Wikipedia

Arama sonuçları

30 Ağustos 2015 Pazar

Ölüdeniz'de Kanatlanmak (Likya Turu Babadağ'da Yamaç Paraşütü)



Yine bir maceramla karşınızdayım blogdaşlarım. Likya bölgesini turladık bu sefer. Turla ilgili postlar hazırlayacağım daha sonra ama şu an sizlerle benim paylaşmak için sabırsızlandığım başka bir konu var.

Ne zamandır aklımda olan, durup durup Youtube'dan daha önce deneyim yapanların videolarını izlememe neden olan yamaç paraşütü yaptım nihayet. Evet Babadağ'ın 1700 metrelik noktasından Ölüdeniz'e doğru özgür kuşlar gibi süzülerek uçuverdim. İşte şu yukarıda görmüş olduğunuz manzara da benimle birlikte uçan pilotun kamerasından çekildi. Bu manzarayı canlı canlı izlemek inanın muhteşemdi. Üstelik uçakta olduğu gibi herhangi bir çerçeve, cam ya da motor sesi yoktu.

Tabi böyle düşününce kuşları çok kıskanıyor insan. Biz bu mutluluğa erişmek için paralar döküp herhangi bir aksilik çıkar mı düşüncesiyle, korkarak ve daha önce hiç tanımadığın, kura çekerek tanıştığın bir adamla uçarken onlar özgürce istedikleri yere tek başlarına kanat çırparak ulaşıyorlar. Bizim neden kanatlarımız yok, neden ama neden, neden? :)


Aaaa burada bi kanat buldum takıp uçayım o zaman :)

Gökyüzünde uçarken o muhteşem özgürlük hissi "belki biraz eğitimle single da uçabilirim" şeklindeki cesur yürek vari düşüncelere de sebep olabiliyor.Özgürlük böyle bir şey olsa gerek; hiç kimseyle paylaşmak istemiyorsunuz işte. Tandem uçuşla kuşlardan orta hallice hissettiğim bu uçuşu tek başıma yapabilme düşüncesi bile beni daha çok havalandırıyordu sanki. Evet, evet tek başıma da uçabilirim, belki bir gün...

Yamaç paraşütü yapmadan önce insanların çekindiği 3 konu var: birincisi düşme ihtimali, ikincisi ücreti, üçüncüsü de pilotun arkada olması sebebiyle pilotun kucağında oturuyormuş gibi bir görüntü vermek :) (ya da bu saçma detaya takılıp gereksiz muhabbet yapanlar)

İlk iki mevzu için size yardımcı olamam, yani cesaret ve para toplamak insanın kendi elinde olan mevzular sonuçta :) ama üçüncü konuda sizi aydınlatabilirim, çekinilecek bir konu değil çünkü.

Bir kere; pilotun kucağına oturmuyorsunuz, arkada sırtınızı da dayayabileceğiniz yeri olan harness denilen koltuğa oturuyorsunuz. Bu harness da birlikte uçabilmeniz için pilotun oturduğu harness ile birbirine bağlanıyor doğal olarak. Pilotla aranızda hiç bir temas olmuyor ama. En azından şu kadarını söyleyebilirim ki; bu konuda yamaç paraşütü yapmak metrobüse binmekten daha güvenli bence :)

Tamam  fotoğraflara bakınca biraz komik duruyor ama daha cool pozlar vermek için biraz daha cesaret ve eğitimle tek başına uçmak gerek, o da yerse! :)

Gerçekten profesyonel çalışan firmalarla irtibata geçerseniz bu konuda çekinceğiniz hiç bir şey olmaz merak etmeyin. Bizim tur, Gravity firmasıyla anlaşmış, biz de onların sayesinde bu firmayı tercih ettik ve hizmetlerinden çok memnun kaldık. Gönül rahatlığıyla önerebilirim size. Adamlar çok profesyonel, ilk ofislerine gittiğimizde koca koca ekranlara bakan onlarca kişiyi görünce "borsa mı burası yahu" diye sorduk birbirimize :) İniş yaptığınız plaja yakın bölgede de ayrı bir ofisleri var. Pilotların hepsi profesyonel ve güler yüzlü, kendinizi rahat hissediyorsunuz.



