ve orada demiştim ki; "Ben ne zaman canım sıkılsa kırtasiyeye giderim"  İşte yine öyle bir anımda kendimi D&R'da buldum ve yeni yıl hediyesi olarak kendime aşağıda görmüş olduğunuz şu pembiş defteri satın aldım.

Kapak tasarımı çok hoşuma gitti. Üstünde "I write because... i have a lot to say" yazıyordu. İşte bu şirin defterin kapağındaki bu yazıya bakarak yeni yılın ilk ciddi kararını o anda almış oldum: "İngilizce günlük tutacağım"...

Bu, ingilizcemi geliştirmem için eğlenceli bir yöntem olabilirdi. Yazmaya olan tutkumla birlikte ingilizce pratik yapmış olacaktım.

Gerçi daha önceleri bu yöntemi deneyip de bir kaç hafta sonra kek, börek, pasta, güzellik maskesi tariflerinin olduğu komik bir deftere dönüştürdüğüm İngilizce günlüklerim de oldu ama bu sefer böyle olmayacak, olmamalı!

Bu yüzden, işi daha çok ciddiye alıp da kararımdan dönmemem için "dünya için küçük ama benim için büyük önem taşıyan bu kararı herkese bildirmem gerekir" diye düşünerek hemen bir fotoğrafını çekip Instagram'da paylaşıp altına da bu önemli kararı açıkladım. E tabi işi daha da ciddileştirip blogumda da paylaşmam gerekiyordu ki; onu da şu an gerçekleştirdim farkettiyseniz.

Evet yapılacaklar listem her yıl olduğu gibi kabarık ama öyle fazla hayallere kapılmıyorum bu sene. En önemli amacım şimdilik "İngilizce günlük tutmak". E bu kararı herkese yaydım, günlüğümü de aldım, ben hazırım artık; 2015'e girebiliriz.

Herkese iyi seneler! :)





26 Aralık 2014 Cuma

Bitti

Siz hiç karnınızda kelebeklerin can çekiştiğini hissettiniz mi?
Hani ilk palazlandığında,
Uçmaya çalışırken sizi mutluluktan yere göğe sığdıramayan kelebekler var ya
Evet, işte onlar!

Meğer; ölümleri de aynı yerde, aynı noktada oluyormuş onların, ne garip!
Kalple karın arası bir yerde
Hangi cehennemse artık, aynı yer ve aynı noktada işte!
Doğdukları yerde yani
Yine orada can çekişip ölüyorlarmış

Kelimeler belki yeterli değil o acıyı anlatmaya ama, bir düşün;
Aynı anda hem yakıyor, hem boğuyor hem de acıtıyor
Ne dayanılmaz değil mi?

Yutkunmamı engelleyen, boğazıma oturan koca bir düğüm,
Sellere karışmak için ufacık bir hareket bekleyen, gözümde emanet duran gözyaşlarım
"Ağlamayacağım işte" diyerek kendimle savaşmam
Bunların hepsi o aptal kelebekler yüzünden

Oysa onların varlığını ilk hissettiğimde ne kadar mutlu olmuştum
Havalara uçuran hislerdi yaşattıkları
Evet, yine aynı yerde
Kalple karın arası bir yer var dedim ya,
İşte tam da orada uçuşuyorlardı yine
Onlarla birlikte ben de uçuşuyordum sanki

Cennetin en zirvesinden cehennemin dibine düşmek gibi
Bunları yaşayacağımı bilsem alır mıydım hiç onları içeri?

Ama artık çok geç...
Uçtu,
Yaktı,
Geçti...

O kelebeklerin uçuştuğu yerde kalan koskoca sancılı bir boşluk var şimdi
Yani bitti...



25 Aralık 2014 Perşembe

Kırtasiye Aşkına



Kendimi bildim bileli, ne zaman canım bir şeylere sıkılsa, kendimi kağıtlarla dertleşiyor olarak buldum. Bu sebeple her zaman kendimi en iyi ifade ettiğim anlatım şekli "yazmak" olmuştur.

İlkokul 3.sınıftayken taşındığımız için, okul değiştirmek zorunda kaldığım zaman, kimselere söyleyemediklerimi "ben öğretmenimi, arkadaşlarımı çok özledim, yeni arkadaşlarım çok gıcık biri" gibi cümlelerle defterlerime anlatırdım mesela. Ali tarafından ele geçirilen o defterlerim, (Ali benim abim oluyor o da çok gıcık biriydi küçükken ) evde alay konusu olurdu sonra da. Günlük tutma olayım bu yüzden o yaşlarda bitse de yazmaktan asla ama asla vazgeçmedim. Vazgeçemedim...

Ne garipdir ki; şimdi ise yazdıklarımı insanlar okusun diye göbeğim çatlıyor. Çocukken insan daha utangaç oluyor herhalde. Şimdi ise galiba biraz arsızlaştım. Ali'ye bile yazdıklarımı zorla okutmak istiyorum. O da bana "ya git başımdan" diyor. Hala çok gıcık biri.

Yazmayı sevdiğim kadar defterleri, kalemleri ve yazmayı çağrıştıran her nesneyi de ayrı severim. Kırtasiyeye girdiğimde çok mutlu olurum bir de. İçimde kelebekler uçar sanki. Kelimelerle anlatılması zor hatta 33 yaşında olan birisi için belki biraz tuhaf ama çok güçlü hissettiğim bir duygu bu.

Kırtasiyeye adım attığımda; öğrenciyken yeni yeni defterlere, kalemlere, güzel kokulu silgilere sahip olduğumda hissettiklerim gelir aklıma hep. Bunun da yazmayı sevmekle alakası vardır diye düşünürüm.

Renkli renkli kalemler, cicili bicili defterler, bloknotlar beni çok mutlu eder. Hatta bazen "emekli olduğumda kırtasiye dükkanı açmalıyım" diye düşünürüm. Bu çok basit bir hayal gibi görünse de bana göre çok mutluluk verici.

İçimdeki bu kırtasiye sevgisi yılın bu dönemlerinde zirveye tırmanıyor. Her yerde yeni yıl ajandaları, geyikli-noel babalı blok notlar "pişttt, güzel kız baksana, pişt pişt hatırladın mı beni? Benim büyük büyük dedemle liseyi bitirmiştin hani" diye beni taciz ediyorlar sanki. Hepsini alıp, koklayıp koklayıp, ne yazacağımı bilmeden karşılarına geçip salak salak bakmak istiyorum.

Zaten yeni bir deftere ilk cümlelerimi dökmekte zorlanırım. İlk satırları yazmak her zaman zordur. Alıp da uzun süre yazmaya kıyamadığım ve odamın her bir köşesinden fırlayıp da annemi delirten not defterlerim her zaman olmuştur. Her çantamda da illa ki bir not defterim vardır. Bu her şeyi not eden düzenli biri oluşumdan değil, şuursuz bir kırtasiye canavarı olmamdan kaynaklanıyor.

Canı sıkılınca, soluğu kuaförde alan kadınlar vardır ya işte ben de kırtasiyede alıyorum. Bir şey almasam da o defter, kalem kokusu bana iyi geliyor. Şu emeklilik hayalimi belki de biraz erkene çekmeliyim he ne dersiniz?





23 Aralık 2014 Salı

"Güz Okuma Şenliği" Sonucum


Bugün katıldığım bütün etkinlikler bitiyor. Boşlukta hissettim kendimi :)"Güz Okuma Şenliği"nin de sonuna geldik. Sizlere rapor vermem lazım.

Genel olarak değerlendirecek olursam; çalışma ve kendime vakit ayırabilme durumumu da göz önünde bulundurursak kendimi aştığım söyleyebilirim. 3 ayda 15 kitap gibi bir sonuç, diğer şenliğe katılanların olağanüstü performanslarını yok sayarsam benim için de olağanüstü bir durum sayılabilir :)

Amaç tam da buydu zaten; "daha fazla kitap okumak" Bu fırsatı yaratan "Pinnucia'nın Kitapları" na kendi adıma teşekkür ederim ve katılmak isterseniz bu aralar Kış Okuma Şenliği düzenlemekte olduğunu belirtmek isterim. Ben mi? Yok, ben "Güz Olimpiyatları"ndan yeni çıktım. Elimde bir sürü kitap birikti, onları kategorileştirmeden, canımın istediği gibi okumak istiyorum biraz :) Ama ne demiş Sertab Erener: "bahara Allah kerim" :) Nasılsa her mevsim düzenleniyor bu şenlik.

