Wikipedia

Arama sonuçları

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Hayali Memleketim

Yoo delirmedim, evet son günlerde biraz hayalperestim farkındayım ama gerçekler mutlu etmiyor, hayaller daha güzel.

Dün bir yazı paylaştım, "Hayali Seyahatlerim" diye. Sonra televizyona ilişti gözüm ve suçluluk hissettim, "ülkenin haline bak, senin yazdıklarına, paylaştığına bak!" dedim kızdım kendime.

Kızsam da, utansam da yapacak bir şey yoktu aslında. Twit atmaktan başka bizim yapabileceğimiz hiç bir şey yok! Hepimiz etkisiz elemanız bu dünyada. İplerimiz başkalarının elinde çünkü.

"Hayali Seyahat gibi bir de  "Hayali Memleket" hayal edebiliriz belki" diye düşündüm bi ara. Madem gerçeğinde bir etkimiz yoktu, mutlu edemiyordu bizi, hayalimizde yaşatabilirdik bizi mutlu edecek memleketi belki.

Hayal gücünü fazla zorlamaya da gerek yok üstelik, gerçeğinin her bir köşesinde ayrı bir cennet barınıyor, hayal edilemeyecek kadar çok güzel çünkü bizim memleketimiz. Onu çirkinleştiren biziz. Sadece insanına, hayvanına, yeşiline, mavisine dokunulmayan bir memleket olsa yeterdi halbuki bu cenneti yaşatmaya.  Kardeşçe yaşasa herkes, çok mu zor olur ki?

Sevgi dolu olsa herkes, Nazım'da diyordu ya hani "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, Ve bir orman gibi kardeşcesine" işte bu gerçekleşse memlekette... Gerçeğinde umudum yok benim. Umut, hayalinde diyorum, Hayali Memlekette...

Sonra memleketimden insan manzaralarına bakayım diyerek sosyal hesapları yokladım, Kendim gibi üzüldüm hepsine. Kimi tatil fotolarını koymuş, kimi yaptığı yemeği, kimi atarlı giderli sözler paylaşmış (belli ki kızmış birilerine), kimi yarın pazartesi diye çok mutsuz, kimi havaların sıcak olmasından şikayet etmiş, kimi masum çocuklar ölüyor diye yazarlığı bırakmış boksa başlamış, kimi de yazarlığı bırakıp boksa başlayana atarlanmış, kimi de...

Hayat ne garip! Garip ama devam ediyor ve çok üzülüyorum bu halimize...


Neyse ki böyle şairlerimiz ve yazarlarımız var!

26 Temmuz 2015 Pazar

Hayali Seyahatlerim (Sidney- Rezervasyon)

From flowliving.com.
Malum yaz aylarındayız, insanın aklı hep gezmelerde tozmalarda :) geçen yurtdışı tur fiyatlarına baktım, bir de tursuz kendi imkanlarımla gitsem kaça mal olur onu hesapladım. Arada inanılmaz bir fark vardı.

Sonra dedim ki kendi kendime, "Parayı boşver, zamanı da boşver! Rezervasyondan, orada adres sormaya, alışveriş yapmaya kadar kimsenin yardımı olmadan, tek başına yurt dışına çıkabilir misin sen? Kendi ülkende olduğun gibi rahatça salınabilir misin bilmediğin bir şehrin sokaklarında?" biraz yutkundum açıkçası :) sonra da "neden olmasın?" dedim. Giderim elbette, ihtiyacım olan şey çok basit aslında; "turist ingilizcesi" :) evet bir turistin ihtiyaç duyabileceği cümleler belli zaten, bunların pratiğini yaparsam dünya turu bile yaparım evelallah:)

Bunun için turist diyalogları araştırdım sonra ve çıktılarını alıp evde kendi kendime konuşuyorum bu ara. Bi otel görevlisi oluyorum, bi turist :) sesimi kaydediyorum sonra dinleyip dinleyip gülüyorum :)

Bu ses kayıtlarımı da size dinletmek için bloga yüklemeyi planladım ama blogger, ses kayıtlarını resim ve video gibi blogda paylaşma imkanı vermiyor nedense? Player yüklesem orada dinleyebilirdiniz ama ben de öyle sıra sıra şarkı listesi gibi yüklemek istemedim. Onun yerine hem kendime hem de size bi güzellik olsun diye minik minik ses klipleri yaptım :) Nereden nereye işte; yurtdışı turu bakıyordum, iMovie'yi öğrendim :)

Nasıl olduğunu birazdan göreceksiniz ama önce bizim biraz hayal kurmamız lazım.

Evet hayal. Hayal kurmak ne güzel di mi? Tıpkı gezmek gibi. İkisi de insanı mutlu ediyor. İşte biz şimdi çifte mutluluk yaşayacağız çünkü hayal kurarak gezmelere gideceğiz hep beraber :)

Diyelim ki çok paramız var, çalışmak zorunda da değiliz vaktimiz de paramız gibi çok. Parası ve vakti olan sağlıklı ve zeki bir insan ne yapar peki? Bence gezer. Sizce de öyleyse eğer, hadi gitmek istediğimiz yerleri düşünelim o zaman.