Onu bunu boşverin, bu uçma hissiyle şu manzarayı şu açıdan canlı canlı kesinlikle görmeniz lazım. Ölmeden önce yapılması gereken bilmem kaç şeyler listeleri var ya hani, işte onların en başında olmalı Babadağ'da yamaç paraşütü.





E biraz da video ister misiniz?



Gravity Paragliding'den tandem pilotu Emrah Kaygusuz'la uçtum.
Ve rüya gibi bir manzara eşliğinde keyifli bir uçuşun ardından ayaklarımız tekrar yere değdi ama yüzümdeki salak tebessüm bir kaç saat geçmedi :) Aynı yüz ifadesine sahip diğer 14 arkadaşımla birlikte pilotlarımıza veda edip korktukları için gelmeyen diğer tur arkadaşlarımıza ballandıra ballandıra maceralarımızı anlatarak Fethiye'nin güzel koylarını keşfetmeye devam ettik.

Likya turunu düzenli bir şekilde gün gün anlatacağım. Ama fotoları toparlamam lazım. :) Canım ülkemin cennet köşelerinden manzaralarla döneceğim bekleyiniz...




21 Ağustos 2015 Cuma

Çocukluk Kahramanlarımız Ansiklopediler


Öğrencilik yıllarımda bilgiye ulaşmak günümüzdeki kadar kolay değildi. Herhangi bir konuda bilgi sahibi olmak için ya da çocukça meraklarımızın giderilmesi için bize sunulan en pratik metot ansiklopedi karıştırmaktı.

Orta halli ebeveynlerimizin "aman evlatlarımız cahil kalmasın, ödevlerine yardımcı olsun hem de bize abuk subuk sorular sormasın açıp ordan baksınlar" diyerek haftalarca kupon biriktirip sahip oldukları, bu o zamanların en kutsal bilgi kaynaklarını, varsa kütüphanelerinin yoksa vitrinlerinin en baş köşesine, alfabetik olarak dizerlerdi. Bizler de her bir cildin hangi heceleri barındırdığını ezberlerdik, bunu oyun olsun diye mi yoksa aradığımız şeyi kolay bulalım diye mi yapardık bilmiyorum.

Hatırlıyorum da bizde Hürriyet'in verdiği "Ana Britannica"'lar vardı. Kupon biriktirmekten bıkmış olmalıyız ya da gazeteye zam gelmiş olmalı ki "Nik" hecesiyle biten ciltten sonrasını alamamıştık. Hayatımı o dönemler "Nikten önce" ve "Nikten sonra" diye 2'ye ayırıyordum. Yani, bir bilgi aramam gerektiğinde, arayacağım şeyi "Nik"e göre düşünüyordum "Nik" ten önceyse "Yes be! Bizim Britannica'dan bakarım" diyerek seviniyordum. "Nik"ten sonraysa da istikrarlı kupon biriktiricisi olan komşuların, arkadaşların Britannicalarına ya da Meydan Larouselarına bakıyordum.

Sonradan "Sabah" gazetesinin verdiği "Grolier"in "Mek" hecesiyle başlayan cildinden itibaren olanları almıştık da rahatlamıştım. Hey gidi hey! O zamanlar böyle gugıllamalar, yandexlemeler, wikilemeler nerdeee?

Biraz uğraş verirdik bilgiye ulaşmak için ama edindiğimiz bilgiden de adımız kadar emin olurduk. Bizim nazarımızda, ansiklopedide ne yazıyorsa doğruydu. Aksi düşünülemezdi. Sorgulamazdık hiç gerçekten doğru mu diye. Diğer ansiklopedilerde de aynı şey yazıyor mu ya da bu bilgiyi kim, nerden elde etmiş, hiç düşünmezdik bile. Kayıtsız teslim ederdik beynimizi alfabetik sıralanan o bilgilere. Öyle ki Sovyetler Birliği'nin, Yugoslavya'nın dağılmalarını bile zor kabullendik biz :)

Günümüzde bilgi alabileceğimiz o kadar çok seçenek var ki üstelik anında güncellenen bilgiler hepsi ve ayrıca o bilgilere ulaşmak bir tık kadar basit. Ama o zamanlar ansiklopediden elde ettiğimiz bilgiye güvendiğimiz kadar bu bir tıkla edindiğimiz güncel bilgilere gönül rahatlığıyla güvenemiyoruz bir türlü. Zamane bilgilerine şüpheyle yaklaşıyoruz nedense? Büyüdük ondan mı acaba?