Neyse efendim, lafı uzattım yine ben. Biliyorum kaçış yok, sonucu daha fazla saklayamam, buyrunuz:


6. Kategori (10 puan): İngiliz edebiyatından bir kitap. 
              - J.R.R. Tolkien - Yüzüklerin Efendisi (486 sayfa) 
9. Kategori (10 puan): Yasaklanmış bir kitap.
               - Franz Kafka - Dönüşüm (104 sayfa) Dönüşüm yorumum için tıklayın
11. Kategori (10 puan): Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk hakkında bir kitap.
             - Can Dündar - Sarı Zeybek (224 sayfa)  Sarı Zeybek yorumum için tıklayınız
13. Kategori (10 puan): Türkiye'de herhangi bir edebiyat ödülü kazanmış bir kitap. 
               - Yekta Kopan - Bir de Baktım Yoksun (164 Sayfa)
15. Kategori (10 puan):Artık aramızda olmayan bir yazardan bir kitap.
              - Oğuz Atay - Günlük (306 sayfa) Tam olarak "Günlük" yorumu sayılmaz ama ondan etkilenerek yazdığım bir yazı
18. Kategori (10 puan): 2014 yılında çıkmış bir kitap (Yabancı kitaplar için Türkiye’de ilk baskısını 2014’te yapması da kabulümüzdür).
              - Yekta Kopan - İki Şiirin Arasında (144 Sayfa)
19. Kategori (Her kitap 10 puan, 2 kitabı da okuyana ekstradan 20 puan, toplam 40 puan): İsminde bir şehir/ülke adı geçen bir kitap ve buna ek olarak o şehrin yer aldığı ülke edebiyatından bir kitap. 
               - İskender Pala - İstanbulcunun Sandığı (190 Sayfa)
              - Aziz Nesin - Sizin Memlekette Eşek Yok mu? (200 Sayfa)

20. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplam 50 puan): Aynı yazardan 3 kitap ama dikkat! Aynı seriye ait kitaplar kapsam dışı. Aynı yazarın üç farklı serisinden birer kitap olur tabii.  
             -Sabahattin Ali - Canım Aliye, Ruhum Filiz (160 Sayfa)
             -Sabahattin Ali - Sırça Köşk (150 Sayfa)
             -Sabahattin Ali - Yeni Dünya (136 Sayfa)
21. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplamda 60 puan): Şimdiye kadar hiç kitabını okumadığınız dört yazardan birer kitap. Yazarların ikisi Türk, ikisi yabancı, ikisi kadın, ikisi erkek olmalı.

             -Dan Brown - Da Vinci Şifresi (495 Sayfa) 
          -Kahraman Tazeoğlu - Bukre (304 Sayfa)
          -Şebnem Burcuoğlu - Kocan Kadar Konuş (220 Sayfa)                                                                                  -Eleanor Coerr - Sadako (72 Sayfa)   


Toplam Okunan Kitap Sayısı: 15 x 10 = 150 puan
Ekstra Puanlar: (19.20. ve 21. kategori)=   60 puan
Toplam Okuma Sayfası : 3.355 sayfa =     33 puan
                                                          -------------------
                                                                   243 puan

22 Aralık 2014 Pazartesi

Bana "Teyze" Dediler


Eğer hava güzelse, iş çıkışı biraz yürüyüş yapmak için servisle eve kadar gitmiyorum. Evimiz Küçükçekmece'de. Bütün gün işte oturduğum için gölün kenarındaki güzelliklerin arasında yürümek, martılara, karabataklara selam vermek ve onları izlemek bana çok iyi geliyor.

Geçtiğimiz akşam yine yürüyüş yaparken kendimi bir melodiyi mırıldanırken yakaldım "Bana amca amca dediiiilerrrr!" herhalde servisin radyosunda duymuştum bu reklam melodisini ve "oradan aklımda kalmış olmalı" diye düşündüm.

Bir yandan yürüyorum bir yandan da en arabesk halimle bu melodiyi tekrarlıyorum içimden; "Bana amca amcaaaa dedilerrrr"  "merhaba martılar... bana amca amca dediler" "ooo, kıskanmayın size de merhaba karabataklar, bana amca amcaaaa dedilerrrr" (Allahım engel olamıyorum...)

"Biraz abur cubur alayım" diyerek markete uğradım. Orda da durmuyorum reyonların arasında: "bana amca, amcaaaaaa dediler"... Hatta hafiften sesim de çıkıyor, etrafa bakıyorum; neyse ki kimse yok.

Öyle, böyle içimdeki arabesk-fantezi yıldızla eve varıyorum. Annem sofrayı hazırlıyor ben elimi yüzümü yıkıyorum; mümkün değil susmuyor içimdeki canavar -bu sefer evde olmanın rahatlığıyla dışarı taşıyor- "Bana amca, amcaaaa dediiiiilerrrr!" diye tüm gücümle haykıra haykıra söylüyorum. Hayır, devamını da bilmiyorum ki; eksik kalıyor en içli yerinde şarkı. En acıklı yerinde çok komik bir es vermek durumunda kalıyorum. O kadar kaptırıyorum ki kendimi, devam ettiremiyorum diye üzülüyorum bir de.

Yemek bitiyor, bulaşıkları makineye yerleştirirken içimdeki arabesk yıldız bana eşlik ediyor tekrar; "Bana amca, amcaaaa dedilerrrr" (Yalvarırım biri beni durdursun...)

"Anlaşıldı bu melodi beni bırakmayacak, bari devamını öğreneyim" diyerek televizyon karşısına geçiyorum ve hayatımda ilk defa reklam aramak için zaping yapıyorum. Bu sefer bir kıza rastlıyorum ve kahkahama engel olamıyorum "Bana teyze, teyzeeee dedilerrrrr" ve dikkatle devamını dinliyorum; "Döndüm baktım resmen banaaaa dedilerrrrrrr" evet, evet "Daha dün herkese teyzeeee diyorrrdummmm" oh beee sonunda şarkımı hem de cinsiyetime uygun olarak tamamlıyorum. Artık gururla her yerde bağıra çağıra söyleyebilirim.

Hadi çevrenizdekilere geçmiş olsun! Sanırım sayemde sizin de dilinize dolandı bu melodi. :) "Amca" ya da "teyze" kendinize uygun olanı seçin.



18 Aralık 2014 Perşembe

Blogum Şekil Önümden Çekil

Bakıyorum yılbaşı geliyor diye herkes "Blogum Şekil, Önümden Çekil" havalarında. Ne yani ben yıl sonları deliler gibi çalışan garip bir muhasebeciyim diye bloguma vakit ayırıp, onu süsleyemez miyim? Herkesin blogunda kar taneleri düşerken, oradan buradan Noel Babalar fırlarken benim blogum garip mi kalsın? Ben ona kıyabilir miyim hiç? Neyini eksik ettim bugüne kadar? Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, okumadım okuttum, yazmadım, yazdırdım (Yok bu olmadı galiba!)  Her neyse, o benim herşeyim.

Öyle süslü süslü blogları görünce bu psikolojiyle ben de biraz süsleyim dedim blogumu. Evlat işte, kıyamıyorsun. "Gençtir, arkadaşlarına özenir" diyorsun.  Fazla birşey yapmadım tabi, kar yağdırdım, bir de Noel Baba'yı çağırdım. E, bu kadar yeter bize. Benden de daha fazla birşey beklenemez zaten. Nasıl olmuş abileri, ablaları?

Not: Bir de şu; "Son Yorum Eklentisi"ni eklemeyi becerebilsem bizden iyisi yok. (Beceremiyorum onu, güncellenmiyor eklediklerim.) 

17 Aralık 2014 Çarşamba

Özlediklerim

Dedem vardı benim; ismi bir dedeye en çok yakışan "Tosun dedem". Çok severdim Tosun dedemi ben. Bebekken bana hep o bakarmış. "Kimin kızısın sen?" diye sorduklarında "Dedeminnn!" dermişim. Öldüğünde 8-9 yaşlarındaydım.Çok ağlamıştım...

Hiç göremediğim anneannem varmış bir de... İçimi en çok acıtan şeylerden biri de onu tanıyamamaktır. "Bir düşünsene" diyorum bazen kendime; "anne sevgisinin katmerlisi! İnsan çıldırır herhalde sevgiden." Fotoğrafları var sadece. İyi ki de var o fotoğraflar. Annem öyle çok anlatır ki; daha görmeden, dokunmadan tanıyıp sevdim ben anneannemi. Hiç koklamadan nasıl koktuğunu tahmin bile ediyorum ve hatta garip bir şekilde çok özlüyorum daha önce hiç kaşılaşmadığım bu kadını.

Tıpkı anneannem gibi, babamın babası Ali dedemi de hiç tanımadım. Babam da pek hatırlamıyor babasını zaten. Babam 13 yaşındayken, ölmüş. O yüzden hakkında fazla bir şey bilmiyorum. Tek bildiğim abim Ali'nin ismini ondan aldığı...

Annem ve babamın ebeveynleri arasında en çok babaannemi hatırlarım ben. En çok o hissettirmiştir bana torun olma hissini. Öldüğünde yirmili yaşlarımdaydım çünkü.

Yazları Malatya'da yaşardı, kışın İstanbul'a çocuklarının yanına gelirdi. Biraz bizde, biraz halamlarda, biraz amcamlarda, öyle öyle dolaşırdı. Köyden yemiş getirirdi bize. Çok sevinirdik. Dut kurusu isterdim ben hep. Leblebilerin ve bademlerin içinden dutları ayıklar yerdim. Cevizleri annem önceden ayırır saklardı, tatlılara koymak için. Sadece leblebiler kalınca başka seçenek olmadığı için avuçlayarak yerdik onları da.

