Wikipedia

Arama sonuçları

istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Şubat 2017 Salı

Madame Tussauds İstanbul

Londra gezimde en çok eğlendiğim ve etkilendiğim yerlerden biriydi Madame Tussauds, duyduk ki İstanbul'da da 21. şubesini açmış, e gidip görmemek olmazdı.

Girişte ziyaretçileri Atatürk karşılıyor. 
Diğer Madame Tussaud'larda olduğu gibi burada da tematik bir şekilde ilerleniyor. Atatürk'ten sonra Topkapı sarayı konseptinde Kanuni ve Fatih karşımıza çıkıyor. E biz de bir daha ne zaman karşımıza çıkar diyerek Fatih ile selfie yapıyoruz hemen.





Barış Manço

Angelina ile tek başına foto çektiremezsinnnnn! :)
Tabi ki Beyonce ile de :)

Steve Jobs, ben ve nimeti :)
Yeşilçam köşesinde Adile Teyzoş karşılıyor.
Balmumu heykellerinin yanına koydukları aksesuarlar, ziyaretçilerin daha eğlenceli vakit geçirmesini sağlamış.

:)
Her genç kızın rüyası :)


Sabiha Gökçen

Sharapova ve Nadal

Muhammed Ali

Hido

Veeee müzeye de ismini veren, hikayesini şu yazımda anlattığım Madame Tussaud

İsterseniz balmumu el figürlerinizi bu bölümde yaptırabilirsiniz

Leonardo Da Vinci

En eğlenceli bölümlerden biri Mozart'ın yanı. Burada sürekli Mozart'ın eserleri çalarken siz de piyano başında bir peruk takıp sosyal hesaplarınıza canlı yayınlar sergileyebilirsiniz. 

Sanat güneşimiz...
Büyüklük açısından Londra'daki müzenin bir minyatürü gibi gelse de Türk heykellerin çoğunlukta olması biz Türkler için elbette burayı daha ayrıcalıklı kılmış. Ayrıca Londra'daki kadar çok fazla bir yoğunluk olmadığı için ünlülerle daha tadını çıkara çıkara vakit geçirdik. Ne kadar eğlendiğimiz de sanırım fotoğraflardan anlaşılıyor :)

E yani Rihanna da tutturmuş "selfie selfie" diye...

MFÖ

İkuş çok eğlendi çook :)

Hafta sonlarınızı sevdiklerinizle eğlenerek değerlendirebileceğiniz çok güzel bir etkinlik. "Biletler kaça, nereden alınıyor?" diyorsanız gerekli bilgileri şurada bulabilirsiniz. Yolunuz İstiklal'e düştüğünde kesinlikle uğrayın derim ben. 

16 Ekim 2015 Cuma

Kızkulesi

Geçtiğimiz haftasonu arkadaşlarla Salacak'ta kahvaltı yaptık. (Gittiğimiz mekan: 5.Cadde, Fiyat: fırsat kuponlarıyla 27,50-TL, Lezzet: vasat)

Vasat da olsa sildik süpürdük her şeyi maaşallah. Zaten kahvaltı bahane, Kızkulesi şahaneydi. Ayaklarımız da bunun bilincinde olacaktı ki kahvaltıdan sonra bizi kuleye götürdüler.

Kuleye gitmek istemeyen ayakların sahipleri, gidenleri Kızkulesi'nin tam karşısındaki kafede bekledi. Tabi ki ben giden taraftaydım. :)
Kızkulesi'ne Üsküdar Salacak'tan ve Kabataş'tan kalkan teknelerle ulaşım sağlanıyor. (Öğrenci: 10,00TL Tam:20,00-TL) Biz de Salacak'tan kalkan küçük teknelerle ulaştık.

Kulenin içinde her katta ayrı bir efsanenin anlatıldığı "Efsaneler Sergisi" bulunmakta. Terasa çıkarken her katta farklı bir efsanenin anlatıldığı dev resimlerle karşılaşıyorsunuz ve yanlarındaki panolardan hikayelerini okuyorsunuz. Çocukluğunuzdan beri duyduğunuz o hikayeleri o resimlerin karşısındayken okumak o efsanelerin canlanmasına neden oluyor. 
Hero ile Leandros efsanesi: Bu efsaneye göre antik çağda bu kule Afrodit'e adanmış bir tapınakmış ve Hero da bu tapınağın rahibesiymiş. Her yıl ilkbaharda doğanın uyanışı adına tapınağın çevresinde tören yapılır, aşkı bulamayanlar hayal ettikleri sevgililerine kavuşmak için Afrodit'e yalvarırlarmış. İşte bu törene katılan Leandros bizim rahibe Hero ile karşılaşmış ve bu iki genç birbirlerine aşık olmuşlar. Ancak Hero rahibe olduğu için aşklarını gizli yaşamak zorunda kalmışlar. 

Her gece Hero, Leondros için meşale tutar, Leandros da o ışık yardımıyla yüzerek sevdiceğine gider aşklarını o kulede yaşarlarmış. Taa ki, Leandros çok rüzgarlı bir gecede meşalenin sönmesi nedeniyle kaybolup boğulana kadar. Sabah Leandros'un cesedi kuleye vurunca da Hero acıya dayanamayıp kuleden atlayıp, boğazın sularına kendini teslim ederek intihar etmiş. Bu efsaneden yola çıkarak Kızkulesi, "Leandros Tower" olarak da bilinmekte. (Aslında ben bu hikayenin Çanakkale boğazında geçtiğini duymuştum ama Kızkulesi'ne bir şekilde bağlamışlar)
Yılanlı Efsane: Benim çocukken, doğruluğundan hiç şüpheye düşmeden inandığım efsanedir kendisi. Annem anlatmıştı belki de ondandı bu safça teslimiyetim.

Efsaneye göre; Bizans imparatorunun bir kızı olur ve imparator buna çok sevinir, öyle ki; ülkesinde prensesin doğum gününü bayram ilan eder. Kızı büyüdükçe, bilginlerine kızının devlet yönetimi hakkında yetiştirilmesi için talimat verir ancak o bilginlerin en yaşlısı, imparatora kızının 18 yaşına basmadan yılan tarafından zehirlenip öleceğini kehanet eder. Bunun üzerine imparator, denizin ortasındaki küçük adacığa bir kule yaptırır ve kızını oraya götürür.

Böylece aradan yıllar yıllar geçer ve bizim nazlı prenses 18 yaşına yaklaşır. Bir gün kuleye gönderilen üzüm sepetinden çıkan yılan sinsice prensesin yanına süzülerek zehrini prensesin teninde boşaltınca prenses oracıkta ölüverir ve böylece herkes kaderden kaçılmayacağını anlar.