Ansiklopedi sözcüğü yunanca "öğrenme çemberi" anlamına gelen "enkiklopedia" dan gelirmiş. Gerçekten de çemberin içine bir daldık mı çıkana kadar ne aradığımızı unutur gereksiz bir sürü kelime, hayatımızda asla ihtiyaç duymayacağımız bilgilerle doldururduk beynimizi ve zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık. İnternette sörf yapmak gibi...  E biz de ansiklopedilerde yapardık sörfümüzü işte.

Çocukluğumuzun kahramanları olan bu kara kaplıları hayatımızdan çıkarmak biraz zor oldu. İnternetin yeni yeni çıktığı dönemlerde kıyamadık, internete şüpheyle bakıyorduk çünkü, e internetin güvenilir olma gibi bir iddiası da yoktu zaten. Bu yüzden uzun bir dönem sadece, bahtsız ev kızlarının sinirle toz aldıkları ömür törpüsü süs eşyası olarak sürdürdüler ömürlerini.

Zamanla "ya şunları gardrobun üstüne mi kaldırsak, bazaya mı?" şeklinde itilip kakıldılar. Çünkü zaman geçiyor, dünya değişiyor ve bu değişimle birlikte içindeki bilgiler de güncelliğini yitiriyordu. İnternetin yaygınlaşmasıyla bunu daha da iyi anlıyorduk.

Ancak işte bazıları da; gizlenecek, saklanacak bir şeyler varsa -resim olur, para olur- onları, sevdiceğimizin isminin ilk hecesinin bulunduğu cildin arasına saklamak suretiyle şifreli kasa görevini üstlenerek biraz daha direnebildiler.

Ama sadece kısa bir süre daha...Sonra onlarla da vedalaştık. Çünkü bilgi de, o saklanacak resimler de paralar da herşey şu an baktığınız ekranın içinde size bir tık kadar yakın.



14 Ağustos 2015 Cuma

Frambuazlı Hayat


Blog dünyasından sevgili arkadaşımız Deeptone'un 3.kitabı "Frambuazlı Hayat" çıkmış. Duyar duymaz hemen sipariş verip aldım, onun vesilesiyle bir sürü daha kitap aldım tabi, kargoyu bedavaya getirmek için :) Bu ara okuyacağım hep. Etrafımız karanlık, kafamızı kitaplara gömelim biz iyisi mi, kitaplar güzel, kitaplar umut dolu...

Bir güzel kitap da "Frambuazlı Hayat" işte. Frambuazsız olan hayatın acı tadından uzak. İçeriği de ismi gibi pek renkli. 10 farklı temada 10 bölümden oluşuyor ve her bir bölümde 10'ar adet çoğu deneme türünde olmak üzere yazılar var. Aralara da Deeptone'un o alıştığımız tebessüm ettiren ciciş öykülerinden serpiştirilmiş. Anlatımı her zamanki gibi sade, samimi, insanı yormuyor. Seninle konuşur, dertleşir gibi.

Sanat, kültür, insan, yaşam, gelişim, mevsimler, müzik, yansımalar, düşünceler, denemeler... Ana başlıkları bunlar. İnanılmaz sinema kültürüne de yine hayran kaldım :) Diğer kitaplarından daha entellektüel bir hava sezdim bunda :)

Eminim şimdilerde o güzel yüreği, güzel heyecanlarla çarpıyordur ve bu kitapla ilgili güzel hayallere dalıyordur. Umarım emeğinin karşılığını fazlasıyla alır, hayalini kurduğu değeri görür ve bu kirli dünyaya temiz sayfalar eklemeye devam eder. Çünkü bu kirlenmiş dünyanın eli kalem tutan insanlara ihtiyacı var silah tutanlara değil...

Bilmiyorum nasıl bir katkısı olur ama ben de bu şekilde destek olmak istedim arkadaşımıza, pek bir katkısı olmasa da heyecanını paylaşmak istedim en azından.