Bir kere, leblebiyi burnuma sokmuştum ben. Böyle ilginç deneyler yapıyordum zaman zaman. "Burnumun içine leblebi girerse dışardan belli olur mu?" diye merak etmiş olmalıyım. Saatlerce burnumun içinde kalmıştı. İlk başta korkudan kimseye birşey söylememiştim, (e, salak olduğumu bilsinler istemiyordum tabi!) kendi kendine çıkar zannetmiştim. Hep orada kalacak değildi ya! Sonra anladım ki birşey yapmayınca çıkmıyor, mecburen anneme söylemiştim ben de. Salak olduğumu annem de onaylayarak sümkürte sümkürte çıkartmıştı burnumdaki leblebiyi. Biliyorum çok iğrenç. O günden sonra leblebiyi daha az sevdim zaten.

Babannem bize masallar anlatırdı. Çoğunu uydururdu sanırım. Köydeki hiç bilmediğim, tanımadığım akrabalarımızı anlatırdı bir de. Keyifle dinlerdik biz hepsini. Bacakları ağrırdı. O yüzden hep otururdu.Örgü örerdi sürekli. Ama en çok üç-dört şişle rengarenk patikler örerdi bize. Bana da örgü örmesini o öğretmişti zaten. Bana "sen şimdilik sabunluk ör, sonra patik örersin" derdi. İki şişle sabunluk örmeye çalışırdım ben de. Hep delik olurdu aralarında, ama o düzeltirdi. Ben okula giderken babaannem de televizyon karşısında örgüsünü örmeye devam ederdi. Çok özenirdim ona. "Keşke ben de okula gitmesem öyle babaannemin yanında otursam, sabunluğumu bitirsem" derdim kendi kendime. Okuldan gelince de görürdüm ki; o çoktan başka patiğe başlamış.

Onunla vakit geçirirken kendimi, ilkokul kitaplarında yer alan, sobanın etrafında toplanmış nineli-dedeli mutlu aile resmindeki güleç yüzlü kız çocuğu gibi hissederdim. O yüzden hep kıskanırım doya doya anneanne, babaanne, dede sevgisini tadanları ve eşek kadar olup ninesinin, dedesinin koynunda uyuyanları. Bir düşünsene; düğününde dedenle dans ediyorsun! Ne büyük mutluluk... O resimdeki güleç yüzlü kızdan bile daha mutlu olur insan.

Ve hayat öyle garip ki; kimine o mutluluğu yaşattığı için özlettirir, kimine de daha yaşatmadan...

İkisini hiç tanıma fırsatım olmasa da hepsini eşit derecede özlüyorum ben. Mekanları cennet olsun...


Sol baştan sayıyorum: Aysel Teyzem, Dedem, Anneannem,
Bir alt sıra sol baş: Aynur Teyzem, Selçuk Dayım, Ayla Teyzem
ve ortadaki bıcırık da Annem...
Bu fotoğrafı o kadar çok seviyorum ki...
Anneannem ilk torununun nikahında

Babannem ve Annem...
 Annemin kucağında dayımın oğlu Murat.
Sağ yanda duran da babaannemin bize getirdiği tüp çikolatayla aşk yaşayan abim Ali.
  Babaannemle annemin ortasındaki de ben oluyorum ve tabi bir de sarı kırmızı çoraplarım :)

10 Aralık 2014 Çarşamba

Dönüşüm

Adını, modern dünyadaki küçük burjuvalardan "Böhöm böhöm, aslında hepimiz birer Gregor Samsayız şekerim" gibi cümlelerle pek fazla işittiğim ve Kafka'nın o, insanı depresyona sürükleyici anlatımı yüzünden okumayı  sürekli ertelediğim "Dönüşüm" kitabını şaşırtıcı bir biçimde tek solukta okudum geçen gün.

Bizden beklenen sorumlulukları yerine getirir, cici çocuk olursak sevilip benimsenceğimizi, getirmezsek de herkesin -en acısı ailemizin bile- gözünde birer böceğe dönüşeceğimizi, felsefi ve sade bir biçimde anlatmış Franz Kafka. "Hem sade hem felsefi nasıl oluyor?" diye sormayın, olmuş işte.

Her insanın içinde yaşattığı bu eziklik, bu depresif hal bu kadar ince bir kitapta ancak bu kadar etkili anlatılabilirdi. Kafka'yı bu sebeple çok takdir ettim.

Kafka'nın anlatmaya çalıştığı, yüzyıllardır süregelen, günümüzde devam eden ve yüzyıllardır da sürüp gidecek olan bu saçma durum, biz doğar doğmaz başlıyor aslında.

Doğar doğmaz, bırak sorgulamayı gözünü bile açmadan ya kulağına ezanla birlikte ismini fısıldıyorlar ya da vaftiz ediliyorsun.Yani ismini de dinini de senin yerine seçiyorlar.

Sonra senin için uygun görülen okula gönderiliyorsun. Okula gitmek isteyip istemediğin ya da hangi okula gitmek istediğin sorulmadığı gibi okulda senin ilgin ve alakan dışında bir sürü ders seriyorlar senin önüne (evet Osmanlıca gibi. Ama o konuya girmeyeceğim. Daha derin bir konudan bahsediyorum şimdi) ya da tam tersi sen okula gitmek istiyorsun ama gitmemeni, erken yaşta hayata atılmanı uygun görüyorlar. Farketmez her olasılıkta senden tek şey isteniyor; başarılı olman. Öyle olmak zorundasın zaten, başka çaren yok. Yoksa böceğe dönüşürsün ve o yaşta buna dayanamazsın küçüğüm.

Sonra bitmeyen sınavlar, ilgin ve isteğin olmayan yine bir sürü konularda senden beklenen farklı farklı başarılar...

Erkeksen askerlik var bir de. O mevzuya da hiç girmiyorum. Bedellisi var, bedellsizi var; bu ara revaçta bir konu ama biraz karışık.

Mesleğini (daha doğrusu senin için seçilmiş mesleği) aldın mı eline? Daha duuur! Bitmiyor. Evet kendine biraz güvenin geliyor elbette. Hatta uzaktan bakıldığında o kadar güçlü görünüyorsun ki; bir uzaylı görse seni, bu yaşına tek başına, kendi kararlarınla geldin bile sanabilir.

Sen de bu sağlam görünüşünden cesaret alarak içinde kalan ve hayalini kurduğun uğraşılarla ilgili "Yazıktır içimde kalmasın" diyerek, son bir çırpınışla kurslara falan gitmeye yelteniyorsun. Ama ne yazık ki yine rahat vermiyorlar sana ve birden "Kazık kadar oldun ne kursu? Yaşıtların çoluk çocuğa karıştı!" cümlesiyle irkiliyorsun. E haklılar aslında gitar kursunda "caddelerde rüzgar, aklımda aşk var" melodisini çıkarıcağım diye boncuk boncuk terlerken çok komik görünüyorsun.

Çok haklılar, çoook! Belli bir yaşa geldin mi evlenmen gerekiyor ve üzgünüm ki bunun için hayatta gerçekleştirmek istediklerinin, öz be öz kendi hayallerinin zerre kadar önemi yok. Asıl önemli olan, toplumun senin için uygun gördüğü role bürünmen. Aksi kabul edilmiyor çünkü. Hele bir itiraz et, oracıkta böcek olursun bak!

Hadi diyelim, hayallerini gömdün ve toplumdan dışlanmamak adına yine onların istediğini yapıp evlendin. Fazla heveslenme hemen, en fazla 1 sene rahat bırakırlar seni. Anne ya da baba olma yaşını da en iyi onlar biliyor çünkü. Bu sefer de çocuk isterler senden. Neden? Çünkü, yeni yeni Gregorcuklara ihtiyaç vardır canına yandığım dünyada.

Sonra mı? Çok basit; sonra sen de geçmişte kendine vermiş olduğun "Ben çocuğuma asla böyle davranmayacağım, özgür bırakacağım onu" sözünü unutup, Anne ya da Baba Samsa'ya dönüşüvereceksin. Ve bu metaformoz -yani başkalaşım- bir kısır döngü olarak yüzyıllar boyu devam edecek.

İşte kitabı okurken aklımdan böyle düşünceler geçti. Hal böyle olunca, kitabı okuduktan sonra annenize, kardeşinize ya da babanıza şöyle dik dik bakabilirsiniz. Neden baktığınızı sorduklarında da "Bakamaz mıyım? Ha bir de nereye bakacağımı da size sorayım, iyi valla. Esir miyim ben? Alla alla yaa!" gibi kendi çapınızda atarlanabilirsiniz de. Bu bakımdan sakıncalı bir kitap aslında.

Örneğin kitabı bitirdikten sonra bende de şöyle bir etkisi oldu; hafta sonu evde temizlik vardı. Kafka'nın da etkisiyle "Bu ne ya? Hafta içi çalışıyorum, hafta sonu da temizlik... Köle miyim ben?" şeklinde söylendim. Kendimi resmen Gregor Samsa gibi hissetmiştim çünkü. Ama çok geçmeden annemin; "Önüne gelen yemeği yerken, ütülenmiş giysilerini giyerken hiç sesini çıkarmıyorsun ama, asıl ben köle miyim?" şeklindeki Kafka'ya taş çıkartacak felsefi cümlesiyle tekrardan ete kemiğe büründüm çok şükür.

