Wikipedia

Arama sonuçları

kuzey ege turu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kuzey ege turu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ekim 2014 Perşembe

Kuzey Ege Turu-2 (Assos, Truva, Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı)

"Güz Okuma Şenliği Listem"de yer alan kitapları eritebilmek için, harıl harıl kitap okumaktan yazmaya fazla zaman ayıramadım bu aralar. Hatırlayacak olursak; 2 günlük mini "Kuzey Ege Turu"muzun ilk gününde Bozcaada'yı gezmiştik. İkinci günümüzde ise bizi bekleyen yerler:

*Assos
*Truva
*Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı

Hadi şimdi bizi bekleyen ve her birinde ayrı bir büyü olan bu yerleri, fotoğraflarla adım adım gezerek "Kuzey Ege Turu"muzu tamamlayalım hep birlikte. Sonra da Kitaplarımla baş başa bırakın beni :)

Assos Behramkale Köyü

Sabah erkenden uyanıp otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra otobüsümüze atladık ve sıkı bir gezi programını gerçekleştirmek için kendimizi yollara vurduk. İlk önce yolumuzun üstünde yer alan Küçükkuyu'daki Adakale Zeytinyağı fabrikasında zeytin yağı nasıl imal edilir bilgilendik ve kısa bir alışveriş molası verip Assos'a varmak için yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ettik.

Ve nihayet zeytin ağaçlarının çepeçevre sardığı, binlerce yıllık geçmişiyle birçok uygarlıktan izler taşıyan Assos diğer adıyla Behramkale'ye ulaştık. Orada etrafı gezmek,  meşhur damla sakızlı dibek kahvesini tatmak için küçük bir molanın ardından Athena Tapınağı'nı ziyarete gittik.Yine rehberimizin güzel anlatımıyla o tarihi havayı soluyup, güzel manzarasıyla hepimiz büyülendik.


Behramkale Köyü'ne girerken Aristo'nun heykeli karşıladı bizi

Her bir köşede el emeği bir şeyler satan yaşlı teyzelere rastladık


Güzel sunumuyla damla sakızlı dibek kahvesi 

Buranın meşhur zeytin çekirdeği kolonyası


Etraftaki hediyelik eşyaların bulunduğu tezgahlara bakarak Athena Tapınağı'na yürüdük

Athena Tapınağı'nı bir bütün olarak görebilmemiz için tapınağın içinde maketi bulunuyor.
Athena Tapınağı

Ve tapınaktaki o tarihi doku ve muhteşem manzara bizi büyüledi. Bu büyüyle tekrar otobüsümüze atlayıp Antik Truva şehrini görmek üzere Çanakkale türküleri söyleyerek eğlenceli yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ettik.

Truva

Truva yolunda rehberimiz bize Truva savaşını detaylı bir şekilde anlatırken, yolculuk boyunca söylenen türkülere gayet enerjik bir şekilde eşlik eden teyzeler de biraz kestiriyordu :)

Truva kentine vardığımızda meşhur Truva Atı karşıladı bizi. Asıl etkileyici olan, yolculuk boyunca Truva savaşı anlatılırken uyuklayan bir teyzenin ilk defa karşılaştığı bu ata şaşkın gözlerle bakıp "Ha bu at da nerden çıktı?" demesiydi :)   Herkes bu atla fotoğraf çektirdikten sonra, yine rehberimizin güzel anlatımı eşliğinde Truva antik kentini gezmeye koyulduk.

 Elbette bu sevimli atla savaş mavaş kazanılamaz. Baksanıza pencerelerine, bir pimapenleri eksik :) Bu, 1970'li yıllarda Çanakkaleli bir marangoz tarafından maket olarak yapılmış bir Truva atı. Çanakkale'nin merkezindeki Truva filminde kullanılan Truva Atı ise bu ata nazaran daha mitolojik duruyor bence ki, her gören aynı şeyi söylüyor: "İkisi yer değiştirmeli"  










Gerçekte böyle bir at var mıydı, sadece destanda yazılan mitolojik bir hikaye mi ya da hikaye yanlış mı yorumlandı orası büyük bir muamma. Ama aynı destandan yola çıkarak bu topraklarda koskoca bir hazineyi gümleten Schliemman'ı düşününce gerçek olma olasılığı daha yüksek geliyor bana.Yüzyıllar öncesinde terk edilmiş bu antik kentin tekrardan ortaya çıkması başlı başına tez konusu ama kısaca şöyle bir değinmek istiyorum bu ilginç hikayeye.