"Frambuazlı Hayat; alınız, aldırınız efendim!" (Bak d&r'da indirimli de satılıyor)


8 Ağustos 2015 Cumartesi

Bir Aşk Hikayesi "Cemile"


Bu sabah gözümü açtığımda içimdeki hiperaktif ses "Kalk Dilek pilates yap, tatile 2 hafta kaldı" dedi. Sonra, benim daha çok sevdiğim diğer tembel sesim de "otur oturduğun yerde, bu sıcakta ne pilatesi?" diye beni durdurdu.

İşte ben sabah içimdeki bu çok geveze seslerle böyle cebelleşirken, birden geçen sene Instagramda @kitap-okur adlı kullanıcın çekilişinden kazandığım ince bir kitaba gözüm ilişti; Cengiz Aytmatov'un "Cemile"siydi bu kitap. İçimdeki sesleri "Şşşş susun bakiiim, ben Cemile'ye gidiyorum siz de uslu uslu durun öylece, beni rahatsız etmeyin" şeklinde azarlayarak susturup bu dünyanın en saf anlatılan aşk hikayesini okumaya başladım.

Bu hikaye 1958 yılında bir dergide yayımlanmış ve büyük ilgi görmüş. Daha sonra da hikayeyi, ünlü Fransız şair Louis Aragon Fransızca'ya çevirerek Avrupa'da şöhretlenmesini sağlamış. Aragon'un yazdığı etkileyici önsöz de kitabın arkasında mevcut. "Dünyanın en güzel aşk hikayesi" ifadesini kullanmış fransız şair bu hikaye için.

Bir çocuğun gözünden safça anlatılan çok duru bir aşk hikayesi. Okumak insana güzel duygular hissettiriyor. Cengiz Aytmatov'un anlatımı zaten tartışılmaz, betimlemeler muhteşem. Bi ara kendimi bozkırın ortasında güneşin batışını izliyor gibi hissetim. İnce olduğu için bir çırpıda okuyup bitirdim zaten.

70 sayfalık bu kitabı bugüne kadar okumadığım için kendime kızsam mı yoksa bugün okumak bana iyi geldiği için "iyi ki bugüne saklamışsın" diyerek kendime teşekkür mü etsem bilemezken içimdeki yaramaz sesler tekrar konuşmaya başladı; bu sefer hiperaktif olanı dinledim ve pilates yapmaya gittim :)




6 Ağustos 2015 Perşembe

Blogger Life Mimi (Tigris Driver ve Renkli Pasta Sepeti'nden)


Sevgili +Tigris Driver  ve +Renkli Pasta Sepeti  beni de mimlemiş. Blogger Life miminin amacı yeni bloglar keşfetmek ve tabi ki eğlenmek :)

1-Blogger denilince aklınıza gelen 3 şey

Keşke + Zaman + Yazmak . Birleştir bu 3 şeyi, dur yardım edeyim: "keşke zamanım olsa daha çok yazsam" :)

2- Kişisel bloglar mı yoksa gezi, güzellik ve moda bloglarını mı tercih ediyorsunuz.

Vallahi öyle bir ayrımım yok benim. Hoşuma giden, samimi gelen her blogu okurum. Tabi ihtiyaç duyduğum kategoriye de bağlı. Örneğin bir yer hakkında bilgi toplamam gerekiyor gezi bloglarını tararım. Kozmetik, makyaj malzemesiyle ilgili tereddütlerim varsa güzellik bloglarına bakarım, kitap için kitap, yemek için yemek... sonuçta insanlar ilgi duydukları alanlardaki bilgilerini ve deneyimlerini paylaşıyorlar bloglarında biz de onlardan yararlanıyoruz işte. He sen ne yazmayı tercih ediyorsun diye sorarsan ben de bir kalıba giremem öyle okuduğum bloglar gibi yazdıklarım da karışık :)

3-Blogger olmanızda etkili olan en önemli şey nedir?