Görüldüğü gibi Kafka bana iyi gelmiyor arkadaş! Ama yine de güzel kitap, okumadıysanız alıp okuyun.


3 Aralık 2014 Çarşamba

Kendime Mektup



Sevgili Kendim;

Bugün Oğuz Atay'ın "Günlük" kitabını okumaya başladım. Şöyle diyordu kitap kapağından bana güzel güzel bakan Oğuzcuğum Ataycığım: "Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız"

İşte bu başlangıç cümlesinden çok etkilendim ve aklıma sen geldin. Ne zamandır dertleşmiyorduk seninle değil mi? En azından sana bir mektup yazmak istedim ben de. Evet, evet mektup. Efendim? Hayır, günlük değil canım! Sen de biliyorsun ki ben günlük tutma işlerini bırakalı çok oldu.

Kim bilir, belki de daha önce izlemiş olduğum "Before Midnight" filmindeki Jesse karakterinin 20 yaşındayken 40 yaşındaki haline yazdığı mektuptan etkilenmiş de olabilirim. Bilemiyorum şimdi. Amaan sen de! Üzümünü ye, bağını sorma. İçimden gelmiş sana mektup yazıyorum işte! Ha mektup ha günlük, maksat seninle dertleşmek değil mi? Yazım türünün bir önemi yoktur herhalde senin için.

Evet, pek de orjinal bir fikir değil belki. "O kitabı okumasaydın ya da o filmi seyretmeseydin umrunda olmayacaktım öyle mi? Hıh!" dediğini duyar gibiyim. İnan bana bu tripli emo yaklaşımında haklı da olabilirsin. Son günlerde sen de dahil hiçbir şeye istediğim gibi vakit ayıramıyorum çünkü. Ama biliyorum ki, beni en iyi anlayacak olan yine sensin Kendimciğim.

Yanlış anlama lütfen, zamanla ilgili bir sorun bu, kişisel değil. Yok, yok vallahi. Aaaa yeter ama! Zaten, bazen izlemek istediğim filmler, okumak istediğim kitaplar, uzun süredir görüşemediğim dostlarım, ingilizce videolar, pilates topu ...  hepsi üstüme üstüme geliyor, bir de sen bunaltma şimdi beni.

Tüm bu karmaşanın içinde seninle ilgilenmeyi unutuyorum doğal olarak. Kızma bana. Vakit yetmiyor işte. Zaman değişti canımcım. İlgi duyduğum şeyler o kadar arttı ki. Hepsine yeterli vakti ayırmak için süperman olmak gerekiyor. İnsan karşısına sunulan her baldan tatmak isterken kendinden feragat etmek durumunda kalabiliyor bazen, anlıyorsun değil mi?

Nasıl? Efendim? Hımmm, evet çok haklısın, benim için en önemli şey sen olmalısın tabi ki. Canım benim.

Bak görüyor musun lafa daldım yine, sormayı unuttum; sahi sen nasılsın?

27 Kasım 2014 Perşembe

Güz Okuma Şenliği: 2.Ay Son Durum




Geldik "Güz Okuma Şenliği"'nde 2.ayın sonuna.

Bu postu tıkladığınıza göre mevzuyu bildiğinizi düşünerek güzel vaktinizi almadan direkt mevzuya dalmak istiyorum. (Eğer bilmiyorsanız Güz Okuma Şenliği adlı postumdan detaylı bilgi alabilirsiniz)

Evet arkadaşlar, 2.Ayın sonunda toplamda okuduğum kitapları şöyle sıralıyorum:


6. Kategori (10 puan): İngiliz edebiyatından bir kitap.
              - J.R.R. Tolkien - Yüzüklerin Efendisi (486 sayfa) (Metis)


9. Kategori (10 puan): Yasaklanmış bir kitap.
              
- Franz Kafka - Dönüşüm (104 sayfa) (Can Yayınları)

11. Kategori (10 puan): Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk hakkında bir kitap.
             - Can Dündar - Sarı Zeybek (224 sayfa) (Can Yayınları) (Sarı Zeybek Yorumum )


18. Kategori (10 puan): 2014 yılında çıkmış bir kitap (Yabancı kitaplar için Türkiye’de ilk baskısını 2014’te yapması da kabulümüzdür).
              - Yekta Kopan - İki Şiirin Arasında (144 Sayfa) (Can Yayınları)


19. Kategori (Her kitap 10 puan, 2 kitabı da okuyana ekstradan 20 puan, toplam 40 puan): İsminde bir şehir/ülke adı geçen bir kitap ve buna ek olarak o şehrin yer aldığı ülke edebiyatından bir kitap. 
              - İskender Pala - İstanbulcunun Sandığı (190 Sayfa) (Kapı Yayınları)

              - Aziz Nesin - Sizin Memlekette Eşek Yok mu? (200 Sayfa) (Nesin Yayınevi)


20. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplam 50 puan): Aynı yazardan 3 kitap ama dikkat! Aynı seriye ait kitaplar kapsam dışı. Aynı yazarın üç farklı serisinden birer kitap olur tabii.  
             -Sabahattin Ali - Canım Aliye, Ruhum Filiz (160 Sayfa) (YKY)
             -Sabahattin Ali - Sırça Köşk (150 Sayfa) (YKY)
             -Sabahattin Ali - Yeni Dünya (136 Sayfa) (YKY)


21. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplamda 60 puan): Şimdiye kadar hiç kitabını okumadığınız dört yazardan birer kitap. Yazarların ikisi Türk, ikisi yabancı, ikisi kadın, ikisi erkek olmalı.
           -Dan Brown - Da Vinci Şifresi (495 Sayfa) (Altın Kitaplar)
          -Kahraman Tazeoğlu - Bukre (304 Sayfa) (Destek Yayınları)
          -Şebnem Burcuoğlu - Kocan Kadar Konuş (220 Sayfa) (Dex)                                                                      -Eleanor Coerr - Sadako (72 Sayfa) (Beyaz Balina Yayınları)   

Puan Hesaplama:

Okunan Kitap Sayısına Göre Puan = 130 puan (2 Ayda toplam 13 kitap okudum 13x10=130 puan)

Ekstra puan veren kategorilerden alınan Puan= 60 puan (19. 20. ve 21. kategorileri tamamladım 20'şer puandan toplam 60 puan eder)

Toplam Okunan Sayfalardan Alınan Puan = 28 puan (Toplam 2.885 sayfa okumuşum)

Toplam Puan = 130 +60+28=218 Puan

Bu ay geçen aya oranla performans düşüşü var galiba ama yine de bu şenlik olmasaydı daha az okuyacağıma eminim. Çünkü itiraf etmeliyim ki "2.aya az kaldı şunu bitirmeliyim, şuna başlamalıyım artık" diye kendimi çok zorladım. Bu yüzden "Şenlik Bahane Okumak (gerçekten) Şahane" ...

Şenlik sonunda tekrar görüşmek üzere... Hepinize keyifli okumalar...

24 Kasım 2014 Pazartesi

24 Kasım Öğretmenler Günü


Dünyanın en kutsal mesleğini yaparak, bizi aydınlatan ve hayatımızı şekillendiren bütün öğretmenlerimizin günü kutlu olsun. Umarım bir gün hak ettiğiniz değeri görebileceğiniz bir ülke olabiliriz...

21 Kasım 2014 Cuma

Bir Hikaye Yazıyoruz PART3

Duymayan kaldı mı bilmiyorum ama 1 delinin günlükleri blogunun başlattığı etkinlikle 10 blogger arkadaşımla tek hikaye yazmaya kalkıştık biz. Nasıl mı? Çok basit; sırayla ve bölümler halinde :)

Ortaya nasıl bir hikaye çıkacağını herkes gibi ben de çok merak ediyorum. Benim payıma, 3.bölüm düştü. Veeeee (burası çok heyecanlı, sıkı durun!) Sıraaaa, bana geldiiiiii! 

Öncelikle şu hatırlatmayı yapmak isterim ki; Müptezel'in yazdığı Part 1 için Tık  yapmanız,1 Delinin Günlükleri'nin devam ettiği Part 2 için  Tık Tık yapmanız ve benim sürdürmeye çabaladığım Part 3 için sadece aşağıya göz atmanız yeterli olacaktır. Diğer eklenecek partlar için de bloguma ara ara uğrayıp solda görmüş olduğunuz "Bir Hikaye Yazıyoruz Bölümleri" başlığının altında yer alan linklere tıklayarak ulaşabilirsiniz. 

İşte benim yazmış olduğum bölüm;

Part3

...
Kim kime tosladı? O hastaneye nasıl  gittim? Ne zamandır buradayım? Tüm bunları hatırlamadığım gibi; "adımı, ailemi, geçmişe ait yaşadığım ne varsa hiçbirini de hatırlamıyorum" demeyi elbette çok isterdim. Ama kaderimde yazan hikaye, basit bir Yeşilçam hikayesinden daha acımasız olmalı ki dün geceki kaza haricinde geçmişte başıma gelen her şeyi zehir gibi hatırlıyordum maalesef.  