1 hafta gidip oranın altını üstüne getireceksin. Para sorun değil, ingilizceyi de ben birazdan halletçem merak etme sen :) Nereye gitmek istersin nereye, nereye? Tamam sen oraya git, ben de seçiyorum; aslında Bangkok diyecektim ama oraya kışın giderim ben, şimdi Sidney'e gideyim Afrika sıcakları bastı malum, orada 1 hafta efil efil kendime geleyim :)

Tamam, ilk önce biletleri internetten hallettik. O kolay zaten onda ingilizceye gerek yok. Otel beğenelim internetten, paramız çoktu di mi? O halde Four Seasons illa ki vardır Sidney'de de, orada kalayım :)

İşte şimdi ingilizcemizi konuşturmamız lazım. Otele telefon açıp Pazartesi için 6 günlük yer ayırtacağız. İnternetten de bu mümkün ama ingilizce ısınma turları yapacağız ya ondan telefonla yapalım rezervasyonu.

Aradığımızda, karşımıza çıkan otel görevlisi muhtemelen şuna benzer bir cümle kuracaktır;

-Four Seasons Hotel. How can I help you? (Four Seasos otel. Size nasıl yardımcı olabilirim?)

Nasıl cevap vereceğimi merak ediyor musunuz? Dahası kendi cevabınızı da merak ediyor musunuz? o zaman cevabı aşağıdaki 15 saniyelik klipte :)



E bunun üzerine görevli de doğal olarak ne tür bir oda istediğimi sorar herhalde;

-Sure. What sort of room do you want? (Elbette, nasıl bir oda istersiniz?)

-Cevabımı Youtube'dan bildirmek istiyorum canım :)


Kaç gün kalacağımızı da söyledik. Otel görevlisi muhtemelen odanın fiyatını söyleyecektir bize ama biz de bunu sorabilmeliyiz yani yurtdışında bu soruya çok ihtiyacımız olacak. Çok iyi bildiğimiz neredeyse türkçeleşecek olan "How much is it!" sorusunu çarşıda, pazarda almak istediğimiz şeyi işaret ederek kullanabiliriz de oda fiyatı sorma gibi durumlarda şunu kullanmalıyız sanırım:


-The rent for the room is 300-USD a day.

Ne dedi o? 300 amerikan doları mı dedi? Hem de a day mi dedi? Evet biz turdan daha hesaplı olacak diye böyle ingilizce pratikler falan yapmaya başladık adam bize "300-usd" diyor :) Tamam telaş yok, masuscuktan, biz gerçekte geceliği 20-30 tl'lik hostellerde kalırız ama hayal kuruyoruz şimdi, bizim çok paramız var ya hani. :)

Neyse bırakalım ezikliği de otel görevlisine cevap verelim adam bekliyor parelel evrende :)


Aldın mı cevabını naber? Para bizim için ne ki? :)))

Otel görevlisi, fiyatı öğrendikten sonra sergilediğimiz bu cool tavırı görüp adımızı soracaktır elbette :) biz de söyleyeceğiz, burayı klipsiz geçiyorum tabi ki :) Sonra görevli bize yerimizi ayıracağını ve daha sonra birsinin onay için bizi arayacağını falan anlatan şuna benzer bir cümle söyleyecektir:

- I will make the booking, madame. Someone will call you up from the hotel later and confirm it.

Biz de asaletimizden ödün vermeden kibarca;



diyip ve asil asil telefonu kapatıp sonra en ilkel halimizle havalara uçarız sevinçten. :) Çünkü yurt dışı seyahatimizin 1.aşamasını geçtik. Hem de en basit cümleleri kullanarak başardık bunu.

Hep bildiğimiz cümleleri bile aslında hiç yüksek sesle telafuz etmediğimi farkettim ben. İnsan sadece kendi sesinden duyduğu kelimeleri unutmazmış, bu yüzden çok faydalı olacağına inanıyorum. Hem kullandığım kelimler beynimde kalıcı hala geliyor hem de telafuzumu geliştiriyorum. İnşallah devam ettirebilirim :)

Devam ettirmeyi başarabilirsem eğer, bakalım seyahatimizin diğer aşamalarında başımıza daha neler gelecek? Elbette kuracağımız cümleleri bunlardan biraz daha zor seçeceğim daha sonraları, bu ilk bölüm alıştırma gibi bi şeydi.

Böyle klipler yapmak hiç aklımda yoktu. Ben sadece ses kayıtlarımı ilgili satırın arasına sıkıştıracak player aramıştım ama beceremedim. İyi ki de becerememişim :) Sonra böyle klipler halinde yapmayı denedim lirik olması da ayrıca yararlı ve esprili oldu.

Peki siz hangi ülke için rezervasyon yaptırdınız? Yorumlarınızı bekliyorum :)

23 Temmuz 2015 Perşembe

Bloga Ses Kayıtları Nasıl Eklenir Bilen Var Mı?


Canım blogdaşlarım yardımınıza ihtiyacım var. Ben ses kayıtları yapıp bir postun çeşitli yerlerine onları ayrı ayrı serpiştirmek istiyorum. Blogger'da video ve resim ekleme imkanı varken ses kaydı ekle diye bir seçenek yok. "Neden yok, neden yok?" akşamdan beri soruyorum bu gereksiz soruyu ama taktım bir kere, yapmadan rahat etmeyeceğim :)

Biraz araştırdım DivShare diye bir site duydum, free diyordu öğrendiğim site, ama sayfasına gidiyorum bir türlü kayıt olamıyorum. Bu siteyi bilen ya da önereceğiniz başka yöntemler var mı bir de sizlere sormak istedim. Gerçi aklımda tavanı çekip onun üstüne konuşup videoyu ses kaydı gibi paylaşmak gibi dahiyane bir fikir var ama :) blogum daha teknolojik görünsün istiyorum ondan.:) Yardımlarınızı ve önerilerinizi bekliyorum...