İmparator kızının ölümüne çok ama çok üzülmüş. Kızının toprağa gömülmesini istememiş. Çünkü gömülürse yılanların kızının bedenini delik deşik yapmasından korkmuş. Bu sebeble prensesin cansız bedenini mumyalatıp prinç tabuta koydurtmuş. Tabutunu da Ayasofya'nın üst duvarlarından birine yerleştirilmesini emretmiş.

Ayasofya'nın girişindeki 2 delikli tabutun bu hikayede bahsedilen o tabut olduğu rivayet edilir. Eğer bu doğruysa (ki ben sanırım hâlâ buna inanıyorum ); imparator ne kadar uğraşmışsa da kızını yılanın gazabından korumayı başaramamış demektir.

Not: Yukarıdaki resim benim çocukken kafamda canlandırdığım resimden biraz farklı. Ben imparatoru iskambil kağıtlarındaki papaz gibi hayal ederdim hep :)
Battal Gazi "Atı Alan Üsküdar'ı Geçti" Efsanesi: Bu efsane ise Osmanlı döneminde geçer. Hikayeye göre; İstanbul'u kuşatmaya gelen Battal Gazi, kuşatmadan bir sonuç alamayınca Kızkulesi kıyısında karargah kurar ve 7 sene burada kalır. Tabi aslında istese Battal Gazi İstanbul'u 1 günde alırmış ama Üsküdar tekfurunun kızına aşık olunca "amaan yemişim devlet işlerini" demiş ve gönül işleriyle meşgul olarak kuşatmayı uzattıkça uzatmış. Üsküdar tekfuru da bu durumdan işkillenmiş ve Battal Gazi'nin Şam seferinde olduğu sırada kızını hazinelerle birlikte bu kuleye kapatmış. Seferden dönen bizim Battal durumun farkına varınca, kayık ile Kızkulesi'ne vararak hazineleri de kızı da alıp Üsküdar'dan atına binerek arazi olmuş. İşte günümüzde bile sıkça kullandığımız "Atı alan Üsküdar'ı geçti" lafı buradan gelmekteymiş. Ayrıca bu olaydan sonra Türkler diğer efsanelerdeki kızlara da atfen buraya "Kızkulesi" ismini vermiş. O gün bugündür de bu kulenin ismi böyle kalmış.
Kulenin bir katı hediyelik eşyalara ayrılmış. Buradan kız kulesi temalı hediyeler alabilirsiniz.
Bir diğer katta restoran bulunmakta. Dilerseniz buradaki restoranda kahvaltı yapabilir ya da akşam yemeğini yiyebilirsiniz. Hatta akşam yemeğinden sonra romantik bir gecede kulenin en üst katında yer alan "Kuledebar" denilen bölüme geçip oradan da şarabınızı alıp terastan Galata'ya kadeh kaldırabilirsiniz :)
Bu da romantik olmayan bol rüzgarlı ve yağmurlu bir öğle vakti Kızkulesi'nden Salacak manzarası :)
Ve Galata... Yok bu iki kulenin aşkını anlatmayacağım :) sadece Bedri Rahmi'nin şu satırlarını ekliyorum bu fotonun altına :
"İstanbul deyince aklıma kuleler gelir
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır
Ama şu Kızkulesi'nin aklı olsa
Galata kulesine varır
Bir sürü çocukları olur..."

Her şey bir tarafa, Galata'da hissedilen o tarihi dokuyu Kızkulesi'nde hissedemiyorum ben. Tamam Kızkulesi daha estetik kabul ve İstanbul'u ya da İstanbul'da olduğunuzu en iyi hissettiren yapı da olabilir belki ama dediğim gibi o tarihi doku, o yaşanmışlık hissini bana Galata daha çok veriyor sanki.
Bir de yakından bakalım: ???
Fotoğrafları bloga yükledikten sonra, aklıma eski Kızkulesi fotoğrafları geldi ve nette bulduğum aşağıdaki şu iki eski fotoğrafa baktım.

Bu fotoğraflara bakınca aradaki farkı anladım galiba. Biraz garip bir benzetme olacak belki ama Ajda Pekkan'ın siyah beyaz fotoğraflarına bakar gibi bir his uyandı içimde. Bugün de güzel ama güzel olmak için fazla zorlamışlar sanki. Doğallığını kaybetmiş gibi. 
Antik çağlardan gelmesine rağmen sizce de fazla modern durmuyor mu?

Her şeye rağmen Salacak'ta bir köşede oturup, karşıdan ona ve ölümsüz aşkı Galata'ya bakmak en az eski fotoğraflar kadar büyüleyici. Tıpkı Ajda Pekkan dinlemek gibi...


28 Eylül 2015 Pazartesi

Galata Kulesi

İstanbul bağrında ne çok hazine barındırıyor değil mi? Boğaz, Haliç, Sarayburnu, Kadıköy, Sultanahmet, Süleymaniye, Eminönü, Beyazıt, Galata ve daha nicesi. Bunların hepsi farklı bir şehirde olsa tek-tek gidilip görülecek güzellikte ve değerde.

Her birinde ayrı yaşanmışlıklar, ayrı hikayeler saklı. İstanbul'u gezmek bir güne sığmaz bu yüzden. Bu yerlerin her biri için en az ayrı bir gün ayırmak gerekir.

Ama "yok ben hepsini birden göreceğim" diye tutturuyorsanız Galata Kulesi'ne çıkıp hepsini aynı anda panoramik olarak da görmeniz mümkün :) Hatta bunların dışında akan trafiği, koşturan insanları, vapurların coşturduğu Boğaz'ın köpüklü sularını, her yerde uçuşan martıları yani İstanbul'un yaşayan ruhunu da dalgın gözlerle seyredebilirsiniz buradan.
Etrafındaki kişiliksiz, kılıksız beton yığınına inat, gökyüzüne asil bir şekilde uzanıverir İstanbul'un vefalı, çilekeş bekçisi.
Çevresindeki semtlere uğradığımda ya da Boğaz'da vapurdayken aniden "neredeyim ben?" diyerek yönümü şaşırdığım anlarda gözlerimin aradığı yegane yapıdır Galata Kulesi. (Camileri hep uzaktan karıştırıyorum da :) ) Bu sebeple 34 yıllık ömrümde yüzlerce belki de binlerce kez göz göze gelmişizdir kendisiyle ama hayatımda ilk defa dün nasip oldu bu kuleye çıkmak.