Belki kazanın, belki de alkolün etkisinden başım çok ağrıyordu. O ağrıyla başımı zorla yana çevirip hemşireyi ya da bana ağrı kesici verecek herhangi birini aradı gözlerim. O esnada uzaktan bana doğru gelen birini farkettim. En az elindeki içecek kadar sıcak bir gülümsemeyle gelen adamı -yeni yeni açılan gözlerimi hastane florasanı kamaştırdığından- net göremediğim için, adamın kim olduğunu çıkarmaya çalışıyordum. 

Kocam değildi. O kadar kalpsiz olamayacak kadar sevecen birine benziyordu. Hafızamdan şüphe ettim bir an. Yoksa tüm yaşadığımı sandığım bu saçmalıklar bir kabustu da şu karşıdan gülümseyerek gelen adam benim sevgilim ya da kocam mıydı? Hafızam bana oyun mu oynuyordu gerçekten? Ah nasıl isterdim bunun böyle olmasını...

Aklımdan bu düşünceler geçerken, onun o "günaydın" diyen, insanın içine güven dolduran tanıdık sesiyle kendime geldim. Barış'dı bu! Evet Barış. Benim üniversiteden arkadaşım. Roma'da yaşadığını sandığım, onu görür görmez de ne kadar özlediğimi farkettiğim Barış! Ve şu anda ona sarılarak omuzunda hüngür hüngür ağlamak istediğim Barış! 

Gülümsemeye çalışarak biraz şaşkın bir ifadeyle onun "günaydın" ına karşılık verdim. Yanıma gelip ellerimi "iyi misin?" diyerek tutunca, yerimden doğrulup ona sımsıkı sarıldım ve içimin irinini akıtana kadar ağladım. 

Önce o bana; Türkiye'ye bir kaç hafta önce kesin dönüş yaptığını, dün gece de hem bunu haber vermek hem de yeni yılımı tebrik etmek için beni aradığını ama önce cevap alamadığını sonra da benim telefonumdan bir polisin ilk gördüğü numarayı yani onun numarasını aradığını ve buraya nasıl telaşla geldiğini anlattı. Sonra ben de; benim önce otel odasına sonra da bu hastane odasına düşmeme neden olan boktan hayatımı anlattım ona. 

Hayat çok garipti; bir kaç saat önce, tek başıma kadehleri sıralayıp kocam olacak o iki yüzlü alçağı umutsuzca unutmaya çabalıyorken, şimdi ise karşımda beni şefkatle dinleyen bu adama anlattığım hayat sanki başkasının hayatıymış gibi uzak geliyordu bana. Meğer ne güzel bir şeymiş seni gerçekten dinleyen birinin olması. Etraftan aldığım bu huzur ve güven kokusu başımın ağrısını bile geçirmeye yetmişti. Yeni bir yıl için fena bir başlangıç sayılmazdı bence! 

Bir ara saçlarıma baktı ve üniversite yıllarında ona aşık olmama neden olan kocaman gülümsemesiyle "Saçların çok komik görünüyor" dedi. Önce kazanın etkisi sandım ama ellerim gayrı ihtiyari saçlarıma gidince "zehir" gibi olan hafızam bana yardımcı oldu ve ne demek istediğini anlayarak bir kocaman kahkaha da ben patlattım ve ona hemen, otel odasındaki ilginç personeli ve saçımın bu hale nasıl geldiğini anlattım. İkimizin kahkahaları hastane koridorlarında çınladı. Tıpkı o eski gamsız günlerimizdeki gibiydik. 

Bir an eski günlere daldım. Üniversitenin ilk yıllarında düpedüz aşıktım benden bir üst sınıfta olan bu adama. Gülümsemesine hayran kaldığım bu çocuğun adını öğrendiğimde durup durup: 

"Kimse sevemez benim gibi seni
 Kırk yılda bir gelir "Barış" gibisi (Barış'ı çok güçlü vurgulayarak)
 Sen de fazla naaaz ediyorsun ammaaaa 
 Yine de bana gönlün var gibi gibi"

dörtlüğünü söyleyip duruyordum bizim kızlara. Onlar da dalga geçiyorlardı benimle. Ne güzel günlerdi! 

Zamanla Barış'la çok güzel bir dostluğumuz oldu. Aslında içten içe onun da bana olan ilgisini sezmiyor değildim. Ama bu güzel dostluğu kaybetmemek için bir türlü açılamamıştık birbirimize. Savaş'ın hayatıma girmesiyle de aramızda bir şey olma ihtimali sıfırlanmıştı zaten. 

Şimdi düşünüyorum da; ismi "Barış" olan biri dururken ismi "Savaş" olan biriyle evlenerek başıma gelen bu kadar sevgisizlik bu yüzden benim suçum biraz da. Oysa benim ismim bu sevgisizliği hiç haketmiyordu. 

Polisin "Keyfinizi bozuyorum ama ifadenizi almam gerekiyor Sevgi Hanım" cümlesiyle ikimiz de irkildik birden. Oyunun en heyecanlı yerinde, annesi tarafından eve çağrılan çocukların oyun arkadaşlarına baktığı gibi baktık birbirimize. İkimizin aklında da aynı soru olduğuna eminim; "Ne istiyordu bu adam şimdi?"  
... (Part 3 Sonu)

Evet Mor Rimel "ne istiyor bu adam?" Heyecanla bekliyoruz :)


Bir Hikaye Yazıyoruz Bölümleri



18 Kasım 2014 Salı

Sarı Zeybek

Belgeselini uzun yıllar öncesinde televizyonda izlemiştim. Ve beni de her izleyen gibi, Fahir Atakoğlu'nun doyumsuz müziği eşliğinde Can Dündar'ın o dokunaklı ve sıcacık anlatımı çok etkilemişti.

Üzerinden yıllar yıllar geçti... Her 10 Kasım'da gerek kitabıyla gerek belgeseliyle fenomen olan "Sarı Zeybek" i okumayı, "Elimdeki kitap bitsin, alıp okuyacağım söz!" cümlesiyle erteliyordum sürekli. Biri bu kitabı okuyup fotoğrafını bloğunda ya da sosyal ağlarda paylaştığında da yüzüme kitabı çarpmış gibi hissediyordum doğal olarak.

Güz Okuma Şenliği 'nde  "11.Kategori: Mustafa Kemal Atatürk hakkında bir kitap"
kategorisini görünce "Kızım Dilek; vakit o vakittir işte. Bu sefer okumalısın" demiştim ve geçtiğimiz hafta sonu İstanbul Kitap Fuarı'na gidip şenlik için gerekli diğer kitapları tamamladığım gibi bu kitabı da kitaplığıma ekleyiverdim büyük bir gururla. Hem de Can Dündar tarafından "Dilek için Can'dan Sevgiyle" şeklinde imzalanan bir kitap oldu kendisi :)

Fuardan eve geldikten sonra odama geçip, yeni aldığım kitaplarımla birlikte yayılıp (adetimizdir birlikte yayılmayı çok severiz biz :) ) onları incelemeye koyuldum. Sonra hepsini, okunmayı bekleyen kitaplar rafına bir bir dizdim. Yalnız birini rafa bırakmak içimden gelmedi hiç. Hemen oracıkta okumaya başlamak istiyordum çünkü.

Bir ara gözüm, haftalardır okumaya çalıştığım "Yüzüklerin Efendisi"ne kaydı; çirkin kapağıyla "aklından bile geçirme sakın!" der gibi bana bakıyordu sanki. Sonra tekrar, tüm karizmasıyla efeler gibi raks eden "Sarı Zeybek"e çevirdim gözlerimi kararlıca. Tabi ki "Yemişim yüzüğünü de efendisini de" diyerek aldım elime "Sarı Zeybek"i uyuyana kadar da bırakmadım bir daha.

Uzun süredir ayrı kalmak zorunda kaldığınız ve çok özlediğiniz -anneniz, babanız, kardeşiniz gibi- çok yakınınız olan birinin hayatından ıskalamış olduğunuz kesitleri gözünüze gözünüze sokar gibi gerçekleri en yalın şekilde anlatan satırlar bir anda etkisine alıyor insanı.

Kitapta bulunan her cümle çok değerliydi. Çünkü tüm dünyanın hayran kaldığı bir liderin hayatının son 300 gününde tüm yaşadığı hisleri -korkuları, acıları, umutsuzluğu, endişeyi...- bu cümleler anlatıyor ve hissettiriyordu. Herşeye rağmen doktorların gözlerinin içine bakarak umut dolu bekleyişini, sonra o derin mavi gözlerinde beliren umudun kayboluşunu, çaresizliği görür gibi oldum. İçim yandı.

 Sabah kalktım ve aklım "Sarı Zeybek"te işe gittim. Gün boyu, kafamda hep "akşam olsa da rahatça okusam" düşüncesi vardı. Aralarda bir göz attım ama işyerinde rahat kitap okuyamıyorum maalesef. Akşam oldu eve gittim yemekten sonra odama çekildim ve bitene kadar, hüngür hüngür okudum "Sarı Zeybek"i. Bitirdikten sonra da yüreğime çok dokunan sayfalara döne döne tekrar tekrar okudum.