16 Temmuz 2015 Perşembe

Karadeniz Turu 7.Gün (Safranbolu, Amasra) - Mutlu Son :)

Daha dün gibiydi "Karadeniz turuna çıkıyorum heyooo" nidalarıyla heyecanlanmalarım, turu bitirip, fotoları yine heyecanla ve zevkle tarayıp postlar hazırlayıp sizle paylaşmalarım, hey gidi hey! Bak işte son güne geldik.

Son postu da bayrama yetiştirdiğim için ayrıca çok mutluyum. Bundan sonra önümüzdeki postlara bakacağız artık. :) "Ne gezdin be Dilek!" diyenlere duyrulur bayramda gezmiyorum (yani yine evde durmam ama İstanbul dışına çıkmıyorum diyelim :)) İstanbul'un tadını çıkarmak istiyorum bir de vakit olursa Gizem'lere gitmek istiyorum (hangi Gizem olacak canım siz de tanıyorsunuz Atarlı Gizem var ya ona :) ) bayağı aksattık değil mi? (Atarlı Gizem'i bilmeyenler için buraya tıklayıp tanışabilirler :) )

Neyse konuyu dağıtmadan Karadeniz Turu'nun 7. yani son günümüzü anlatmaya başlıyorum hemen.

Tatilin ilk günü ne kadar heyecanlı ve sevimliyse son günü de bir o kadar donuk, yorgun ve sevimsiz oluyor. Yorgunluktan herhalde, tamamlayıp bir an önce evine dönesi geliyor insanın ama bir yandan da yeni göreceğin yerleri merak etmeye devam ediyorsun ve turun bittiğine üzülüyorsun.Yani böyle birbiriyle alakası olmayan saçma sapan hisler taşıyorsun tatilin son günlerinde. İşte böyle garip bir ruh haliyle Batı Karadeniz'in 2 güzel yerini görerek turumuz tamamlanacaktı.

 14.06.2015 Pazar sabahında ilk ziyaretimiz lokumuyla, evleriyle ve tarihi dokusunu kaybetmemiş yapısıyla meşhur olan Karabük'ün güzel ilçesi Safranbolu olmuştu.
Safranbolu'yu "Eski Sfranbolu" ve "Yeni Safranbolu" olmak üzere ikiye ayırmışlar. Bunu neye göre yapmışlar tam olarak anlamadım ama biz "Eski Safranbolu"yu gezdik.
Safranbolu 1994 yılında Unesco Miras listesine dahil edilmiş. Ayrıca tarihi dokusunu, güzelliğinden ödün vermeden koruduğu için de "Korumanın Başkenti" ünvanını almış bu güzel ilçemiz.Safranbolu denilince ilk akla gelen yerlerden biri Hıdırlık Tepesi. Burada harika bir Safranbolu manzarası varmış ama biz çıkamadık maalesef oraya. Sadece Arasta diye anılan çarşısında dolandık. Bi ara da bir diğer güzel manzaraya sahip Hükümet Konağı'na gidelim bari dedik, hatta denedik de ama yokuşu gözümüzü pek kesmediği için yarı yoldan geri döndük
 Hükümet Konağı'nı uzaktan gördük ama zoomladık ve geri döndük. E kolay değil 6 günün yorgunluğu vardı üzerimizde... :)
 Ara sokaklarda dolandık durduk işte :)
 18. ve 19.yy Türk toplum yaşantısını yansıtan Kayamakamlar Gezi Evi'ni gezdik.



Bir zamanlar dünyada bolca safran üretilen sayılı yerlerden biri olduğu için "Safranbolu" olarak anıldığı rivayet edilen bu güzel ilçeyi gezerken her dükkandan tepsilerle fırlayan satıcılar bize meşhur safranlı lokumlarından ikram etti. E biz de hiçbirini kıramayıp hepsinden yedik doğal olarak. :)

Canınız lokum çektiğinde buraya gelip Safranbolu sokaklarında bir kaç tur atarsanız emin olun lokuma doyarsınız hem de hiç para harcamadan :) Lokuma doymamıza rağmen evdekileri de düşündük ve lokum alışverişi de yaptık tabi. E o kadar yedik, almadan gitmek olmazdı :)

Lokumlardan aldığımız enerji tepelere tırmanmamıza yetmese de ara sokaklarda dolaşmaya devam ettik.
Safranbolu'da hiçbir ev diğer bir evin güneşine engel olmuyor. Bu ince ayrıntıyla yapılan evlerin oluşturduğu güzel manzarayı görünce de "keşke İstanbul'daki müteahhitlerin çoğu Doğu Karadenizli değil de Batı Karadenizli olsaydı" diye içimizden geçirmedik değil hani :)
 Damda onarım vardı :)
Merkezde bulunan camiyi ziyaret ettik. Camide herkesin başında toplandığı güneş saati vardı.
Güneş saati.
 Safranbolu'nun bakırcıları da çok meşhurmuş.
Safranbolu'nun en büyük şansızlığı bence İstanbul ile Ankara arasında bir yerde kalması. Yani iki şehire de yakın olduğu için pek çok insan tarafından ertelenmiş bir yer Safranbolu. Oradan geçerken "dönüşte uğrarız" mantığıyla haraket edip ve uğrandığında da "ya yakın işte, yine geliriz" mantığının uygulanmaya devam edildiği ve alel acele bir iki tur atıp, bir kutu lokum alıp geri dönüldüğü bir ilçe olmaktan ileri gidemiyor bazen. Biz de turla gitmemize rağmen bu saçma geleneği bozmadık galiba.