Efendim, böylesine köklü bir geçmişe sahip, bağrında külçe külçe hazineler barındıran bu antik kente 1870'li yıllara kadar kimsecikler el sürmemiş. Taa ki Heinrich Schliemman isimli, kendine arkeolog süsü veren bir hazine avcısı el sürene kadar.

Çocukluğundan beri Homeros'un İlyada destanını okuyan Schliemman 20 yıl boyunca ticaretle uğraşıp birikim yaptıktan sonra Yunanistan'a gidip kendi gibi İlyada hayranı olan Sofia ile evlenmiş ve bu hayalperest çift destanda bahsi geçen Priamos hazinesini bulmak için keşfe çıkmışlar. Söz konusu yere benzettikleri her yeri incelemişler ve gerçek Truva'ya ulaştıktan ve Osmanlı Devleti'nden kazı iznini de kopardıktan sonra, köydeki insanların yardımını da alarak kazıya başlamışlar.

Hazineye ilk ulaştıklarında durumu köylülere çaktırmayıp "bugünlük çalışma bu kadar yeter" deyip köylüleri yanlarından uzaklaştıran uyanık çift hazineyi kendi başlarına çıkartıp önce Atina'ya sonra da çeşitli yerlere dağıtmışlar. Binlerce yıl önce var olan büyük bir krallığa ait olan taçlar, tokalar, gerdanlıklar, küpeler, bilezikler, bakır, tunç miğferlerin her biri bir yere dağılmış böylece. Osmanlı bu durumu farketmiş ve hemen dava açmış ama 50 bin Frank'a razı gelerek bu durumu kabullenmek zorunda kalmış.

Bahsi geçen hazinenin 24 parçalık kısmı geçtiğimiz yıllarda ABD'den ülkemize getirilmiş. Önemli bir bölümü ise hala Moskova Puşkin müzesindeymiş ve bildiğim kadarıyla bize iadesi için görüşmeler hala sürdürülüyor.

İşte bu başına gelmedik kalmayan Truva kentinden görüntüler;

Deprem, savaş gibi nedenlerle 9 defa yıkılıp tekrardan kurulmuş olan Troya ya da Truva kenti, ilk başlarda diğer antik kentler gibi bir liman kentiyken Karamenderes nehrinin taşıdığı alüvyonlar nedeniyle zamanla denizden uzaklaşmış. Liman kenti olma özelliğini kaybeden kent de böylece önemini yitirerek terk edilmiş. 

















Truva şehri çeşitli felaketler yüzünden 9 kere yıkılıp yeniden inşa edilmiş. Çoğumuza, caanım Brad Pitt'in cicim Orlando'nun tanıttığı Truva savaşı 6.katmanda gerçekleşmiş. Tabi ilk yapılan kazılar bilinçsiz bir şekilde yapıldığı için katmanlar birbirine karışmış, ilk çıkan arkeolojik bulgular da tahrip edilmiş. Günümüzde ise araştırmalar ve kazılar hala sürmekteymiş.

Bu çok yorucu ama çok etkileyici Truva turunun ardından "memleketimizin taşı toprağı gerçekten altınmış" diyerek ve bu topraklar uğruna canlarını feda etmiş destan yazmış şehitlerimizin kabristanlarının ve hatıralarının bulunduğu "Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı"na doğru yola koyulduk tekrar.

Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı

Burası için anlatacak çok şey var ama orada o havayı solurken hissedilenleri anlatmak için kelimeler yetersiz kalıyor. Ziyaretimiz boyunca rehberimizin anlattığı hikayelerin de etkisiyle her birimiz çok fazla duygusal anlar yaşadık. Boğazımız düğümlendi çoğu zaman. Bir çok askerimize diri diri mezar olmuş topraklarda gezerken insan fazla bir şey söyleyemiyor zaten.

Vaktimiz kısıtlı olduğu için belli başlı yerleri gezebildiğimiz için buraya bir kez daha hatta defalarca gelme planını yaptık kafamızda gezerken.

Çanakkale Şehitleri Anıtı 1960 yılında Çanakkale Savaşında şehit düşen askerlerin anısına yapılmış.  Anıtın dört ayağı dört bir kıtadan savaşa katılan askerleri temsil etmekteymiş.



Bir, Çanakkale savaşını anlatan kabartmaya bakıyorsunuz bir de dalgalanan Türk bayrağına...   Hüzün, gurur, şükretmek gibi karışık duygular dolduruyor içinizi ama en çok "minnet" duygusunun ayrımına varıyorsunuz.