Bayram'da İstanbul'un tenhalaşmasını fırsat bilerek birden ani bir karar vererek kendimi Kuledibi'nde buldum ( "Güzel şeyler aniden olur" demişti ya Oğuz Atay; ne doğru!)

Defalarca gözümü kestiremediğim o kuyruğa bu sefer kararlılıkla girdim ve yaklaşık 1 saatin sonunda İstanbul'u kanatlarımın altına aldım ben de.
Bu kule dünyanın en eski kulelerinden biri. Bizanslılar zamanında 528 yılında fener kulesi olarak inşa edildiği 1348 yılında Cenevizliler tarafından da geliştirildiği sanılmakta. Kimi zaman gözetleme kulesi olmuş kimi zaman da zindan... Bugüne kadar ne savaşlar, ne yangınlar ne felaketler atlatmış; kubbesi uçmuş, yanmış, yıkılmış, dökülmüş ama her defasında yenilenmiş ve bugüne kadar ulaşmış.

Galata kulesi için pek çok şiir yazılmış ama en etkileyici olanı, insanın yüreğine en dokunanı şüphesiz Ümit Yaşar Oğuzcan'ın bu kuleden atlayarak intihar eden oğlu Vedat Oğuzcan için yazdığı şiirdir. Aşağıda, Youtube'dan bulduğum videoda Ümit Yaşar'ın kendi seslendirmiş olduğu bu şiiri dinleyebilirsiniz.


Bunun gibi pek çok intihar olayına ve daha nelere nelere tanıklık yapmış bu kule...

Ayrıca hakkında -Kız Kulesi'yle olan aşkı gibi- pek çok efsaneler de anlatılmakta. Bu efsanelerden bana en mantıklı geleni Ahmet Çelebi'nin tahtadan yaptığı kartal kanatlarını takıp bu kuleden Üsküdar'a kadar uçmayı başarmasıdır herhalde.

Sadece efsane de olsa bunu hayal etmesi bile insanı heyecanlandırmaya yetiyor. Ayrıca bu olayın Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde geçtiğini düşünürsek doğru olma olasılığı bence yüksek. Rivayet o ki; halkın "Hezarfen" (Bin ilim bilen) lakabı taktığı Ahmet Çelebi bu başarısını tehlikeli bulan dönemin padişahı IV.Murat tarafından Cezayir'e sürülmüş. İşte bana göre, bu olayın gerçek olma ihtimali tam da bu yüzden yüksek...

Yukarıdaki videoda kuleye girebilmek için beklemek zorunda olduğumuz uzuuuun kuyrukta çektiğim görüntüler var. Etraf çok canlı; sokakta müzik yapan gençler, ellerinde biralarıyla ayaküstü sohbet eden insanlar, kuleyle aynı karede olmaya çabalayanlar, kulenin dibindeki kafelerde bir şeyler atıştıranlar, selfie çubuğu satıcıları, etrafa şaşkın şaşkın bakan turistler...  hepsi ve daha fazlası yukarıdaki videoda :)

E bize sıra gelene kadar hava karardı. Maalesef kuleden gündüz manzarasını seyredemedik. İstanbul'un ışıl ışıl olan gece görüntüsünün seyri doyumsuz elbette ama pek fotojenik olmuyor. Bu yüzden ben pek güzel kareler yakalayamadım.

Tamam itiraf ediyorum; fotoğraf makinesinin ayarlarıyla oynamak yerine manzaranın tadını çıkarmak istedim :)

Ama yine dayanamadım da. Bari biraz videoya çekeyim dedim :) Buyrunuz:


Orada bulunmanın nasıl bir his olduğunu anlatmama gerek yok herhalde. Hangi manzaraya bakacağını şaşırıyor insan ama yine de bir eksiklik hissediyorsunuz; çünkü baktığınız 360 derece İstanbul manzarasında Galata Kulesi'ni göremiyorsunuz :)
İnsan istanbul'a bakınca bu kuleyi de görmek istiyor...

Bu da kulenin dibinden gece görüntüsü.

Kuleye giriş ücretleri biraz kafa karıştırıcı. Şöyle ki; öğrenci ve yerliysen 5-TL, öğrenci değilsen ama yerliysen 10-TL, öğrenci ol ya da olma turistsen 25-TL. :)

Ben bu garip tarifeyi bilmiyordum oraya gittiğimde. Daha önce bir yerlerde girişin 6-TL olduğunu okumuştum ve sanırım okuduklarım eski yıllardan kalma yazılardı. Benim de aklımda öyle kalmış ve kuyruğa girdiğimde aklımda bu bilgi vardı. Turistin biri hayatının hatasını yaparak bize yanaştı ve biletin nereden alınacağını, kuyruğun nereden başladığını ve biletin fiyatını sordu :) ben de gayet kendinden emin ve konuksever bir tavırla 6 TL dedim (!) Şu an nasıl bir vicdan azabı içersindeyim anlatamam. :)

Biletin satıldığı danışmaya geldiğimde fiyatları görünce gözlerimin nasıl pörtlediğini tahmin edersiniz. Hayır kendim için değil turist içindi bu göz pörtlemesi :) Bir de kulede o kadını görünce içimde koca bir vicdan azabı nasıl çiçek açtı bilemezsiniz. O çiçeklenen vicdan azabıyla birlikte görünmemeye çalışarak sıvıştım ben de :) Sanırım görmedi beni.

Olur ya; belki bu kadıncağız ülkemizi çok sever, burada yaşamaya karar verir, ardından dilimizi söker ve günün birinde internette dolanırken bu yazıya rastgelir de bu yazdıklarımı okursa; kendisinden çok ama çok özür dilerim :)

Neyse; günah çıkarmayı da yaptıktan sonra gönül rahatlığıyla yazımı bitirebilirim.
Herkese mutlu haftalar diliyorum... :)













19 Haziran 2014 Perşembe

Karanlıkta Diyalog

"Dünya üzerinde 130 kente 8 milyondan fazla insana "dokunmuş", 6 binden fazla görme engelliye iş imkanı yaratmış "Karanlıkta Diyalog" deneyimi şimdi İstanbul Gayrettepe Metro İstasyonundaki özel sergi alanında..." diyordu afişte.

Rakam olarak kaç milyonuncu kişiyim bilmiyorum ama şu kadarını söyleyebilirim ki; bu sergiye katılan herkes gibi evet bana da dokundu bu müthiş etkinlik!