"İnce su kemeri, Hıdırlık tepesi, Yörük köyü, Tokatlı Kanyon, Cam Teras... gibi görülmeye değer pek çok yerine gidemeden "bir dahaki sefere inşallah" diyerek Safranbolu ile vedalaşıp turumuzun son durağı olan Amasra'ya doğru yola koyulduk maalesef.

Ve son durak: Amasra...
İnsan böyle bir manzarayla karşılaşınca ne yapacağını şaşırıyor. Yeşilin ve mavinin birbirine ne kadar yakıştığını, bu iki rengin  aslında birbirinden ne denli ayrılamaz olduğunu bir kere daha canı gönülden onaylıyorsunuz Amasra'da...
Bir sahil kasabası denildiğinde gözümüzün önünde canlanan kareleri burada bolca çekebilirsiniz.



Barış Akarsu katıldığı yarışmada da ondan sonra da memleketi Amasra'yı hiç unutmamış her fırsatta buranın ne kadar güzel bir yer olduğunu anlatmaya çalışmış. Bu sebeple Amasra halkı da onu asla unutmuyor...
Sahilde balıkçı ve kafe alternatifi çok fazla. Bu sebeple İstanbul'a ve Ankara'ya yakın bir tatil beldesi olarak üst sıralarda yer alabilir bence.

Öğle yemeğimizi Amasra'nın meşhur salatası eşliğinde bir balıkçıda yedik. Balığa gömüldük de diyebiliriz aslında :)
İnsan masada böyle bir sanat eseriyle karşılaşınca ilk başta bir afallıyor, ay bunu ne yapacaktık, yiyecek miydik gibi düşüncelere kapılıyor tabi. :) Ama lezzeti de görüntüsü kadar çok güzeldi. Yani bir salataya ilk defa blogumda yer verip anlatıyorum, gerisini siz düşünün artık :)




Kaleye giderken evlerin bahçe duvarlarında böyle kreatif çalışmalarla karşılaştık.



Kalesine de çıktıktan sonra Karadeniz turunu Amasra'da tamamlayıp İstanbul'a dönmek için yola koyulduk.Yorucu ama bir o kadar da eğlenceli bir tur oldu hepimiz için.Yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak çok güzeldi. Umarım böyle güzellikler hayatımzda olmaya devam eder. Gezmek gerçekten çok güzel :) Herkese iyi tatiller, iyi bayramlar...

Turun önceki günleri için;

1.Gün (Amasya-Samsun)

2.Gün (Ordu-Trabzon)

3.Gün (Çamlıhemşin Rize)

4.Gün (Batum)


15 Temmuz 2015 Çarşamba

Hakkımda Bilmediğin 11 Şey Mimi (Aile Albümü'nden)


Yine eğlenceli bir mimle karşınızdayım.:) Sevgili Aile Albümü beni de düşünmüş ve mimlemiş. Her mimde yaptığım gibi lafı uzatmadan hemen dalıyorum sorulara...

1) Elinizde sihirli bir değnek olsa neyi veya neleri değiştirmek isterdiniz?

Beni taaa ilkokul yıllarıma götüren bu soruyla karşı karşıya gelince çok heyecanlandım şimdi ben :) Neyi değiştirsem ki? İlkokul yıllarında yazdığım kompozisyonları hatırlamaya çalışıyorum, aslında böyle fok balıklı falan bi cevabı vardı ama hatırlayamadım şimdi, boşver canım fok balığını ya, ben hayatımı değiştireyim en güzeli.

Böyle çalışmak zorunda olmayayım. Çok zengin olayım. Canımın istediği herşeyi yiyeyim kilo almayayım. İngilizce, almanca, fransızca, ispanyolca, japoncayı ana dilim gibi hızlıca ve kolayca öğreneyim (biraz abarttım galiba ama bana ne ya değnek benim değil mi alla alla :)) Bi de kimse saçma nedenlerle ölmesin. 100 yaşında falan eceliyle ölsün herkes, kimse ölmesin diyeceğim ama o kadar abartıp dünyanın dengesiyle oynamayayım şimdi, değneğimi elimden almasınlar sonra :)

2) Mesleğinizi değiştirmek isteseydiniz hangi meslek dalını seçerdiniz veya ne olmak isterdiniz?

Vallahi böyle hayallerimi süsleyen bir meslek hiç olmadı benim. Küçüklüğümde de bir gün şarkıcı olmak isterdim, bir gün öğretmen... Bir doktor, bir gazeteci.... Bir tiyatrocu, bir yazar... E her işin bir zorluğu var sonuçta, o zorlukları görüp mesleklerden soğuyor insan :) Madem istediğimizi olabiliyoruz mümkünse her hafta değişik bir mesleğim olsun benim, canım sıkılmasın olur mu? Olur, olur...