Savaşın anlatıldığı 45 m uzunluğundaki rölyef

Anzak askerlerin sembolik şehitliği

Ve Mustafa Kemal'in "Ben size saldırmayı emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum" dediği 57.Piyade Alayı Şehitlik Anıtı

Yolculuk boyunca birçok hikayesini dinlediğimiz kahraman Seyit Onbaşı'nın heykeli

İllere göre ayrılmış her bir sembolik mezarda yanılmıyorsam 20 isim yazıyordu. Tabi bu yazan isimlerin hepsi gerçek. 

Süremiz kısıtlı olduğu için GYTMP'ın belli başlı bölgelerini ve sadece bir askerin gerçek kabristanını ziyaret edebildik. O da Meçhul Asker. Meçhul Asker'in kafatası bir Anzak asker tarafından Avustralya'ya götürülmüş ve bu kafatası yıllarca Avustralya'da sergilenmiş. Geçtiğimiz yıllarda bu durumu Kültür Bakanımız tarafından tesadüfen fark edilerek bize iadesi istenmiş. Ve ülkemize getirtilen Meçhul Asker'in kafa tası 18 Mart 2003 günü buraya defnedilmiş.

Bu da Mustafa Kemal farkı!  Yorumsuz...
Bu anlamlı ziyareti, rehberimizin söylediği ve aklıma kazınan bir sözle bitirdik: "Burası Türklerin hac yeridir" Gerçekten "Türküm" diyen herkesin bu kutsal toprakları ziyaret etmesi o ruhu iliklerine kadar hissetmesi gerekir. Ve yıllar önce burada yaşananları düşününce bugünkü kaos ortamını yaratanlardan daha çok nefret ediyor insan. Evet söylenecek çok şey var ama dedim ya hepsi boğazda düğümleniyor.

Hüzünlü, ama böyle bir atanın evlatları olduğumuz için gururlu bir şekilde eve dönüş yoluna geçtik ve dolu dolu geçen 2 günlük mini Kuzey Ege Turumuzu bitirmiş olduk böylece. Şunu söyleyebilirim ki çok keyifli ve çok anlamlı bir gezi oldu benim için. Fizyolojik olarak bir az yorucu olsa da psikolojik açıdan çok dinlendirici bir etkisi vardı. Bu etkiyle, kısacık zaman zarfında yapılan koşuşturmaların yorgunluğunu hiç hissetmedik.

Kısa ama dolu dolu geçen gezilerden daha çok yapmayı ve bunları burada paylaşmayı dileyerek, okunmayı bekleyen kitaplarıma yöneliyorum. Hazır, mevsim "kır dizini evinde otur" mevsimi, bize de okumak düşer. Ve tabi ki okuduklarımı burada paylaşmak...



26 Eylül 2014 Cuma

Kuzey Ege Turu (Bozcaada)

Acısıyla, tatlısıyla bir yazın daha sonuna geldiiik! Bu sene, tatil hakkımın bir bölümünü Londra'da geçirdiğim için, doyasıya güneş-kum-deniz tatili yapamadım. İşte yazın bu son demlerinde hem görmeyi çok istediğim Bozcaada ve Assos'u görmek hem de ayaklarımı suya değdirebilme şansına nail olmak için canım yol arkadaşım İlknur'la "küçük bir hafta sonu tatili yapalım" diyerek 2 günlük Bozcaada-Assos turuna katıldık.

Anlatmaya başlamadan önce belirtmek istediğim bir husus var. Gezi yazılarımla alakalı bana bildirmiş olduğunuz güzel ve olumlu görüşleriniz ve bu alana yoğunlaşmamı istediğinizi belirttiğiniz kamçılayıcı sözleriniz beni çok ama çok mutlu etse de, "Karalamacalarım" çok yönlü bir blogdur, bu böyle bilinsin isterim. Burada; bazen gezi, bazen kültür-sanat, kah magazin, kah siyaset, kimi zaman günlük tadında, kimi zaman eleştri havasında... kısacası ruhuma o anda iyi gelecek ne varsa onu göreceksiniz. Var olma sebebi de bu zaten; ona içimi dökeyim, hayatımdan izler taşısın ve beni mutlu etsin diye var bu blog, hepsi bu.

Yani dostum, burada patron benim ve canım ne isterse onu yazarım, o kadar!  Anlaştık mı? :) Hadi o zaman kemerlerini tak ve peşime takıl. Yazın son çırpınışlarında yaptığım ve bana ilaç gibi gelen yolculuğumu anlatmaya başlıyorum;

İlk olarak duraklarımızı söylüyorum:
* Bozcaada
* Assos
* Truva
* Çanakkale Şehitliği

Bu bölümde sadece Bozcaada var. Diğer durakları da tek bölümde birleştirip anlatmayı planlıyorum ama söz veremem, canım ne zaman ve nasıl isterse... :)))

Bozcaada

İlk durağımız, tüm günümüzü ayırdığımız Bozcaada oluyor. Bu küçücük adayı gezmek için 1 gün yeter diye düşünürken denizin karşısına geçip, hiçbir şey yapmadan tüm gün orada öylece oturabilirdim. Deniz o kadar güzeldi ki ne gezmek, ne yemek, ne de herhangi bir turistik aktivite... hepsi bir anda uçup gitti aklımdan.