İçimdeki yazma sevdası... Yazarak rahatlayıp, mutlu olduğumu zaten biliyordum. Bir de Yekta Kopan'ın Fil Uçuşu blogunu da görünce benim de blogum olmalı dedim ve Karalamacalarım'ı açtım. Bir müddet hiç bir şey yazmadım, takipçim olmamasına rağmen tüm dünya işini gücünü bırakmış beni izliyormuş gibi geliyordu ben de çekiniyordum :) o yüzden 1 sene falan hiç bir şey yazmadım. Sonra blog okurken aklıma geldi, "benim de bir blogum vardı yahu" dedim, doğum günüme de az bi zaman kalmıştı, "dur bir yazı hazırlayım facebook'ta doğum günümü kutlayanlara toptan bir teşekkür gibi bi şey olsun" dedim. İlk postum "Dostlara" öyle çıkmıştı. İlk bestesini anlatan Mozart gibi bi hava esti ama cidden böyle gelişti :) Şu an okuyunca bana çok saçma geliyor o post mesela, ama o zaman okuyanlar çok beğenmişti. "Dilek sen de ne cevherler varmış" falan dediklerinde de gaza geldim galiba yazmaya devam ettim :) Yazdıkça duygularımı daha rahat anlatmaya başladım, bu yeteneğimi geliştirdiğimi hissettim ve buralara kadar geldim işte. (Nereye geldiysem artık :) )

4- Örnek aldığınız bloggerlar var mı?

Yekta Kopan tabi ki. Adam yıllardır blogunu bırakmadı, yaptığı o kadar çok iş olmasına rağmen eskisi gibi sık olmasa da hala postlar yayınlıyor. Ben de büyüyünce öyle olcam, hiç bırakmıycam blogumu, o yaşlanınca ona ben bakcam hep :)

5- Şu anki mesleğin nedir veya hangi mesleği seçeceksin?

Muhasebeciyim ben, aslında mali müşavirim ama mali müşavirlik yapmıyorum. Bu da ayrı bir post konusu olur zaten boşver :)

6- En sevdiğin blogger arkadaşlarını yazmanı istiyorum desem?

De tabi, içinde kalmasın ama nasıl ayırırım ki ben? Hepsini çok seviyorum. Hepsi farklı bir renk barındırıyor bu alemde. Kimi bıcır bıcır, kimi daha ciddi, kimi asabi, kimi uysal, kimi duygusal, kimi çok anaç, kimi başına buyruk, kimi çok cool, kimisi de mahalleden çocukluk arkadaşın gibi... Ama herkes çok iyi niyetli burada. Okumayı ve yazmayı seven bir insan kötü niyetli olamaz ki zaten. Bu yüzden hepsini ayrı seviyorum. Ama ille de isim vermem gerekiyorsa rastgele listemden gözüme gelen 10 tanesini yazıyorum.

1- +Aile Albümü  (Yeni evli ve eşiyle bolca geziyor. Gezdiği yerleri de Aile Albümü'ne ekleyip bizlerle paylaşıyor)
2- +Benim Tatlı Hikayem  (Yelizko, çok becerikli çok yaratıcı bir kişilktir. Instagramda da pek populer. Şeker hamurundan çerçeveler, kitap kurtları daha bir sürü şeyler yapıyor.Çok da güzel bir yüreği var.
3- +Tigris Driver  ( "Minik melekleriyle günlerini geçiren ana okulu öğretmeniyim" diye tanıtıyor kendini ama o da çok geziyor, gezdiklerini de bizle paylaşıyor biz de gezmiş gibi oluyoruz işte :) )
4- Hayalcinin Arkadaşı (O da güzel kalemi olan benim gibi aklına estiği türden takılan bir blogger. Bugün 1 sene olmuş blogunu açalı. Aynı zamanda doktor ve üstelik tatilini Ay'da Dolundünya seyrederek geçirmek isteyecek kadar da hayalperest :) )
5- +sule m (Sulem Cafe'nin sahibesi Almanya'da yaşayan ama ülkesini burada yaşayan çoğu insandan daha iyi takip eden, günlük koşturmacalarını samimi bir şekilde bizle paylaşan bir blogger, bir de insanı rejim yapma konusunda aşırı derecede gaza getiren bir enerjiye sahip :) )
6- +Lady Bug  (Beni takip ediyorsanız onu da zaten tanıyorsunuzdur, hep kikir kikir yorumlar yapar, doğal, içten postlar yayınlar, bi de süpriz yapmaya bayılır. Kafasında hep sakladığı süprizler vardır :) Bloger bizim evimiz ise Lady Bug da bu evin neşeli kız çocuğu gibidir.)
7- Sade ve Derin yani Deeptone... Tanımayan yoktur herhalde. O da blogger'ın yardımsever meleğidir. Bu aleme ilk düşen şaşkın şaşkın bakınan acemilere hemen kol kanat gerer, ben de onun sayesinde çok blog keşfettim ve onlar tarafından tanındım. Aynı zamanda post canavarıdır her gün en az 1 post yayınlar daha fazlasını yayınlamamak için de eminim kendini zor tutar. Sinema, kitap, müzik, blog herşeyi paylaşır, önerir. Öyküler, şiirler yazar. Şimdilerde de 3. kitabı "Frambuazlı Hayat" çıkmış, internetten sipariş edip alın.
8- +Renkli Pasta Sepeti  (İsmi gibi bir blog işte, renkli, lezzetli, iştah açıcı. Blogun sahibesi Nahide, benim gibi mutfakla arası iyi olmayanların bile ilgisini çekebilen pratik tarifler paylaşıyor.)
9- +Yusuf Arslan (Erasmusla gezmeye başlamış, bir daha da bırakamamış :) Gördüğü güzel yerleri, yurtdışı maceralarını blogunda paylaşıyor. Yurtdışına çıkacak olanlara da tavsiyelerde bulunuyor hep)
10+Yeşeren Yaprak (O da kafasına göre takılanlardan, Amerika'da yaşıyor ve bu aralar da vloga merak sarmış, bize NewYork'u gezdiren vloglar hazırlıyor.)