3 ) Bir gün boyunca aç kaldınız ilk ne yemek isterdiniz?

Bir gün boyunca kafamda neyi hayal ettiysem ki bu genelde tatlı olur onu yemek isterdim ilk. Aç karnına tatlı güzel olur zaten. Sonra tıka basa doyunca bütün gün hayalini kurduğu tatlıyı yiyeymiyor insan, kötü oluyor. Evet tatlı yerdim sütlaç olur, kazandibi olur, tavuk göğsü olur... Olur yani hepsi kabulümdür, baş tacıdır :)

4) Bir dalga olsanız nereye vururdunuz?

Bu soru aklıma şunu getirdi;
"-Aspin karaya vurdum mu?
- Zıttt Erenköy"
 hahaha :) madem bu geldi aklıma e Erenköy'e vurayım o zaman...

5) Issız bir adada kalsanız yanınıza alacağınız 3 kişi?

Hep cevap vermek istediğim bir soruydu diyemeyeceğim :) Survivor yarışmacılarından iki kişiyi bir de Acun'u alırdım. E deneyimliler sonuçta faydaları olur. Ben hakem olurdum, bir şekilde Acun'un kaybetmesini sağlardım ve Acun'un karşısında kazananla löpür löpür cheescake, baklava falan yer, eğlenirdim.

6) En çok görmek istediğiniz şehir veya ülke?

Bak buna en ciddi halimle cevap verebilirim Bangkok! Çok istiyorum oraya gitmeyi.

7) Asla giymem dediğiniz renk hangisidir? Neden?

Asla demiyelim de beyazı ve açık renkleri tercih etmiyorum pek, soluk duruyorum çünkü.

8) Bayramda ne yapacaksınız?

Annemi kandırabilirsem Ağva'ya gideceğiz ama kanacak gibi görünmüyor. İstanbul'da kalıp İstanbul'un keyfini çıkaracağız muhtemelen, malum bayramlarda İstanbul'un tadından yenmiyor...

9)Ölmeden önce yapacaklar listesine eklediğiniz 3 şey?

-Ölmeden önce izlenmesi gereken 1001 filmi izlemek
-Ölmeden önce okunması gereken 1001 kitabı okumak
-Ölmeden önce görülmesi gereken 1001 yere gitmek

10) Bir uçurumun kenarındasınız tam atlayacaksınız o an aklınıza bir şey geldi o gelen şey nedir?

"Yemeğin altını kıstım mı?" olmazdı herhalde çünkü ben yemek yapmam, e nerden çıktı şimdi bu cevap? Ne bileyim o gelse komik olurdu değil mi? :)

 Kesin komik bir şey gelirdi, ama beni caydıracak bir şeyse aklıma gelmesini istediğiniz şey; görmek istediğim yerler olurdu herhalde "Napiyosun kızım daha Bangok'a gidecektik, İtalya'ya, hatta Amerika'ya, dön çabuk dett! Alırım ayağımın altına heee! gibi bir iç ses caydırabilirdi beni atlamaktan.

11) Yerde 50 tl bulsanız ne yaparsınız?

Görmemezlikten gelirim.

İsteyen herkesi mimliyorum ben de, kalın sağlıcakla...





9 Temmuz 2015 Perşembe

Karadeniz Turu 6.Gün (Sinop, Kastamonu)

Bugün, günlerdir bize kendimizi cennete düşmüşüz gibi hissettiren, kalbimizin ve aklımızın bir parçasını yaylalarında bıraktığımız Doğu Karadeniz'e veda ettik artık. Umarım en kısa zamanda uğrayamadığımız diğer cennet köşelerine de uğrama şansına sahip oluruz.
6. günümüzün sabahında Doğu Karadeniz'le böyle vedalaştıktan sonra, Tüik'in geçen sene yaptığı bir ankette "Türkiye'nin en mutlu şehri" seçilen, caddelerinde trafik lambasının ve korna seslerinin olmadığı, kadınların sabaha kadar bile rahatça gezebildikleri Karadeniz'in en şirin illerinden biri olan Sinop'a geldik.
 Aslında buraya gelirken Sinop hakkında tek bildiğim şey Sinop'ta çok ünlü bir cezaevi olduğuydu. Onun dışında Sinop'un nasıl bir şehir olduğu hakkında çok fikrim yoktu. Doğu Karadeniz'in az çok fotoğraflarını görmüştüm bu yüzden gördüğüm o güzellikler beni çok şaşırtmadı ben zaten bayılacağımı bile bile gitmiştim oralara ki öyle de oldu zaten :) Ama Sinop bu turda beni en çok şaşırtan 2 yerden biri oldu. (diğeri bir sonraki yazıda anlatacağım Amasra olacak)

Hani bazen kimse tarafından bilinmediğini zannettiğin güzel bir şarkı keşfedersin de kendini salakça çok özel hissedersin ya. Bir tarafın bu şarkıyı kimseyle paylaşmak istemezken, bir tarafın da o şarkıyı tüm dünyaya duyurmak ister ya hani... (size de olmuyor mu öyle ya, bi ben miyim böyle salaklıklar yapan? ) işte böyle anormal ama güzel şeyler hissettirdi bana Sinop ve Amasra.