Kimine bahsettiğimde "ne gereği var, gözünü kapat yürü, aynı şey işte" ya da "çok saçma! görmeyenlere nispet yapar gibi olmayacak mı?" gibi tepkiler de aldım. Ama inanın sergideyken kalbinizden ve aklınızdan geçen tek düşünce "iyi ki gelmişim!" olacaktır.

Ayrıca, yapılan araştırmalarda ön yargıları bertaraf etmek, hafıza, konsantrasyon, empati, iletişim becerileri gibi bir çok konuda kişisel gelişime katkısı ispat edilmiş bir etkinlik. .

Kendini onların yerine koyup empati yapar gibi değil, bizzat onlardan biri olmak kadar sahici. Ya da "Ayyyy kardeş, halimize binlerce şükür!" der gibi bencilce de değil "Bir gün bizim de başımıza gelebilir" der gibi duyarlı,çok özel, çok anlamlı ve çok farkındalık yaratan bir proje aynı zamanda.

Elinize tutuşturulan bir baston tek silahınız; size yol gösteren, tecrübeli rehber gözünüz; 10 kişilik arkadaş grubunuz -çoğunu tanımasanız da- aynı kaderi paylaştığınız yoldaşlarınız; İstanbul ise tüm renklerinden yoksun kalmış ama tüm gürültüsü ve kokularıyla önünüzde duran kocaman bir boşluk...

Okyanusta bir başınıza yüzer gibi hissediyorsunuz ilk başta. Hatta adım atmaktan korkuyorsunuz. Korktuğunuzda bağırıyorsunuz, rehber hemen imdadınıza yetişiyor ve elinizden tutup, yolunuzu bulmanıza yardım ediyor. Bazen arkadaşınızı kaybediyorsunuz, endişeleniyorsunuz, sonra buluyorsunuz ve dünyanın en mutlu insanı oluyorsunuz. Karşılaştığınız engelleri anlatmaya çalışarak arkadaşlarınızı uyarıyorsunuz müthiş bir empatiyle.

Diğer duyu organlarınızı bugüne dek  belki de hiç bu kadar verimli kullanmadığınızı düşünüyorsunuz. Dokunarak, duyarak, koklayarak gerçekleşen İstanbul turunu tamamlamaya çalışıyorsunuz ve bunları yaparken de görmemeye alıştığınızı farkediyorsunuz.

Sona yaklaştığınızı hissettiğinizde zamanın nasıl hızlı aktığına inanamıyorsunuz. Azar azar ışık sızmaya başlıyor ve ilk ışığı algılamaya başladığınızda içinizden en bencilinden koca bir "Oh!" çekiyorsunuz. Sonra kendinize bu bencil "Oh" için çok kızıyorsunuz.

Renklerden yoksun olan İstanbul'da bizim gözümüz olan ve onu renklendiren rehberimiz Yunus Bey'e  "gerçek istanbul'da sizin için ne yapabiliriz?" diye sorduğumuzda istediği tek şey vardı: burda hissettiklerimizi, yaşadıklarımızı paylaşmamız, yazmamız ve elimizden geldiğince herkese duyurmamızdı. Katılım fazla olursa kalıcı bir "Karanlıkta Diyalog" sergimiz olacaktı çünkü.

Ayrıca bu yazıyı sırf o istedi diye değil, hayatımın en ilginç deneyimlerinden biri olduğu için de blogumda paylaşmak istediğimi söylemeliyim.

Eğer siz de böyle bir deneyim yaşamak isterseniz: Biletlerinizi biletix gişelerinden temin edebilirsiniz.
http://www.biletix.com/etkinlik-grup/66384260/ISTANBUL/tr

Sergi için bilgi: http://www.dialogistanbul.com/













26 Ocak 2014 Pazar

Tüm Özgür Ruhlara... (Oyuncak Müzesi)

Zamanı geri sarıp çocukluğunuza geri dönmeyi istediğiniz oldu mu hiç? Ama "ikinci bir şans verilsin de hayatı sil baştan yaşayım, daha önceleri yaptığım hataları yapmadan daha güzel bir hayata kavuşayım" gibi çıkarcı düşünceler için değil; sadece ve sadece çocuk olmayı ve çocukluk etmeyi özlediğiniz için. 

Hayal dünyamızı özgürce şekillendirirken ne çok eğlenirdik değil mi? Hergün yeni bir kurgu, yeni bir senaryo, yeni bir idol bulurduk kendimize. Ait olmadığımızı hissettiğimiz; büyüklerin o can sıkıcı ve sahici dünyasına şaşkın şaşkın bakarken, biz kendi dünyamızda ne mutluyduk. Ve ne kadar özgürdük, hergün yeni bir kimliğe bürünürken değil mi?

Kimi zaman dünyaca aranan yetenekli bir futbolcu olurduk, kimi zaman hayat kurtaran bir doktor. Bazen şefkatli bir anne, bazen insanların hayran hayran baktığı bir pop star. Kimimiz elinde direksiyon, hın hınnn motor sesi efektiyle (kendi efektimizi de kendimiz yapardık) usta bir şoför; kimimiz -her ne kadar büyükler bu durumu garip karşılasa da- caddeleri pırıl pırıl yapan bir çöpçü (e çünkü kamyonları çok ilginçti değil mi?). Her ne olursak olalım, işinin ehli olan bir profesyonel gibi tavırlar takınırak, büyük bir ciddiyetle görevimizi icra ederdik. Bizim  masum hayal dünyamızda başarısızlığa ya da herhangi olumsuz bir şeye yer yoktu çünkü.

Kendi şekillendirdiğimiz hayal dünyamızda, olmayı istediğimiz kimliklere bürünmemizde bize yardım eden eski dostlarımız vardı bir de, hatırladınız mı? Büyükler "Oyuncak" derdi onlara hani. Kimimiz şanslıydı, büyükleri hediye ederdi bu dostları; kimimiz de çok yaratıcıydı yoktan var ederdi onları. Çok pahalı uzaktan kumandalı bir arabayı kullananımız da, küçük bir çakıl tanesini kendi kafasında canlandırdığı son model bir otomobilmiş gibi kullananımız da aynı yere yolculuk ederdi aslında; kendi hayal dünyasına.

Yıllardır gitmeyi çok istediğim; Sunay Akın'ın bizlere armağan ettiği İstanbul Oyuncak Müzesi'ne gitme fırsatı bulduğumda, o çok özlediğim bu yolculuğa tekrar çıkmış gibi hissettim yıllar sonra. Sevgili arkadaşlarım Nazan, Abdullah, Tuğba ve Süleyman ile birlikte eski dostları ziyaret ettik. Her bir odada ayrı bir tema olacak şekilde dizayn edilen müzenin büyüsüne kapılıp hem kendi çocukluğumuza geri döndük hem de yüzlerce yıl öncesinden itibaren, dünyanın dört bir köşesinde yaşamış olan tüm çocukların hayal dünyalarıyla tanıştık. Oyuncakların arasına serpiştirilmiş, görünce hatırlanan ya da çıldırırcasına "Aaa şunu hatırladın mı?" şeklinde dürtülerek birbirimize zorla hatırlattığımız o samimi, ince ayrıntılara hayret edici gözlerle baktık.