Deeptone'un" takip edilesi bloglar" paylaşımları gibi oldu biraz ama sadece isim yazıp bırakmak istemedim, izlediğimi de ispat ettim :)) Bu kadar değil elbette takip ettiğim bloglar, ismini göremeyenler gücenmesin bana. Eğer arada uğrayıp yorum atıyorsam bil ki izliyorum ve beğeniyorum senin de paylaşımlarını. Belki arada yine böyle bir liste yaparım ben de hoşuma gitti :)

İsmini görenler veya göremeyip canı çekenler bu soruları herkes cevaplayabilir, hepinizi mimledim :)

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Hayali Seyahatlerim (Sidney - Uçak)


Tatil zamanı geldi çattı nihayet. Uçağım akşam 20:05'teydi. Sabahtan valizimi hazırladım. Bunu yaparken çok zorlandım. Çünkü istanbul'da hava 40 dereceyken valizime kalın giysiler koymak çok sıkıcıydı. Bu sıkıcı işi neden ben yaptım onu da bilmiyorum, yani bu hayal aleminde çok zenginken, uşaklar hizmetçiler de yapabilirdi aslında bunu. :) Neyse, valiz hazırlamak da tatilin tadı tuzudur, tatil havasını iyice hissedelim diye anlatıyorum zaten bu saçma ayrıntıyı. (Bu arada önceki yazımı okumayanlara seslenmek istiyorum: burada anlatılanların hepsi hayal ürünüdür inanmayın ama bir gün gerçekleşebilir umudunuzu da kaybetmeyin :) ayrıca deli falan değilim sadece daha özgür ve daha ucuza seyahat edebilmek için hayallerimde deneyim yaşamaya çalışıyorum )

Hava alanına 2 saat önceden gittim, uzun bir yolculuk beni bekliyordu. Sidney'e Bangkok aktarmalı gidecektim, Singapur aktarmalı dönecektim. Bangkok'ta aktarma süresi fazla olduğu için şehri gezme fırsatım da olabilir belki. Artık hayal gücümün keyfine kalmış, yazıp göreceğiz :) (Evet üşenmedim Sidney uçak tarifelerine baktım. Biletler ne kadar pahalı yahu! İnsanların neden Avustralya'ya gidip dönmediklerini şimdi anladım :))

Ay birden içimi sıkıntı kapladı, ne yaparım ki ben 20 saat yollarda tek başıma? Geri mi dönsem? Avustralya nerden gelmişti ki benim aklıma ya, Paris'e Roma'ya falan gitseydim bari. Tamam, biliyorum macera arayan bendim evet. Ne yapalım, İngilizce sohbet ederim ben de birileriyle, vakit geçer siz de dinler eğlenirsiniz işte :)

Yurt dışı çıkış harcını yatırıp, damga pulunu aldım. Bu harcı bizden ne diye alıyorlar ki diye bir de ona sinirlendim. Zengin olsam da sinirlendim işte, zengin olunca böyle şeylere daha çok sinir oluyor insan. Ama sinir yok, sinir yok! Gezmelere gidiyoruz tamam bak, çok eğleneceğiz.