Bizler tatil yeri ararken gözlerimizi hep aşağılara kaydırıyoruz da biraz daha yukarılara bakmayı akıl edemiyoruz maalesef. Oysa güzel ülkemiz her bir köşesinde ayrı bir cennet barındırıyor.

Ya da tamam, unutun bu dediklerimi, bu saklı cennetlere el değmesin de her zaman böyle doğal, böyle bakir kalabilsinler ve her zaman bir yerlerde bizi şaşırtacak saklı cennetlerimiz olsun :)
 Sinop çok eski bir yerleşim yeri. M.Ö 7.yy'lara kadar uzanıyormuş geçmişi. İsmini "Sinope" adlı bir su perisinden aldığı rivayet ediliyor. Bir başka rivayet de yine "Sinope" adlı bir amazondan geldiğini söylemekte. Diyeceksiniz ki; "E ne farkeder? Ha su perisi, ha amazon... Sinope isimli bi hatun yüzünden kurulmuş işte" Hayır efendim, çok şey farkeder! Şöyle ki; eğer Sinope bacımız amazon ise şehir, Anadolu yerli halkı tarafından, su perisi ise Yunan koloniciler tarafından kurulmuş demek oluyormuş.  

Her neyse, her kim kurduysa ellerine sağlık diyerek konuyu burada kapatmak istiyorum ben; Yunanlılar'ın derdi kendine yetiyor zaten bir de ben gitmeyim üstlerine :)
Sinop kalesi M.Ö 7.yy'da kenti korumak amacıyla yapılmış ve Roma, Bizans, Anadolu Selçukluları dönemlerinde onarılmış, Osmanlılar zamanında da genişletilerek günümüze kadar ulaşmış tarihi bir yapı olarak bilinmekte. Ayrıca müthiş bir manzaraya sahipmiş. "Miş" diyorum evet, kalenin karşısında öylece durduk ve çıkmadık oraya. Çok ayıp ettik biliyorum ama süremiz çok kısıtlıydı. Biraz da denizi görünce heyecanlandık ve deniz kum güneş tatili hayallerine kapıldık. :) E günlerdir kültür turu yapmaktan canımız çıktı diğer tatilden de istiyorduk işte :)
Biz güneş ve maviyle buluşunca, turu, kaleyi, manzarayı, nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi... herşeyi unutup limana attık kendimizi :) Öyle şapşal şapşal liman boyunca tur atıp, denizi seyrettik, ikinci tatilimizi hangi deniz aşırı yerde geçireceğimizi düşündük. Deniz düşmüştü bir kere aklımıza...
Rize'nin bulutlu havasından sonra bu mutlu şehirde açan güneş bizi de mutlu etmeyi başarmıştı... Tüik gerçekten haklıymış :)


Şu yanda görmüş olduğunuz ve hepimizin çocukluğundan beri bildiği "Başöğretmen Atatürk" denilince kafamızda canlanan resim var ya, işte o Sinop Ortaokulu'nda zeytin ağacı altında çekilmiş.

Sinop'u çok beğenen Atatürk bu beğenisini "Ne olurdu Sinop'un yarı güzelliği Ankara'da olsa idi" cümlesiyle dile getirmiş.

Bu arada küçük bir dipnot; Sinop 1924'te il olmadan önce Kastamonu'ya bağlı bir sancakmış.

Aslında biz, Sinop'ta limandan önce tarihi cezaevine uğradık ama ben böyle daha iç açıcı bir başlangıç olsun diye cezaeviyle başlamak istemedim yazıma. Zira cezaevi fotolarını görünce anlayacaksınız ne demek istediğimi.
Ve işte Tarihi Sinop Cezaevi...
Üç yanı deniz olan tarihi kalenin içersini duvarla ayırarak 1/4'lük bölümü içersine  mahkumlar denizi göremesinler diye derin çukurlar kazılarak inşa edilen bu bina, resmi olarak 1887 ve 1996 yılları arasında cezaevi olarak kullanılmış. 1999 yılından itibaren de müze olarak ziyarete açılmış. Aslında iç kalenin cezaevi olarak kullanımı 1500'lü yıllara kadar dayanmaktaymış. Evliya Çelebi'nin notlarında bile geçmekteymiş burası.

Herhalde dünyada insan ruhuna en acımasız eziyeti yapan yerlerden biridir burası. Bir düşünsenize; dalgaların sesini duyup da denizi görememek...
"...
Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma

Görmesen bile denizi
Yukarıya çevir gözü
Deniz gibidir gökyüzü
Aldırma gönül aldırma
..."                             

İşte Sabahattin Ali de yukardaki dizeleri bu ruh haliyle yazmış olmalı.
 Sabahattin Ali bir dost meclisinde Atatürk'ü yeren bir şiirini okuduğu için 1932-1933 yılları arasında ceza alıp bu koğuşta yatmış.

3.Kısıma girdiğimizde duvarlarda Sabahattin Ali'nin şiirlerini gördük.
Burası ününü, burada yatan ünlü isimlerden, burada yazılan şiirlerden, yapılan bestelerden ya da daha sonraları çekilen filmlerden dizilerden almış değil esasında. Burası aslında katı disiplin uygulamalarıyla nam salmış bir hapishane olmuş her zaman.