Çocuk ziyaretçiler ağırlıklı gibi görünse de o büyülü köşke adımınızı attığınız anda yaş seviyesi eşitleniyor. Öyle ki; çook eski günleri hatırlatan duygu ve düşüncelere sahip oluyorsunuz. Çocukça bir hisle "o benim olmalı, onunla oynamalıyım" diyorsun gördüğün o muhteşem Alman bebekevi için mesela. Tıpkı çocukluğunuzda inandığınız gibi oyuncakların bir ruh taşıdığına inanıyorsunuz tekrar. Kimse onlarla oynayamadığı için her birinin size üzgün üzgün baktığını farkediyorsunuz ve bir yandan dokunamadığınız o oyuncaklar için, bir yandan da kendiniz için üzüntü duyuyorsunuz. Onlarla oynayıp, yeni yeni kimliklere bürünerek özgürlüğünüze yeniden kavuşmak istiyorsunuz.


Bu tür renkli, gelgit hisler ve düşünceler geçerken içinizden, tekrar bir çocuk gibi hissetmiş olduğunuzun farkına varıyorsunuz. Bu farkındalığın vermiş olduğu yarı mutluluk yarı hüzün hissiyle oradan ayrılırken de Sunay Akın'ın bir cümlesini düşünüp, onu taa yüreğinizde hissediyor ve ona minettar kalıyorsunuz;

“Özgürlüğü elinden alınan çocuğa “büyük” derler”

Her zaman "özgür" kalmak dileğiyle...


26 Ağustos 2013 Pazartesi

Gezistanbul 2 (Topkapı Sarayı)


Tarihi Yarımada maceramız hızla devam ediyor, hatırlarsanız ilk iki durağımız Sultanahmet Meydanı ve Ayasofya Müzesi'ydi. Üçüncü durağımız ise dünyada günümüze ulaşmayı başarmış sarayların en eski ve en genişi sayılan Topkapı Sarayı.                                                          
 Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethedince ilk olarak bugünkü İstanbul Üniversitesi'nin ana binasının olduğu yere daha sonraları "Eski Saray" olarak anılacak, ahşap bir saray yaptırmış. Daha sonra 1465'te Tarihi Yarımada'nın başlangıcı sayılan yere "E o kadar fethettik, birazcık da biz sürelim sefasını, içimiz açılsın yahu" diyerek yeni bir saray yaptırmaya karar vermiş.Yapımı 1478 yılında tamamlanmış olan ve kara tarafından Fatih'in yaptırdığı Sur-ı Sultani, deniz tarafından ise Bizans surları ile şehirden ayrılan bu saray uzun yıllar Saray-ı Cedid-i Amire (Yeni Saray) ismiyle anılmış. 1862 yılında çıkan yangın sonucu Sarayburnu'nda bulunan Topkapı Sahil Saray'ı isimli bir köşk yanınca bu ismi yaşatmak için zaten pek de yeni tarafı kalmayan Yeni Saray'ın ismini değiştirerek Topkapı Sarayı yapmışlar.

 Topkapı Sarayı'na Sirkeci'den bakış


1853 yılına kadar tam 400 yıl devletin idari merkezi ve padişahların yaşadıkları saray olan Topkapı Sarayı, Fatih'ten sonra  gelen her padişahın yeni yapılar eklemesi sonucu 700.000-m² lik bir alana yayılan bir kompleks haline gelmiş. Günümüzde bizim "Topkapı Sarayı" diye gezdiğimiz alan sadece 80.000-m²'ymiş. Benim önünden her geçtiğimde hayranlıkla baktığım "Sepetçiler Kasrı" da bir zamanlar saraya dahilmiş mesela.

 Sepetçiler Kasrı

Topkapı Sarayı'nın Bölümleri

Topkapı Sarayı,diğer saraylardan farklı olarak, günümüze çok az kalıntısı kalan Edirne Sarayı gibi karmaşık bir yapıya sahip. Yani tek bir karede fotoğraflayabileceğimiz bir saray değil. Bu sebeple genelde bölüm bölüm anlatılıyor. Ben de bu yolu seçtim ama anlatacağım bölümlerin özetini baştan yaparsam hiç gitmeyenler için hayalde canlandırmak daha kolay olur diye düşündüm. 

Özetle günümüzde gezilen saray; iç içe 3 ana kapıdan, bu kapıların açıldığı 4 avludan ve bu avlularda yer alan köşk, medrese, kasr gibi yapılardan oluşuyor; 

1-) 1.Avlu: Alay Meydanı olarak bilinen 1.Avlu'ya giriş Bab-ı Hümayun adlı 1.Kapı'dan gerçekleşmekte (Bu bölüm halka açık olan bölümdür)

2-) 2.Avlu: Divan Meydanı adıyla anılan 2.Avlu'ya giriş Babüsselam denilen 2.Kapı'dan oluyor. (Ziyaretçilerin alındığı kapı) (Devlet işlerinin yürütüldüğü ve merasimlerin yapıldığı bölüm)

3-) 3.Avlu: Enderun Meydanı'na giriş ise Babüssaade'den yani 3.Kapı'dan yapılıyor.

4-) 4.Avlu: Sofa-i Humayun'a giriş herhangi bir anıtsal kapıdan gerçekleşmiyor 3.Avlu'nun sonunda yeralan geçitlerden rampa aşağıya inerek 4.Avlu'ya ulaşmamız mümkün.

5-) Harem

(Bu arada eski dilde "Bab"ın kapı demek olduğunu not düşmek istiyorum.)

       Kaba taslak olarak günümüzde ziyaret edilen saray, bu bölümlerden ibaret. Ancak her bir bölümde yer alan yapıları, köşkleri, buram buram tarih kokarak sergilenen eserleri ve buram buram İstanbul kokan eşssiz manzarasıyla bir güne sığmıyor bu sarayı hakkını vererek gezmek. Çıkıp çıkıp bir daha gitmek istiyorsunuz. İşte bu ruh halindeyseniz ve çok üşeniyorsanız diye ben ne yaptım peki? Topkapı Saray'nı ayağınıza getirdim. Anlatmakla kalmayıp fotoğrafları da önünüze serdim canınız çektiğinde açıp açıp bakın diye. Yalnız sergilenen eserleri fotoğraflamak yasak olduğu için onları ekleyemedim -her ne kadar çaktırmadan bir kaç poz alsam da titrek ellerle çektiğim için o büyüyü yansıtmayacağından burada yayınlamak  doğru olmaz şimdi- Onlara da bir ara  gidip canlı canlı bakarsınız bir zahmet.