Pasaport ve bilet kontrolünden geçtim, bavulumu verdim. Biletim business class olduğu için check in'le falan uğraşmadım. Vakit gelene kadar Duty Free'de dolaştım parfüm deneyip durdum, paramı şimdiden çarçur etmemeliyim diyerek bir şey almadım, eski fukara günlerimden kalma alışkanlık işte. Ya da alsam mı ki? Alayım tabi, benim cebimden para çıkmıyor nasılsa. Aldım, aldım :)

Nihayet uçaktaki yatak olabilen koltuğuma hostesin özel ilgisi ve yardımıyla ulaştım. Business class olunca demek böyle oluyormuş. Ay şimdi portakal suyu da verecekler bana yaşasın!

O da ne! Aksanından ve tipinden İtalyan olduğunu tahmin ettiğim, benden 1-2 yaş büyük ve bekar olduğunu umduğum bir Rooobbberrrrtoooo (burada İtalyan aksanı yapın lütfen) bana doğru geliyordu :) (Gülmeyin ya, hayal ediyoz işte! İngilizce pratik yapmak için beynelmilel bir karakter lazımdı, ben de hakkımı böyle değerlendirmek istedim :) )

Ay bi gülümsemesi var bu Roberto'nun, bir "Hi" demesi var görmeniz lazım. Ben de en Ali Desidero halimle "hay hay!" diye cevap verdim ona. (bunu görmeseniz de olur) Sonra kibarca yanıma oturuverdi.

Önce ben oturmuştum yerime, tabi onu görünce çantamdan hemen çaktırmadan ingilizce notlarımı çıkardım. Notları "otelde", "uçakta", "yolda", "alışverişte" diye başlıklara ayırmıştım. Hangi bölümü açacağımı şaşırdım ilk başta :) Sonra uçakta olduğum için uçakta bölümünü açtım "Allahım ne olur burada olmayan bir şey sormasın bana" diye dua ederken nottaki diyaloglarla da ne kadar eğlenceli bir yolculuk olacağından da emin olamıyordum.  Ne bileyim adam aşkını ilan etmek isteyebilir belki, bu notlarda böyle bir şey yok, ya da evlenme teklif etmek istese? Aman canım onu da anlarız herhalde, o kadarını filmlerden dizilerden, şarkılardan biliyoruz allahtan, o "Will you marry me?" diyecek ben de "Yes, yes, yes" diyeceğim, bu kadar basit işte :)

Ay ya, ne yapıyorum ben? Hiç maceraperest bir tavır değil bu sergilediğim. Dünyayı sırtçantasıyla gezen özgür kız modundan çıkıp, evde kalmış Türk kızı moduna bağladım, e tabi bunlar hep çevre baskısı yüzünden, zavallı bilinç altım benim...

Roberto, Roberto diyoruz adama da adı ne acaba? Sorsam mı ki? Sorayım tabi, iki laflarız vakit geçer, hem de pratik yapmış oluruz.

"Hi again, my name is Dilek" dedim tüm samimiyetimle,

O da gülümseyerek; "Hi Dilek, I'm Romeo " dedi.

Çok romantik komedi bi durum değil mi? Adamın adı bildiğin Romeo çıktı ayol:) Durun ben bu anı, klip yaparak ölümsüzleştirmek istiyorum:
Tamam şamatayı keselim, sohbete devam edelim, (Çok eğleniyoruz değil mi ya! İyi ki çıkmışız yollara. Daha şimdiden böyleyse, gerisini hayal bile edemiyorum.)

Sonra da Romeocuğumla muhabbetin dibine vurduk işte.
Şöyle ki;
Ne kadar da güzel konuşuyor, canım benim ya! O da dünya turu yapıyormuş benim gibi. Demek senin de hayal dünyan çok geniş, maaşallah, maaşallah. Yazık bize ama, böyle hayal alemlerinde görüşüyoruz.

-I see Romeocuğum, I see.

"What about you?" diye sordu bana. (Demek beni merak ediyorsun, seni hınzır!) Ay heyecanlandım birden. Neden buradayım, nereye gidiyorum diye bir açıklama yapmam gerekir diye uyduruk bi cümle ezberlemiştim onu söylemeye çalışayım bari:
Anlattıklarıma güldü. Gülüşünün güzel olduğunu söylemiş miydim?