Rehber size şurası "Parmaklıklar Arkası"nın çekildiği bölüm, burası Sabahattin Ali'nin koğuşu diye turistik bir anlatım yapsa da siz hiç tanımadığınız, hiç bilmediğiniz insanların çektiği acıları merak edip, döktüğü gözyaşları için hüzünlenebiliyorsunuz.
"Anadolu'nun Alcatraz'ı" olarak bilinen meşhur Tarihi Sinop Cezaevi tarihinde 3 firar vakası olmuş.
ilk firar eden kişi ayakkabısının tabanına küçük bir testere koyarak parmaklıkları kesip denize atlayıp uzaklaşmış ama ekmek istemek için bilmeden bir polisin evinin kapısını çalınca tekrar yakalanmış ve  geri dönmüş. Diğeri lağıma girerek yüze yüze denize ulaşıp kaçmayı becermiş, bir diğeri de aynı taktiği denemiş ama başaramamış boğularak can vermiş. Yani sadece bir kişi kaçmayı becerebilmiş.
Şu avluda kimler ne düşüncelerle ne voltalar atmıştır diye düşünmemek elde değil...
Aşırı nem ve rutubetten astım ve solunum yolu hastalığına yakalanmadan çıkan olmamış
Zindan karanlık, aşırı rutubetli ve soğuk. Mahkumların bağlandığı zincir hala duruyor. kenarda bir tuvalet var ama lavabo yok.

Garip bir yer... İnsanı garip duygulara sevkediyor. Her köşesinde neler yaşandığını düşünmek, o karanlık hücrelerde ne acılar, ne hasretlikler çekildiğini düşünmek bile insanı başka bir boyuta sürüklüyor. Elbette bir taraftan da "e orada yatanlar da kim bilir ne suçlar işlemiş, kim bilir kimlerin canını yakmış" diye de düşünmek gerekiyor ama canım ülkemde adaletin ne şekilde dağıtıldığı ortada olduğu için haksız yere yatanlar ya da kader kurbanı olanların da diğerleriyle aynı muameleye maruz kalma ihtimali insanın içini acıtıyor.
Ben daha önce hiç hapishane görmemiştim. Diğerlerinin duvarlarında da böyle özlü sözler var mı bilmiyorum. Ama burada Sheakspear'den, Einstein'dan özlü sözlere sıkça rastlıyorsunuz. Tabi her yere yazma hastalığı olan yurdum insanının da bu sözlerin üstüne, altına ya da duvarlara artık nereyi boş buldularsa adlarını yazıp tarih ve imza atmalarına da sinir oluyorsunuz. Ayıptır, günahtır ya! Yazmayın artık, tarihe saygınız yok anladık da insan böyle bir yere neden imza atma ya da kalp çizip sevdiceğinin ismini yazma gereği duyar ki?
Dış bahçede bir dut ağacının yanında duran yukardaki pano dikkatimi çekti. Yazılanları olduğu gibi aktarıyorum:

" DUT (TESELLİ) AĞACININ HİKAYESİ
Ağaç, eski mahkum hüseyin PEHLİVAN tarafından 1959 yılında dikilmiştir. Kendisi tarafından anlatılan hikayesi şöyledir;
Dut ağacı bu! dikmek için müdüriyete yazı yazmam lazım. ‘Maruzat’ deriz biz ona. Yazı gider müdürün önüne, müdür bakar. ‘Hüseyin Pehlivan yazı yazmış.’ Cezaevinde bir çokları ‘Yazar’ derdi bana, öyle çağırırdı beni. 
Müdür beni çağırıp’ yazı yazmışsın, söyle bakalım ne istiyorsun? Dedi. ‘Sayın müdürüm, ben bir dut ağacı dikmek istiyorum.’dedim. ‘Nereye dikeceksin? Neden, ne yapacaksın dut ağacını? Yani dut ağacı büyüyecek, dut verecek, herkes bunun dutundan yiyecek, sana dua edecek öylemi?’ dedi. 
Bende ‘bu dut ağacı büyüdüğü zaman 20 sene, 30 sene, 50 sene sonra neyse kaçyıl sonra olursa olsun, büyüdüğü zaman buraya gelen mahkumlar diyecekler ki; Bu dut ağacını diken kişi idamdan kurtulmuş, müebbet cezaya çarptırılmış. Müebbet cezayıda bitirmiş çıkmış buradan diyecekler. Bu şekilde teselli kaynağı olacak onlar için. Ben bunu düşünüyorum, daha ümidimi yitirmedim. Ben birgün çıkacağım buradan. hiç ümidimi yitirmedim’ dedim.
Öylece durdu ve ‘peki dış bahçenin bir yerine dik’ dedi.
Hüseyin Pehlivan teselli ağacını dikti ve ümit ettiği gibi Sinop’un Hanı’ndan tahliye oldu.’

Hüseyin Pehlivan genç yaşta kan davası yüzünden girmiş cezaevine ve orada kendini düzgün bir insan olarak yetiştirmeye çabalamış bir mahkum. Sonra çıkan bir afla tahliye olmuş ve yaşadıklarını medyada anlatmış, hakkında yazı dizileri çıkmış her yerde. Ben ilk defa burada duydum adını.