1.Avlu (Alay Meydanı)

Ayasofya Müzesi'ni solumuza alarak ulaştığımız 1.Ana kapı olan Bab-ı Hümayun'dan 1.Avlu'ya girmeden önce hemen yakınında bulunan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın önerisiyle inşa edilen ve hala pek afilli duran III.Ahmet Çeşmesi'ni es geçmemenizi öneriyorum 

Karşımızda dünyaca ünlü III.Ahmet Çeşmesi, sağ tarafta Bab-ı Hümayun ve hemen sağ alt köşede "Bunlar şimdi beni sekiz saat yürütecekler, yol yakınken geri mi dönsem acaba?" diye düşünen Samet
Ayasofya önünden Bab-ı Hümayun ve III.Ahmet Çeşmesi. Bu kapının üzerinde bir kitabe yazmakta, kitabenin Türkçeleştirilmiş halini aynen aktarıyorum: "Bu mübarek kale Allah'ın yardımı ve rızası üzerine, güvenliği sağlamak için Sultan Mehmet Han'ın oğlu Sultan Murat'ın oğlu, karaların padişahı ve denizlerin hakanı, insanların ve cinlerin üzerinde Allah'ın gölgesi, şarkta ve garpta Allah'ın yardımcısı, su ve toprağın kahramanı, Konstantiniyye'nin fatihi ve fethin babası olan Sultan İkinci Mehmet Han'ın emriyle 883 senesinin mübarek Ramazan ayında (Kasım 1478) imar ve inşa edildi."  
1865 yılında çıkan yangına kadar bu kapının üzerinde padişahların alayları izlemek için kullandığı ve ölmüş kimselerden kalan emanet eşyaların korunduğu büyük bir köşk varmış fakat çıkan yangın sonucu günümüze kadar korunamamış.

1.Ana Kapı olan Bab-ı Hümayun'un girişine kadar gelmişken hemen kapıdan içeri girmeden solunuzda kalan konaklarıyla meşhur Soğukçeşme Sokağı'nda da bir tur atımanızı tavsiye ederim. 

Bab-ı Humayun'un 1.Avlu (Alay Meydanı)'dan görünüşü

Bu kapıdan girince 1.Avluya yani Alay Meydanı'na girmiş oluyorsunuz, buraya girmek eskiden olduğu gibi günümüzde de serbest. Bu avluya ayrıca Gülhane Parkı tarafından Arkeoloji Müzesi'ınden yukarıya doğru çıkarak da direkt olarak ulaşabilir, bize her yol Alay Meydanı diyerek yolunuza devam edebilirsiniz.
Ama ben Ayasofya  ya da Soğukçeşme Sokağı yönünden gelerek Bab-ı Humayun'dan geçtiğinizi düşünerek anlatmaya başlıyorum. Kapıdan geçtiğiniz anda sol tarafınızda bugün restaurant-cafe olarak hizmet veren Karakol Binası, onun yanında Aya İrini Kilisesi, onun yanında da Darphane Binası'nı görüyorsunuz. Sağ tarafınızda ise gözlerinizi alamayacağımız bir manzara var aşağı doğru inen bir yokuşun başında olan. Askeri bölge olduğundan o yokuştan aşağıya inilmiyor. Avluda biraz ilerledikçe irili ufaklı çeşmelere, Osmanlı döneminden kalma çınar ağaçlarına, Müze Mağazasına rastlıyorsunuz. I.Avlu'da yeralan yapılar bunlardan ibaret diyebiliriz. 2.kapı olan Babusselam'a kadar yeralan bu yapıların objektifimden çıkan amatör görüntüleri şöyle;


Bab-ı Hümayun'dan girer girmez hemen sağ tarafınızda kalan muhteşem bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Yokuş aşağı inilen ve girmenin yasak olduğu yer Askeri bir bölgeymiş

Solunuzda ise bir önceki fotoğraftaki askeri bölgenin hemen karşısında yer alan, eskiden Sarayın Dış Karakol Binası olan ve günümüzde cafe-restaurant olarak işletilen Karakol Restaurant'ı göreceksiniz.

Ve Karakol Restaurant'ın yanında yeralan Aya İrini Kilisesi. Aya İrini (Hagia Eirene) "Kutsal Barış" anlamını taşımaktaymış. Aynı zamanda, Konstantin'le aynı yüzyılda yaşamış asıl ismi Penelope olan  bir azizenin adıymış. Bu azize Hristiyanlığı yaymaya çalıştıkça putperestler tarafından çeşitli işkencelere maruz kalmış ama mucizeler sonrasında ellerinden bir şekilde kurtuluvermiş ve bu mucizeler karşısında putperestler Hristiyan, bizim Penelope de bir azize olmuş. Konstantin de bu olağanüstü olay üzerine yaptırdığı ilk tek tanrılı dinin mabedine Aya İrini adını vermiş.

Aya irini'nin hemen bitişiğinde, zamanında para basımı ile birlikte sarayın ihtiyacı olan değerli eşya ve mücevherlerin yapıldığı yer olan Darphane Binası.

Alay Meydanı genel görünüm

2. kapı olan Babüsselam'a yakınlaştıkça sağ tarafımızda Müze Mağazası'nı görüyoruz


Müze Mağazası

Müze Mağazasında satılan magnetler 

Yine Müze Mağazası'nda satılan, orjinalini 3.Avlu'da Hazine Dairesi'nde görebileceğiniz Necefli Cam Sürahi (Fiyatı 750-TL)

Müze Mağazası'nın hemen yanında Bilet ve Müze Kartı Gişesi 
I.Avlu'da genelde çimlere yayılmış insanlar görürsünüz
 "Yok ben çimlere yayılamam, böcekten keneden korkarım" diyorsanız bilet gişesinin karşısında, Babüsselam'ın hemen önünde yer alan, soluklanıp birşeyler içebileceğiniz ufak bir cafe de mevcut

Ve muhafızlarım "Desturrrrrrr!" diyerek 2.Avlu'ya girmem için Babüsselam'ın yollarını açıyor


2.Avlu (Divan Meydanı)


I.Avlunun sonunda bulunan  "Babüsselam " ya da "Orta Kapı" II.Avlu olan Divan Meydanı'na açılıyor. Bu kapının her iki yanında bulunan kulelerin Kanuni Sultan Süleyman tarafından Avrupa seferinden sonra Avrupa şatolarının kulelerinden esinlenerek yaptırıldığı söylenmekte. Kapının iç tarafındaki geniş saçaklı revak da 3.Mustafa zamanında yaptırılmış ki bu noktadan itibaren sarayın ana sınırları başlamış oluyor. Sadece padişahların atla geçebildiği sadrazamların bile geçerken attan inmek zorunda olduğu bu kapıdan biz de müze kartlarımızı okutarak  geçebiliyoruz.