"Başkomutan Atatürk", "Lider Atatürk", "Kahraman Atatürk", "En Büyük Türk Atatürk" gibi çocukluğumuzdan bu yana öğretilen kalıpların dışında "İnsan Atatürk"ü anlatıyordu bu kitap bize. Zaaflarıyla, umutlarıyla, umutsuzluklarıyla, yaşama sevinciyle, kısaca tüm insani yönleriyle. Kuru fasülyeyi çok sevdiğini bu kitaptan öğrendim mesela.

Kendimi Atatürk'e hiç bu kadar yakın hissetmemiştim. Elimi uzatsam dokunacak ve teselli edemediğim için kendimi aciz hissedecek kadar yakın.

Kitap şu an baş ucumda duruyor. Okudularımın arasına kaldıramadım. Beni etkileyen kitapları hemen rafa kaldıramam çünkü -böyle de garip huylarım var, sanki kitap "benimle işin bitti tabi hıh!" diyecek gibi gelir-

Kitabın içinde beni bekleyen bir de DVD var. Onu bir kez daha yarın izleyeceğim. Bugün dayanamayıp kitap biter bitmez sizinle paylaşmak istedim. Hala okumayanların yüzüne kitabı çarpma sırası bana geçti çünkü :)





13 Kasım 2014 Perşembe

Bir Bloggerın İtirafları

Uzun süredir blogumda yazılar yazmama rağmen diğer bloglarla takipleşmenin ve onlarla etkinliklere katılmanın önemini yeni yeni anlamaya başladım. İtiraf etmeliyim ki; ilk başlarda, tek bir takipçisi bile olmadığı halde "Canlarım, biliyorum bir hayli ihmal ettim sizi" gibi cümleler içeren şuursuz postlar yayınlayan, kendi halinde, garip bir bloggerdım ben :)

Bu durumda, herhangi bir Word belgesine yazıp kaydetmekle, bloga yazıp yayınlamak arasında hiç bir fark olmuyor tabi. Ama yine de "Niye kimse bana yorum yapmıyor ya!" diye sızlanmama engel olamıyordum. Hatta hiç unutmuyorum bir arkadaşıma zorla yorum yaptırmıştım (kendimden utanıyorum şu an ama gerçek bu, üzgünüm ben böyle karanlık bir geçmişe sahibim :) )

Evet evet, itiraf etmem gereken başka şeyler de var; Blogger'dan beklediğim ilgiyi göremeyince çevresinden göremediği ilgiyi arayan ergenler gibi ben de sosyal ağlara çevirmiştim gözümü ve büyük bir özgüvenle demiştim ki kendime; "Bu yazdıklarımı Facebook'ta, Twitter'da -Allah ne sosyal ağ verdiyse artık- hepsinde paylaşayım da yeri göğü yerinden oynatayım, Allah Allah tutmayın ulen beni!" Öyle dedim demesine de, sosyal ağlarda asla tutarlı bir şekilde varlık göstermeyi başaramayan biri olarak, o özgüven nereden geliyordu bilmiyorum ama sesimi duyuracağım kitlenin de boyutunu içten içe tahmin ediyordum aslında.

Buna rağmen bir umut işte, postlarımın linkini sosyal hesaplarda paylaşıp, blogumun okunma sayısını takibe koyuldum yine de. Sadece okunmak ve okunduğumu bilmek istiyordum hepsi bu. Okunma sayısında bir nebze hareket olsa da öyle yeri göğü oynatacak bir sonuçla karşılaşmadım doğal olarak ama profillerimde yayınladığım postları like edenler, hatta linkin altına yorum atanlar ( kendi rızalarıyla :) ) bile oluyor diye nasıl da seviniyordum ilk başlarda görmeliydiniz, kıyamam kendime yaa! :)

Bu çabalarım sonucunda da okunma oranlarına baktığımda; 400 kişilik Facebook hesabımdaki okuyucu kitlemin tahminen 30'u geçmediğini, "takibe takip" vaadiyle edindiğim Twitter takipçilerimin aslında birer hayalet olduklarını gördüm. (Böyle :) mi yapsam, şöyle :( mi yapsam bilemedim şu an)

Bunun dışında yakın çevremde yazılarımı takip eden özellikle Meryem Teyzem (kendisi, yazılarımda ondan bahsetmemi istiyor, Ayla Teyzem'den bahsedip ondan bahsetmediğim için azcık gücenmiş bana, "teyzelerin en entellektüeli, seni çok seviyorum!" ) kuzenlerim ve arkadaşlarımı da işin içine katarsam toplamda 60'ı geçmeyen korsan takipçim vardı. "Korsan" diyorum çünkü blogumda resmi olarak beni takip etmeyen takipçilerimdi bunlar. (Yeri gelmişken buradan mesajımızı da verelim "Korsana hayır, takibe evet!" :) )

Sonra vakit buldukça farklı bloglar okumaya başladım ve gördüm ki, bu blog işleri benim sandığım gibi yürümüyormuş. Ben şekil-şemayı çözmeye çalışırken; diğer bloggerlar etkinlikler yaparak, oyunlar oynayarak Blogger'ın dibine kadar sefasını sürüyorlarmış. Ben de boşuna kendi kendimi "Niye kimse beni okumuyor yaa?" diye yiyip duruyormuşum.

Hal böyleyken, "Attan düşenin halinden attan düşen anlar" (Yoksa eşek miydi o? Hep karıştırıyorum) diyerek, yazdıklarımı okuyacak ve okuduğunu belli ederek beni çok ama çok sevindirecek blogger arkadaşlarımla kaynaşıverme çabalarına giriştim ben de. İyi de etmişim. Çünkü yazdıklarımın "gerçekten" okunduğunu bilmek ve aynı dili konuşan yeni dostlar edinmek çok güzel.

Tüm bu aydınlanmanın ardından bile Blogger'ı hala etkin bir şekilde kullandığım söylenemez. Buna vaktim yok çünkü. Ama blogla ilgili bir sorun yaşadığımda bana yardımcı olmaya çalışacak güzel dostlar ediniyorum, daha ne olsun?










10 Kasım 2014 Pazartesi

Atam'a (2)

Yaşanılan saçma sapan olaylardan bahsetmeyeceğim bu sene. Hep aynı saçmalıklar zaten.Sen de bıkmışsındır artık, her sene seni anarken anlattıklarımızdan. Sadece şunu bil, değişmeyen tek şey var bu ülkede; o da sana olan sevgimiz ve minnettarlığımız. İnan bana görünenden çok fazlayız biz...

Seni bu sene en sevdiğim fotoğrafınla anıyorum...Saygıyla...

3 Kasım 2014 Pazartesi

İstanbul Efendisi

Bu seneki tiyatro açılışını kuzenim Sena'yla, bu hafta sonu yaptım çok şükür. Hem de ne zamandır bloglardaki ve sözlüklerdeki övücü yorumlardan özendiğim ama bir türlü gitmeye fırsat bulamadığım "İstanbul Efendisi" adlı oyunla yaptım bu açılışı.

Şu kadarını söyleyebilirim ki; oyun, gerçekten okuduğum tüm övgüleri hakediyormuş. Oyuncuların yaklaşık 3 saat boyunca sergiledikleri performansı tek kelimeyle muhteşemdi. Müzikli bir oyun olduğu için çok da eğlenceliydi ayrıca. Ben biletleri haftalar öncesinden aldığım için en önden yer seçimi yapmıştım ve sahneyle önümüzde kocaman  pist gibi bir boşluk vardı. Öyle ki; bir ara kalkıp o boşluğa fırlayıp oynamamak için kendimizi zor tuttuk :) (Bu arada ilk defa gittiğim Kağıthane Sadabad Sahnesi de gayet güzeldi.)

Müsahipzade Celal'in 1914 yılında kaleme aldığı tiyatro esirinde Lale Devri sonrasında traji komik bir olay anlatılıyor. Aslında mevcut şekliyle bugünün seyircisinin anlamada biraz zorlanabileceği bu eseri günümüz insanın anlayacağı ve sıkılmayacağı bir biçimde çok güzel uyarlamışlar. Şarkıları da konuya göre öyle kurgulamışlar ki tam bir cümbüşün içinde buluyorsunuz kendinizi.

Oyunda dikkatimi çeken bir diğer ayrıntı; gerek kostüm, gerek makyaj ve gerek dekorda bir zombi havası hakimdi. Ben bu durumu eski dönemi anlatmış olmalarına bağladım ki bence seyirciye o tarihi havayı yaşatması bakımından çok başarılı olmuştu.

Böyle eğlenceli, böyle keyifli, böyle emek verilen bir oyuna gitmemek gerçekten olmazmış; bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Eğer siz de henüz gitmediyseniz, kendinize ve sevdiklerinize vakit ayırın ve bu oyuna hep birlikte gidin. İnanın çok eğleneceksiniz.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Cumhuriyet

Bugün; klişe sözler söylemek, saçma sapan sataşmalar yapmak yerine olduğumuz yerde biraz duralım hepimiz. Evet, hiç birşey yapmadan, bir anlığına da olsa bir duralım ve "Cumhuriyet"in kelime anlamını düşünelim sadece...