Neyse efendim güneş-kum-deniz benim olsun, size onların dışında gördüklerimi ve pek donanımlı rehberimizden duyduklarımı aktarayım özetle. Sonra da adanın güzelliklerini yakalamaya çalıştığım fotoğrafları paylaşacağım.

Türkiye'nin üçüncü büyük adası olan Bozcada'ya ilk yerleşimin, Antik Çağ zamanında, Midilli'de yaşayan Aiolya halkının bir kısmı tarafından yapıldığı zannedilmekteymiş.

Antik Çağ'dan bu yana da Persler'in, Romalılar'ın, Bizanslılar'ın Venedikliler'in, Cenevizliler'in ellerine geçen Ada'nın bizim egemenliğimize girmesi ilk kez Fatih Sultan Mehmet zamanında olmuş ve bu zamandan sonra Ada, Piri Reis haritasında  "Tenedos" yerine "Bozcaada" olarak anılmaya başlamış. Tabi bu dönemden sonra tekrar Venedikliler tarafından defalarca kuşatılmış, Ruslar tarafından da yakılıp, yıkılmış hatta Çanakkale Savaşı sırasında Fransızlar ve İngilizler tarafından işgal edilip lojistik destek merkezi olarak da kullanılmış. Ama nihayetinde bugünkü siyasi kimliğini 24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşmasında kazanarak Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenliğine girmiş.

Anlayacağınız üzere, Ada'nın başına gelmedik kalmamış ve hatta geçenlerde 3. derece doğal sit alanı olduğu için el sürmenin yasak olduğu Bozcaada'nın "Kentsel Gelişim" adı altında imara açıldığına dair bir haber okudum. Manşet şöyleydi: "Bozcaada Betonada mı Oluyor?" Bu da demek oluyor ki adayı bu çağda da rahat bırakmıyorlar. Neyse, ben bu konuda yorum yapmak istemiyorum, bu yazının gezi yazısı olmasını istiyorum çünkü "Hayırlısı..." diyerek, fotoğraflara geçiyorum.

Daha önceleri "Tenedos" diye anılan Ada, Osmanlı zamanında uzaktan bakıldığında boz bir renge sahip olduğu için "Bozcaada" ismini almış. 


Bölgeye hakim olan rüzgarlardan ötürü uzun ağaçlar yetişemeyen Ada'nın bitki örtüsü bodur bitkilerden ibaret. Bu yüzden boz bir görüntüye sahip.
Ada'ya yaklaştığımızda  ilk dikkat çeken yapı "Bozcaada Kalesi" oluyor. Kalenin ilk ne zaman yapıldığı bilinmemekteymiş. Fenikeliler, Cenevizler ve Venediklilerden kalma kalıntılar üzerine yeniden inşa edilerek bugünkü şeklini Fatih zamanında almış. Ancak Ruslar tarafından yıkıldıktan sonra 2. Mahmut döneminde tekrar büyük bir onarımdan geçirilmiş.





Kahvaltıdan sonra rehberimiz bizi meşhur rüzgar türbinlerine götürüyor. Ada'da ciddi bir şekilde enerji üretimi gerçekleştiren 17 adet rüzgar türbini var ve her birine Ayşe, Fatma gibi bayan isimleri verilmiş.

İşin enerjik ve mühendislik boyutu bir tarafa; manzarası çok güzel olduğu için özellikle gün batımı saatlerinde akın akın gelen insanları düşünürsek, ülke ekonomisine turistik açıdan da çok faydalı oldukları söylenebilir bu bacılarımızın :) 

Rüzgar Türbinlerinin ardından 2 saatlik serbest zamanımızda "Ayazma Plajına" gidiyoruz. Yüzmek ya da çevreyi gezmek... İşte bütün mesle buydu! Tercihi bize bıraktı tur rehberimiz. Peki tahmin edin bakalım; araştırmacı blogger kimliğimle benim tercihim ne oldu? Tabi kiiiiiii; Bozcaada'nın kıyıda köşede kalmış güzelliklerini keşfetmek için sokak sokak gezmek yerine, kendimi bu eşsiz sulara fırlattım :) Şu denizin güzelliğine bakın da söyleyin yanlış mı yapmışım? Ayrıca, Bozcaada'nın plajları, denizi ve kumu hakkında yorum yapabilmek adına birilerinin kendini feda etmesi gerekiyordu. Sen etmezsen ben etmezsem nasıl olacaktı bu iş? :) Turdaki teyzeler domates reçeli tatmaya giderken biz de bu anlamlı görevi İlknur'la birlikte seve seve üstlendik :)  

  Cam gibi berrak ve serin suyun içinden hiç çıkmak istemedik. Gerçekten çok güzeldi...