Babüsselam'ın 2.Avlu'dan görünümü
Babüsselam'dan girilen II.Avlu, esasen devlet yönetiminin gerçekleştirildiği, devletin temsil edildiği bir tören alanıymış. Bu avluda cülus (tahta geçiş töreni), bayramlaşma merasimleri gibi törenler yapılırmış. Avlu'ya girdiğimizde solumuzda kalan yol Has Ahırlara gitmekte, Has Ahır'ların karşısında bir de Beşirağa Camii bulunmakta ancak çoğunlukla kapalı olan bir bölüm olduğu için biz bu bölümü transit geçip giriş kapısından direkt padişah ya da vezir yollarını takip edelim. İlerde solda Adalet Kulesi, onun altında Divan toplantılarının yapıldığı Kubbealtı, onun yanında da şu anda silahların sergilendiği Dış Hazine Binası çarpacak gözümüze. Direkt karşımızda ise 3.Avlu'ya geçişi sağlayan III.Ana kapı Bab-üs Saade yer almakta.Sağ tarafımızda  bacalarından da anlayacağınız gibi mutfaklar bulunuyor ki bu günlerde restore edildiği için ziyarete açık değil. Bu açıklamalardan sonra iyi yolculuklar dileyip 2.Avlu fotoğraflarıyla başbaşa bırakıyorum sizleri.



Divan toplantılarının yapıldığı Kubbealtı ve üzerindeki hem şehri hem sarayı gözetlemek için kullanılmış Adalet Kulesi (Kasr-i Adl) "Oraya çıkılıyor mu acaba, manzara nasıldır kimbilir?" gibi aklınızdan türlü sorlular geçiyorsa, hatırlı bir tanıdığınız yoksa hiç heveslenmeyin. Ben böyle sorular geleceğini tahmin ettiğim için sizin adınıza gidip sordum ama üzgünüm şimdilik izin vermiyorlar. Tabi "Yav, insanları buraya çıkartmak için bir turnike daha ekletelim. Çok talep var. Hazır harem girişi de yan tarafta, bir bilet de Adalet Kulesi için bastırtalım" fikri birilerinin aklına gelmezse.


Adalet Kulesi

Kubbealtı giriş ve çıkış kapıları


Divan toplantılarının yapıldığı Kubbealtı. Padişahlar  divan toplantılarını sağ üstte bulunan  pencereden  izlermiş


Bir önceki resimde yeralan pencereye konulan altınyaldızlı kafes

Kubbealtında asılı duran Kanuni Sultan Süleyman'ın Tahta Çıkış Töreni minyatürü



Kubbealtından çıktıktan sonra hemen bitişiğinde yeralan 2012 yılından beri sergilenen Saat Koleksiyonu'na bakmak için ayaklarınız sizi otomotik olarak Divit Odası'na götürüverecek.

Saat koleksiyonun'un büyüsü geçmeden hemen bitişiğindeki Padişahların kılıçları, savaşlarda kullanılan, ganimet ve hediye olarak gelen silahların sergilendiği  Dış Hazine Binası 'nda bulacaksınız kendinizi. Zamanında küpler içinde altın ve değerli taşlar bu binada saklanırmış. Binanın önünde bulunan nişantaşı da III.Selim adına yapılmış.

Kubbealtı'nın, Harem'e girişin bitişiği olan bölümünde ziyaretçilerin dinlenip birşeyler içebileceği cafe de mevcut. Cafe'nin hemen bitişiğinden ziyaretçilerin Harem'e alındığı kapı bulunmakta.

Kapıdan girdiğimizde sağ tarafımızda, (Kubbealtı'nın tam karşısında) 150 metre uzunluğunda Matbah-ı Amire olarak anılan, zamanında bütün saray için ocaklarında yemekler pişen Mutfaklar yer alacak (Bu aralar restorasyonda olduğu için maalesef kapalıydı)
2.Avlu'da bulunan Sohum Kalesi Abidesi. III.Ahmet zamanında alınan Sohum Kalesine konulan bu abidenin üstünde bulunan tuğra II.Abdülhamit'e aitmiş. Bunun nedeni abidenin bir dönem Ruslar'ın eline geçmesi ve II.Abdülahamit döneminde Ruslar'dan alınıp saraya getirilmesiymiş. 


2.Avlu'da ayrıca bir de kuyu bulunmakta

Osmanlı döneminden kalma asırlık çınarlardan birisi.

Enderun denilen III.Avlu'ya geçiş içiçe iki kapıdan oluşan, "Babüssaade"  denilen kapıdan gerçekleşiyor. Son şeklini III.Selim zamanında alan bu kapının önünde cülus ve bayram tebrikleri yapılırmış. 

Ben tebrikleri kabul ederken siz de sağımdaki kapıdan 3.Avlu'ya geçin hemen geliyorum. (Ramazan Bayramının 2. günü )


3.Avlu (Enderun Meydanı)

Bu meydan padişah dahil olmak üzere sarayda yaşayanların kaldıkları, barındıkları, eğitim gördükleri yapılardan oluşan bölümdür. Arz Odası,Has Oda, Fatih Köşkü, Ağalar Camii, Enderun Kütüphanesi gibi yapıların yer aldığı avludur. Ayrıca bu avluda Kutsal emanetler (Has Oda'da), Kaşıkçı Elması gibi değerli eşyalar (Fatih Köşkü'nde) sergilenmektedir.


2.Avlu'nun sonunda olan Babüssaade'den girdiğimizde....


Kendimizi, içiçe geçmiş iki kapının çıkışı olan Enderun Avlusu'nda Arz Odası'nın hemen önünde buluyoruz.


Ve ayaklarımız bizi karşımıza çıkan, padişahların sadrazam, elçi gibi devlet büyüklerini kabul ettiği Arz Odası'na götürüyor. Padişahlara önemli meseleler bu köşkte arz edildiği için bu ismi almış. 