Canı, kanı pahasına küllerinden tekrar doğan Türkiye'nin "bağımsızlık benim karakterimdir" diyerek isminin yanına seçtiği kelimenin kendisine en çok yakışan  kelime olduğunun farkına varalım bir kez daha.

"Cumhuriyet, özgürlük demek" şarkısını ezbere okumayalım bu sefer; söylerken gözlerimizi kapatalım, Türk Yıldızları gibi (kiuuu kiuuu!) gökyüzünde özgürce akrobasiler yaptığımızı varsayalım ve o özgürlüğü büyük bir coşkuyla iliklerimize kadar  hissedelim.

Bunca kavga, bunca gürültü, bunca tantana arasında; herşeye, herkese rağmen o kadar kuvvetli hissedelim ki onun varlığını, "Cumhuriyet" var olduğu sürece bu millete hiç birşey olmayacağı gerçeği bir kez daha dank etsin her birimizin kafasına.

Öyle çok derin düşünmeye de gerek yok, bu topraklarda nefes alan herkesin özgür oluşunun bayramıdır aslında bugün. Bunu unutmayalım yeter. Hepimize kutlu olsun!


     




23 Ekim 2014 Perşembe

Güz Okuma Şenliği: 1.Ay Son Durum





Güz Okuma Şenliği tüm hızıyla devam ediyor ve 1.ayın sonuna geldik. Bu güzel etkinliğin mimarı Pınar Hanım, bizden 1.ayın değerlendirmesini yapmamızı istemiş.

Listeyi eritmeye ben biraz sonlardan başladım. Bonuslarla motivasyonum daha artar diye düşündüm çünkü :) Lafı uzatmadan 23 Eylül - 22 Ekim tarihleri arasında okuyup bitirdiğim kitapları listeliyorum efendim:


19. Kategori (Her kitap 10 puan, 2 kitabı da okuyana ekstradan 20 puan, toplam 40 puan): İsminde bir şehir/ülke adı geçen bir kitap ve buna ek olarak o şehrin yer aldığı ülke edebiyatından bir kitap. 
              - İskender Pala - İstanbulcunun Sandığı (190 Sayfa) (Kapı Yayınları)

              - Aziz Nesin - Sizin Memlekette Eşek Yok mu? (200 Sayfa) (Nesin Yayınevi)

20. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplam 50 puan): Aynı yazardan 3 kitap ama dikkat! Aynı seriye ait kitaplar kapsam dışı. Aynı yazarın üç farklı serisinden birer kitap olur tabii.  
             -Sabahattin Ali - Canım Aliye, Ruhum Filiz (160 Sayfa) (YKY)
             -Sabahattin Ali - Sırça Köşk (150 Sayfa) (YKY)
             
21. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplamda 60 puan): Şimdiye kadar hiç kitabını okumadığınız dört yazardan birer kitap. Yazarların ikisi Türk, ikisi yabancı, ikisi kadın, ikisi erkek olmalı.

           -Dan Brown - Da Vinci Şifresi (495 Sayfa) (Altın Kitaplar)
          -Kahraman Tazeoğlu - Bukre (304 Sayfa) (Destek Yayınları)
          -Şebnem Burcuoğlu - Kocan Kadar Konuş (220 Sayfa) (Dex)                                                                      -Eleanor Coerr - Sadako (72 Sayfa) (Beyaz Balina Yayınları)   

Puan Hesaplama:

Okunan Kitap Sayısına Göre Puan = 80 puan (8 kitap okudum 8x10=80 puan)

Ekstra puan veren kategorilerden alınan Puan= 40 puan (19. ve 21. kategorileri tamamladım 20'şer puandan toplam 40 puan eder)

Toplam Okunan Sayfalardan Alınan Puan = 17 puan (Toplam 1791 sayfa okumuşum)

Toplam Puan = 80 +40+17=137 Puan

Evet katıldığım bu ilk okuma şenliğinin ilk ayında durumum bu. Hızımı zamana vurduğumuzda etkinliğin başında yayınladığım listemdeki (şurada görebilirsiniz tık tık :) ) kitapların hepsini süresinde bitirmem imkansız gibi görünüyor :) Ama bir şey itiraf etmeliyim ki ben hiç 1 ayda 8 kitap okumamıştım. Sırf bunun için bile bu güzel etkinliğe katıldığım için çok memnunum. Teşekkürler Pinuccia'nın Kitapları

Bir Ödül de Benden




Blog dünyasında olup biten bu etkinliklere biraz yabancıyım. Mimler, ödüller bugüne kadar pek dahil olduğum şeyler değildi. Sağolsun Süslü Şirine  bana da ödül yollamış.

Bu ödül ne demek oluyor, hiç bir fikrim yok ama :) sanırım amaç sosyalleşmek, diğer bloglarla kaynaşmak ve takipçi sayısını arttırmak :) Bu yüzden ben de zevkle ödülü haketmek için istenileni yaptım

Efendim, bu ödülün 3 tane de şartı varmış:
1- Ödülün fotoğrafını yayınlamak
2- Ödül veren blogun bağlantısını eklemek
3- 15 bloga bu ödülü dağıtmak

Ben de listemden rastgele seçimler yaptım ve daha önce ödül aldılar mı bilemiyorum, ama amaç zaten eğlenmek ve kaynaşmak. Buyrunuz; benim listemdeki şanslılar da şöyle...



1-) Müptezel
2-) Sosyal Medya Kafe
3-) Yeşeren Yaprak
4-) Buralı Olmayanlar Lokali
5-) Gelincik Zamanları
6-) Şekerli Türk Kahvesi
7-) Yağmurlu Günler
8-) Masal Yıldızı
9-) Burchin's
10-) MissTuti
11-) Şüheda'nın Dünyası
12-) Söz Sanatı
13-) RenGarenK
14-)Pembe Kreasyon
15-)Strangeland Dreams


20 Ekim 2014 Pazartesi

Bloglar Dayanışması - Blog Takip Etkinliği

 Merhaba arkadaşlar, takipçi sayısı henüz 20'lerde olan bir blogger olarak blog dayanışmlarını çok seviyorum ve rastladıkça katılmaya çalışıyorum.

Daha geniş kitlelere yayılmak ve farklı bloglar tanımak adına yapılan bu dayanışmalardan bugün de bir yenisine rastladım ve belki bir yararı olur diye sizlerle paylaşmak istedim.

Siz de takipçi sayınızı arttırmak ve farklı bloglar keşfetmek isterseniz;  http://sosyalmedyakafe.blogspot.com.tr/2014/10/bloglar-dayanismasi-blog-takip-etkinligi.html adresinden katılımı gerçekleştirebilirsiniz.

Takipçiniz bol olsun! :)
Sevgiler...

16 Ekim 2014 Perşembe

Kuzey Ege Turu-2 (Assos, Truva, Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı)

"Güz Okuma Şenliği Listem"de yer alan kitapları eritebilmek için, harıl harıl kitap okumaktan yazmaya fazla zaman ayıramadım bu aralar. Hatırlayacak olursak; 2 günlük mini "Kuzey Ege Turu"muzun ilk gününde Bozcaada'yı gezmiştik. İkinci günümüzde ise bizi bekleyen yerler:

*Assos
*Truva
*Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı

Hadi şimdi bizi bekleyen ve her birinde ayrı bir büyü olan bu yerleri, fotoğraflarla adım adım gezerek "Kuzey Ege Turu"muzu tamamlayalım hep birlikte. Sonra da Kitaplarımla baş başa bırakın beni :)

Assos Behramkale Köyü

Sabah erkenden uyanıp otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra otobüsümüze atladık ve sıkı bir gezi programını gerçekleştirmek için kendimizi yollara vurduk. İlk önce yolumuzun üstünde yer alan Küçükkuyu'daki Adakale Zeytinyağı fabrikasında zeytin yağı nasıl imal edilir bilgilendik ve kısa bir alışveriş molası verip Assos'a varmak için yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ettik.

Ve nihayet zeytin ağaçlarının çepeçevre sardığı, binlerce yıllık geçmişiyle birçok uygarlıktan izler taşıyan Assos diğer adıyla Behramkale'ye ulaştık. Orada etrafı gezmek,  meşhur damla sakızlı dibek kahvesini tatmak için küçük bir molanın ardından Athena Tapınağı'nı ziyarete gittik.Yine rehberimizin güzel anlatımıyla o tarihi havayı soluyup, güzel manzarasıyla hepimiz büyülendik.


Behramkale Köyü'ne girerken Aristo'nun heykeli karşıladı bizi

Her bir köşede el emeği bir şeyler satan yaşlı teyzelere rastladık


Güzel sunumuyla damla sakızlı dibek kahvesi 

Buranın meşhur zeytin çekirdeği kolonyası


Etraftaki hediyelik eşyaların bulunduğu tezgahlara bakarak Athena Tapınağı'na yürüdük

Athena Tapınağı'nı bir bütün olarak görebilmemiz için tapınağın içinde maketi bulunuyor.
Athena Tapınağı

Ve tapınaktaki o tarihi doku ve muhteşem manzara bizi büyüledi. Bu büyüyle tekrar otobüsümüze atlayıp Antik Truva şehrini görmek üzere Çanakkale türküleri söyleyerek eğlenceli yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ettik.