Kim bilir daha böyle ne hikayeler vardır?
Cezaevi Kütüphanesi
Karmakarışık bir ruh haline bürünüp her ziyaret edenin çok saçma biçimde hatıra olsun diye kalması için fotoğraf çektirdiği "Sinop Tarihi Cezaevi" tabelasının altında fotoğraf çektirip Sinop'un bizi bekleyen güzelliklerini görmek için yolumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Suç oranının düşük, mutluluk oranının en yüksek olduğu bu güzel ilimizde böyle bir hapishanenin olması ve pek çok güzelliğe sahipken bununla ünlenmesi çok ironik değil mi? Oysa ne güzelliklere sahipmiş Sinop...

 Mesela Sinop mantısı...
 Mesela Hamsilos...

Kimisi der ki "Türkiye'nin tek fiyortudur" kimisi de der ki "Türkiye'de fiyort olmaz, yapı itibariyle Norveç'teki fiyortlara benzediği için fiyort zannedilmektedir."

 Vallahi fiyort mudur miyort mudur bilemem ama burası canım ülkemin akıl almaz doğal güzelliklerinden birtanesi...

İşte Sinop'un beni şaşırtan kendimi bir Akdeniz koyundaymışım gibi hissettiren müthiş güzelliği...
Çam ormanları neredeyse denizin içinde...
Keyfimiz yerine geldi yine :)

Keyfimizi hiç bozmadan Kastamonu'ya doğru devam edelim mi?

Tüm günü Sinop'ta geçirdikten sonra Kastamonu'ya akşam üzeri vardığımızda bir hayli yorgunduk. Cumhuriyet Meydanı'nda bir soluk alıp Kastamonu'nun şanlı tarihini dinledik rehberimizden.

Bu meydanda Çanakkale'deki gibi milli duyguları kabartan kutsal bir hava vardı. Bunu hissetmemek elde değil.

Cumhuriyet meydanında bulunan 1990 yılında yapılan Şerife Bacı Anıtı, Kurtuluş Savaşı yıllarında İnebolu'dan Ankara'ya kağnılarla silah ve malzeme taşıyan Kastamonulu kadınları anlatır.

Cephede çocuğunun üzerindeki battaniyeyi alıp mermilerin üzerine örtmesi üzerine komutan gelip neden böyle yaptığını sormuş Şerife bacıya. Şerife bacı da bunun üzerine belki de bu anıtın yapılma sebebi olan o meşhur cevabı verir komutana: "Bu çocuk ölürse ben ağlarım ama vatan elden giderse hepimiz ağlarız"...

Bu düşündürücü cevabı veren koca yürekli kadın Aralık 1921'de sırtında çocuğu, önünde kağnısıyla İnebolu'da cephane taşırken Kastamonu kışlası önünde donarak şehit olmuş...
Kurtuluş savaşında toprakları işgal edilmemesine rağmen en çok şehit veren ilimiz Kastamonu'ymuş. Hatta bir köyünde hiç erkek kalmadığı için cenazeleri kadınlar kaldırırmış bir zamanlar. Çanakkale türküsü de buradan çıkmış zaten.

Kurtuluş savaşını tasvir eden rölyefler de vardı meydanda...

Şehir isimlerinin nereden geldiğinin hikayesi hep ilgimi çekmiştir. Rehber, Kastamonu isminin nereden geldiğiyle ilgili olarak da bir kaç rivayet anlattı bize. En aklımda kalanı, yani en ilginç olanı şöyle; Bizans tekfurunun Moni adında bir kızı varmış ve bu kız, bir Türk komutanına abayı yakmış. Moni, bir kuşatma sırasında kalenin anahtarlarını bizim komutana atarken babası tarafından yakalanmış. Babası da kızının bu davranışına çok içerlenip "Kastın neydi Moni?" diye haykırmış. Bu olay gel zaman git zaman anlatılarak, babanın bu haykırışı ağızdan ağıza Kastamonu olarak kalmış ve yörenin ismi de böyle anılır olmuş. Kulağa biraz saçma geliyor değil mi? Daha mantığa uygun rivayetleri de vardı ama aklımda nedense bu kalmış :)
Her şehrin bir karakteri var gerçekten. Kastamonu'da da her şeyden önce etraftan duyduğunuz yöre ağzıyla kurulan cümleler bunu çok fazla hissettiriyor size...

İstanbul'da yaşayan Kastamonululardan aşina olduğumuz o çok içten konuşma ağızlarını esnaftan duyunca tebessüm etmeden yapamıyor insan. Çok sempatikler... Bir kaç gün kalsam ben de "geliyala, gidiyala" şeklinde cümleler kurardım :)

Şehrin merkezinde, çarşısında biraz dolaşıp o enfes çekme helvasından kutu kutu aldıktan sonra, muazzam Ilgaz manzarasını takip ederek son gece konaklaması yapacağımız Kurşunlu'daki termal otele vardık.

Ve böylece turun sonuna yaklaştık. Son bir günümüz kaldı. Karadeniz Turu'nun son günü olan Safranbolu ve Amasra maceramız için beklemede kalın...


1.Gün (Amasya-Samsun)

2.Gün (Ordu-Trabzon)

3.Gün (Çamlıhemşin Rize)

4.Gün (Batum)