Hiç merdiven kullanmadan geçtiğimiz Arz Odası'ndan merdiven inerek 3.Avlu'yu gezmeye devam ediyoruz.


Arz Odası'nın arkasında bulunan arka cephesinde çeşmesi bulunan Enderun (III.Ahmed) Kütüphanesi  dikkatimizi çekiyor ve hızlı adımlarla ilerliyoruz.
 
Enderun( III.Ahmed) Kütüphanesi

Bugün Hazine Müzesi olarak değerli eşyaların sergilendiği Fatih Köşkü avlunun sağında yeralmakta.

Sol tarafta ise Kutsal Emanet'lerin bulunduğu Has Oda bulunmakta


Has Oda Girişi


4.Avlu (Sofa-i Hümayun) ya da (Mermer Teras)

Ve sıra geldi en iç açıcı, en güzel manzaraların olduğu 4.Avlu'yu gezmeye. 3.Avlu'dan buraya inen dar geçitlerden rampa aşağı inerek ulaştığınızda Lale Bahçesi'nde bulacaksınız kendinizi.Sırtınızı geldiğiniz geçite verdiğinizi düşünürsek solunuzda merdivenlerle çıkılan Revan Köşkü bulunacak. Revan Köşkü'yle aynı terasta bulunan yapılar; Has Oda, Bağdat Köşkü, İftariye Köşkü ve Sünnet Odası. Revan Köşkü ile Sünnet Odası Has Oda'nın çift sütunlu geniş revağıyla birbirine bağlanıyor. Terastan indiğinizde sağ tarafınzda sırayla Sofa Köşkü ve Hekim Odası olacak. İlerlemeye devam ettiğiniz de bu avlunun diğer yapıları olan Sofa Mescidi, Esvap Odası ve Mecidiye Köşkü'nü göreceksiniz eğer restorasyonda değilseler tabi. Fotoğraflarla da anlatayım;

3.Avlu'dan 4.Avlu'ya geçişi sağlayan rampa

Ya da merdivenlerle inilen alt geçit de 4. Avlu'ya ulaşmanızı sağlayacaktır.

Lale Bahçesi

4.Murad'ın Revan Zaferi (Erivan) anısına yaptırdığı köşk olan Revan Köşkü
Teras'tan Sünnet Odası yönünden Revan Köşkü ve havuz
Teras'a çıkıldığında herkesin içinde poz vermek için sırada beklediği sarayın en mini mini, en cici bici köşkü olan İftariye Köşkü karşımıza gelecek. Yaz aylarına denk gelen ramazanlarda padişahların kandilleri gözlemleyerek orada iftar açması için yaptırılmış Sultan İbrahim zamanında. 
Ama manzaraya dayanamadım İftariye Köşkü'nde ben de poz verdim.
                                                                

Bağdat Köşkü, hemen önünde, İftariye Köşkü ve her biri poz derdinde olan müze ziyaretçileri
Bağdat Köşkü 4.Murad'ın Bağdat Seferi Hatırası olarak yaptırılmış

Bağdat Köşkü'nden  İftariye Köşkü ve  yanında bulunan Sünnet Odası.

Sünnet Odasıyla Revan Köşkü'nü bağlayan Has Oda Revağı

Has Oda Revağı'nda bulunan çeşme

Terasta işimiz bittikten sonra tekrar Lale Bahçesine doğru merdivenlerden iniyoruz ve çıkarken terasın merakı, İftariye Köşkü'nün albenisiyle es geçtiğimiz Sofa Köşkü'ne de bir uğrayalım diyoruz. Hekim Odası'nı da geçtikten sonra Esvap Odası , Sofa Mescidi, Mecidiye Köşkü ve Konyalı Restaurant'ın olduğu Marmara Manzarısı'na doğru bırakıyoruz kendimizi.

Sofa Köşkü (Mustafa Paşa Köşkü)
Sofa Köşkü'nün içi 


Hekimbaşı Odası

Sultan IV.Murad Enderunlu gençlerin spor faaliyetlerini izlesin diye Hekimbaşı Odası'nın arka bahçesine yaptırılan Mermer Taht

Mermer Taht'ın görüş açısı (Sofa Köşkü ve Bağdat Köşkü'nün arka cepheleri)

Yazın son demlerinde direnen, inatçı Saray Gülü

Sofa Mescidi


Restorasyon'da olan sarayın en güzel manzarasına sahip Mecidiye Köşkü

Mescid'in önünde, padişahla görüşmeye gelenlerin huzura çıkmadan önce kendilerine çeki düzen vermeleri için  yaptırılan Esvap Odası bulunmakta


Sofa Mescidi önünden manzara


Konyalı Restaurant



Samet'i Harem'e de gitmeye ikna edebilmek için, Konyalı'da bir mola vermemiz gerekti.

Harem



Ve... Samet'i ikna etmeyi başardık 
İlk girişte Kara Hadım Ağlar'a ayrılmış bölüm yeralmakta. Cümle Kapısı'ndan geçtikten sonra Kadınefendi ve cariyelerin, valide sultanların, padişah ve şehzadelerin yaşadıkları yapı gruplarını çevrelerinde toplayan taşlıklara varıyorsunuz. Harem'de pek çok yer restorasyonda olduğu için maalesef çoğu yere giremedim, fotoğraflayabildiğim yerler şöyle;


Geçtiğimiz yollardan tekrar geri dönerek  Harem'e geçişin olduğu 2.Avlu'ya geri dönüyoruz


Kara Hadım Ağalar'a ayrılmış bölüm

Altın Yol

Cariye Koridoru


Cariyeler Koğuşu


1.Ahmed Has Odası

3.Murad Has Odası


Yemiş Odası

Gözdeler Taşlığı ve Dairesi

3.Ahmed Has Odası


Velihad Dairesi (Şehzadelerin özel ders aldıkları daire) 


Valide Taşlığı

Haseki Dairesi (Maalesef Kapalıydı)



Haseki Dairesi'nin kapısını çaldık ama açan olmadı



"Bu taşların dili olsa" diye içinizden geçirmemeniz mümkün değil.

Vee yolun sonu.


 Bir Gezistanbul'un daha sonuna geldik yazımın hazırlanmasında emeği geçen ekibime (Gamze, Meral abla ve Samet'e ) teşekkürlerimi sunuyor ve Tarihi Yarımada'nın diğer noktalarından birinde tekrar görüşene kadar esen kalın efenim diyorum. 

Bilin bakalım sırada neresi var? (Yazıma heyecan katayım dedim)