Truva

Truva yolunda rehberimiz bize Truva savaşını detaylı bir şekilde anlatırken, yolculuk boyunca söylenen türkülere gayet enerjik bir şekilde eşlik eden teyzeler de biraz kestiriyordu :)

Truva kentine vardığımızda meşhur Truva Atı karşıladı bizi. Asıl etkileyici olan, yolculuk boyunca Truva savaşı anlatılırken uyuklayan bir teyzenin ilk defa karşılaştığı bu ata şaşkın gözlerle bakıp "Ha bu at da nerden çıktı?" demesiydi :)   Herkes bu atla fotoğraf çektirdikten sonra, yine rehberimizin güzel anlatımı eşliğinde Truva antik kentini gezmeye koyulduk.

 Elbette bu sevimli atla savaş mavaş kazanılamaz. Baksanıza pencerelerine, bir pimapenleri eksik :) Bu, 1970'li yıllarda Çanakkaleli bir marangoz tarafından maket olarak yapılmış bir Truva atı. Çanakkale'nin merkezindeki Truva filminde kullanılan Truva Atı ise bu ata nazaran daha mitolojik duruyor bence ki, her gören aynı şeyi söylüyor: "İkisi yer değiştirmeli"  










Gerçekte böyle bir at var mıydı, sadece destanda yazılan mitolojik bir hikaye mi ya da hikaye yanlış mı yorumlandı orası büyük bir muamma. Ama aynı destandan yola çıkarak bu topraklarda koskoca bir hazineyi gümleten Schliemman'ı düşününce gerçek olma olasılığı daha yüksek geliyor bana.Yüzyıllar öncesinde terk edilmiş bu antik kentin tekrardan ortaya çıkması başlı başına tez konusu ama kısaca şöyle bir değinmek istiyorum bu ilginç hikayeye.

Efendim, böylesine köklü bir geçmişe sahip, bağrında külçe külçe hazineler barındıran bu antik kente 1870'li yıllara kadar kimsecikler el sürmemiş. Taa ki Heinrich Schliemman isimli, kendine arkeolog süsü veren bir hazine avcısı el sürene kadar.

Çocukluğundan beri Homeros'un İlyada destanını okuyan Schliemman 20 yıl boyunca ticaretle uğraşıp birikim yaptıktan sonra Yunanistan'a gidip kendi gibi İlyada hayranı olan Sofia ile evlenmiş ve bu hayalperest çift destanda bahsi geçen Priamos hazinesini bulmak için keşfe çıkmışlar. Söz konusu yere benzettikleri her yeri incelemişler ve gerçek Truva'ya ulaştıktan ve Osmanlı Devleti'nden kazı iznini de kopardıktan sonra, köydeki insanların yardımını da alarak kazıya başlamışlar.

Hazineye ilk ulaştıklarında durumu köylülere çaktırmayıp "bugünlük çalışma bu kadar yeter" deyip köylüleri yanlarından uzaklaştıran uyanık çift hazineyi kendi başlarına çıkartıp önce Atina'ya sonra da çeşitli yerlere dağıtmışlar. Binlerce yıl önce var olan büyük bir krallığa ait olan taçlar, tokalar, gerdanlıklar, küpeler, bilezikler, bakır, tunç miğferlerin her biri bir yere dağılmış böylece. Osmanlı bu durumu farketmiş ve hemen dava açmış ama 50 bin Frank'a razı gelerek bu durumu kabullenmek zorunda kalmış.

Bahsi geçen hazinenin 24 parçalık kısmı geçtiğimiz yıllarda ABD'den ülkemize getirilmiş. Önemli bir bölümü ise hala Moskova Puşkin müzesindeymiş ve bildiğim kadarıyla bize iadesi için görüşmeler hala sürdürülüyor.

İşte bu başına gelmedik kalmayan Truva kentinden görüntüler;

Deprem, savaş gibi nedenlerle 9 defa yıkılıp tekrardan kurulmuş olan Troya ya da Truva kenti, ilk başlarda diğer antik kentler gibi bir liman kentiyken Karamenderes nehrinin taşıdığı alüvyonlar nedeniyle zamanla denizden uzaklaşmış. Liman kenti olma özelliğini kaybeden kent de böylece önemini yitirerek terk edilmiş. 

















Truva şehri çeşitli felaketler yüzünden 9 kere yıkılıp yeniden inşa edilmiş. Çoğumuza, caanım Brad Pitt'in cicim Orlando'nun tanıttığı Truva savaşı 6.katmanda gerçekleşmiş. Tabi ilk yapılan kazılar bilinçsiz bir şekilde yapıldığı için katmanlar birbirine karışmış, ilk çıkan arkeolojik bulgular da tahrip edilmiş. Günümüzde ise araştırmalar ve kazılar hala sürmekteymiş.

Bu çok yorucu ama çok etkileyici Truva turunun ardından "memleketimizin taşı toprağı gerçekten altınmış" diyerek ve bu topraklar uğruna canlarını feda etmiş destan yazmış şehitlerimizin kabristanlarının ve hatıralarının bulunduğu "Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı"na doğru yola koyulduk tekrar.

Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı

Burası için anlatacak çok şey var ama orada o havayı solurken hissedilenleri anlatmak için kelimeler yetersiz kalıyor. Ziyaretimiz boyunca rehberimizin anlattığı hikayelerin de etkisiyle her birimiz çok fazla duygusal anlar yaşadık. Boğazımız düğümlendi çoğu zaman. Bir çok askerimize diri diri mezar olmuş topraklarda gezerken insan fazla bir şey söyleyemiyor zaten.

Vaktimiz kısıtlı olduğu için belli başlı yerleri gezebildiğimiz için buraya bir kez daha hatta defalarca gelme planını yaptık kafamızda gezerken.

Çanakkale Şehitleri Anıtı 1960 yılında Çanakkale Savaşında şehit düşen askerlerin anısına yapılmış.  Anıtın dört ayağı dört bir kıtadan savaşa katılan askerleri temsil etmekteymiş.



Bir, Çanakkale savaşını anlatan kabartmaya bakıyorsunuz bir de dalgalanan Türk bayrağına...   Hüzün, gurur, şükretmek gibi karışık duygular dolduruyor içinizi ama en çok "minnet" duygusunun ayrımına varıyorsunuz.


Savaşın anlatıldığı 45 m uzunluğundaki rölyef

Anzak askerlerin sembolik şehitliği

Ve Mustafa Kemal'in "Ben size saldırmayı emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum" dediği 57.Piyade Alayı Şehitlik Anıtı

Yolculuk boyunca birçok hikayesini dinlediğimiz kahraman Seyit Onbaşı'nın heykeli

İllere göre ayrılmış her bir sembolik mezarda yanılmıyorsam 20 isim yazıyordu. Tabi bu yazan isimlerin hepsi gerçek. 

Süremiz kısıtlı olduğu için GYTMP'ın belli başlı bölgelerini ve sadece bir askerin gerçek kabristanını ziyaret edebildik. O da Meçhul Asker. Meçhul Asker'in kafatası bir Anzak asker tarafından Avustralya'ya götürülmüş ve bu kafatası yıllarca Avustralya'da sergilenmiş. Geçtiğimiz yıllarda bu durumu Kültür Bakanımız tarafından tesadüfen fark edilerek bize iadesi istenmiş. Ve ülkemize getirtilen Meçhul Asker'in kafa tası 18 Mart 2003 günü buraya defnedilmiş.

Bu da Mustafa Kemal farkı!  Yorumsuz...
Bu anlamlı ziyareti, rehberimizin söylediği ve aklıma kazınan bir sözle bitirdik: "Burası Türklerin hac yeridir" Gerçekten "Türküm" diyen herkesin bu kutsal toprakları ziyaret etmesi o ruhu iliklerine kadar hissetmesi gerekir. Ve yıllar önce burada yaşananları düşününce bugünkü kaos ortamını yaratanlardan daha çok nefret ediyor insan. Evet söylenecek çok şey var ama dedim ya hepsi boğazda düğümleniyor.

Hüzünlü, ama böyle bir atanın evlatları olduğumuz için gururlu bir şekilde eve dönüş yoluna geçtik ve dolu dolu geçen 2 günlük mini Kuzey Ege Turumuzu bitirmiş olduk böylece. Şunu söyleyebilirim ki çok keyifli ve çok anlamlı bir gezi oldu benim için. Fizyolojik olarak bir az yorucu olsa da psikolojik açıdan çok dinlendirici bir etkisi vardı. Bu etkiyle, kısacık zaman zarfında yapılan koşuşturmaların yorgunluğunu hiç hissetmedik.

Kısa ama dolu dolu geçen gezilerden daha çok yapmayı ve bunları burada paylaşmayı dileyerek, okunmayı bekleyen kitaplarıma yöneliyorum. Hazır, mevsim "kır dizini evinde otur" mevsimi, bize de okumak düşer. Ve tabi ki okuduklarımı burada paylaşmak...