-Where are you from? diye sordu sonra.

(Hee, nereli olduğumu merak etmiş, ondan "what about you?" diye sormuş. Ben de ne anlatıyorum adama ya!)

- I'm from İstanbul. What do you think about Istanbul? Did you like it? (Bakalım memleketimi beğenmiş mi?)

-Oooh, I love it. Istanbul is a fantastic city. I really love it.

Ay canım benim, pek beğenmiş İstanbul'u, seni İstanbul'a aldırayım ister misin he? Gel canım sen de gel, bi sen eksiktin zaten." demedim tabi ki :) sadece şuna benzer bir cümle kurdum:

- Ooh, it is nice to hear that. (Bunu duyduğuma sevindim)

Biz böyle cici cici sohbet ederken portakal suyumuz geldi ve kollarımızı birbirine dolayarak portakal sularımızı içmeye çabalarken birden bi ses yankılandı kafamda;

"Evladım kalk yemeğimiz geldi! Yemeğimiz geldi!"

Yankılanan bu ses, bu ses... Yooo, olamaz! Bi hışımla yerimden doğruldum ve arkama, yan tarafa baktım; yoktu... Sadece, yanı başımda aşırı güler yüzle ve elinde tepsiyle bekleyen hostes ve yanımdaki koltukta da Esra Erol bağımlısı olduğunu tahmin ettiğim bir teyze vardı. Peki Romeom neredeydi? "Ne yaptınız ona?" diye girişmek istedim onlara ama tüm gördüklerimin rüya olduğunu anlamıştım.

Evet hayal içinde rüya gördüm, çok saçma olduğunu ben de biliyorum ama kabul edin güzel toparladım. :) Hikaye amacının dışına çıkmış çok saçma bir yere gidiyordu. Müdehale etmeseydim Romeo'yu iç güveysi alıp mutlu mesut yaşayıp gidecektim. E o zaman ne anlatacaktım size? Olmaz! Daha göreceğimiz çok yerler var bizim.

Neyse, uçak yolculuğunun kalanını kısa bir özet geçeyim size. İlk olarak Bangkok'a vardık. Aktarma süresi fazla olduğu için ve vize gerekmediği için Bangkok'u gezmeyi çok istiyordum.Yanımdaki teyze de Bangkok'ta ineceği için benim aklımı çelmişti ve onu almaya gelecek olan kızı ve damadıyla beni gezdirmek istiyordu (Bir işe yarasın bari!) Hemen gidip uçuşumu kontrol ettim. Uçuş saatinden emin olduktan sonra hava alanından çıkabilmek için bir form doldurmamız istendi. Ben transit yolcusu olduğumu söyledim ve doldurmadım o formu. (Bu kadar ayrıntıya niye girdiysem :) bi yerde duymuştum, sizin de başınıza gelirse doldurmayabilirsiniz diye paylaşayım dedim :) )

Neyse bu teyze ve çocukları panoromik olarak bana Bangkok turu yaptırdılar. Yemek yedirdiler. Jet-lag olmadım henüz ama Avustralya'da durumum ne olur bilmiyorum. Aslında Jet-lag olmak istiyorum ben ya, nasıl bi şey merak ediyorum. Bi efsane gibi duyuyorum hep, ben de olayım da anlatayım işte, ezik olmayım.

Uçuş saatime 2 saat kala bu nazik ve hayali insanlar beni tekrar havalimanına bıraktılar. Tekrar bilet ve pasaport kontrolünden geçip transit yazılarını takip edip uçağın kalkacağı kapıyı buldum sonra daha vakit olduğu için duty free'ye daldım yine. Havam değişsin diye yeni yeni parfümler denedim. Uçak saati geldiğinde de yine business class bir şekilde business class koltuğuma oturdum. Uçak bir hayli boşalmıştı. Yanımda ne çocuklarını, torunlarını anlatan teyze ne de italyan aksanıyla konuştuğunda aval aval baktığım Romeo vardı. Saat kaçtı, saat diye bir kavram var mıydı umursamadan tekrar uykuya daldım. Keşfedilmeyi bekleyen Sydney için enerji depolamam gerekiyordu. Hayallerde tekrar görüşmek üzere, tatlı rüyalar...