Seyri de doyumsuz... (Dalmış gitmiş pozu veren ikuş da ayrı bir renk katmış tabi :) )

Serbest zamandan sonra rehberimizin güzel anlatımıyla Bozcaada Kalesi'ni gezdik hep beraber. Daha sonra da kahve içmek ve alışveriş yapmak için kısa bir serbest zaman daha verildi bize ki bu kısa zamanı veriliş amacına uygun kullandık biz de bu sefer. Çiçek Pastanesi'nde kahve içtik ve hediyelik eşyalar satan tezgahları dolaştık. Bir de hafızalardan silinmesin diye şu kareleri çektik; biliyorum profosyonel çekim değiller ama idare edin artık, burası da gezi blogu değil zaten tekrar hatırlatırım size :)


Bakın işte bu da "İşler kesat!" adlı çalışmam :)








Polente adanın meşhur eğlence mekanıymış

Mor Meyhane

Deniz Kestanesi

Mavi-Beyaz... 


İncik, boncuk... Her birinde aynı şeyler, ama yine de bakmaktan kendini alamama hallerinin sebebi rengarenk tezgahlar



Veee magnetler...

Ada'nın yerlisi tarafından yapılan ve adayla özdeşleşmiş domates, kabak, karpuz gibi ilginç reçeller çarşıda boy göstermekte. Benim tersime "domatesten de reçel mi olur yahu" demeyenler, kavanoz kavanoz aldılar bu reçellerden. Pişmanlar mı bilinmez. Ben pişman mıyım? Hayır değilim. Yaşasın "Anne vişne reçeli!" 


Çiçek Pastanesi...
Sabah kahvaltımızı tur şirketinin anlaşmalı olduğu, aslında balık restaurantı olan bir işletmede yaptık. Ancak ne servisinden, ne lezzettinden ne de temizliğinden memnun kaldık. "Neden kahvaltımızı burada yapmadık" diyerek asıl pişmanlığımızı ise akşam üzeri kahvemizi içmek için gittiğimiz "Çiçek Pastanesi"ni görünce yaşadık. Adının hakkını veren pastane gerçekten çiçek gibi bir mekandı. Kurabiyeleri çok güzel ve çok meşhur. Ada'ya gelen herkes elinde Çiçek pastanesi poşetleriyle geziyor :) Poşet demişken, adada naylon poşet yasak. Sadece kağıt poşet kullanılıyor. 


Çok keyifli bir gün geçirdik Bozcaada'da. Şehirden uzaklaşmak için haftasonu gelinebilecek güzel bir yer. Uzun serbest vaktimizi son damlasına kadar Ayazma Plajı'nda geçirdiğimizden, civarı çok gezemediğimiz için kalınabilecek yerler hakkında pek bilgim yok.Yalnız şu kadarını söyleyebilirim ki denizi tek kelimeyle muh-te-şem! Gerisi teferruat zaten.Yani bir tatilci ne ister ki? Muhteşem bir deniz, temiz pak bir oda, akşamları da balık ekmek. Miss! Zaten ada çok küçük olduğu için keşfetmek fazla zaman gerektirmiyor. 2 gün bilemedin 3 gün keyifli bir tatil yapılabilir Ada'da.

Veee uzaktan bakıldığında "boz" ama içindeyken "mavi-beyaz" renkli olan adaya "Hoşçakal!" diyerek yorgun ama keyifli bir şekilde Geyikli'ye giden feribota atladık ve ayrıldık bu güzel yerden.
 Ertesi günü tanışacağımız Kuzey Ege'nin diğer güzellikleri için enerji toplamamız gerekiyordu. Bu arada sırası gelmişken şunu söylemeliyim ki; eğer siz de buraları henüz görmediyseniz ve görmeyi istiyorsanız kesinlikle turla gidin. Hem çok eğlenceli hem de rehberlerin anlatımıyla kültürel açıdan daha faydalı bir gezi oluyor, benden söylemesi.

Rehberimiz ertesi gün için daha kültür ağırlıklı bir gezinin bizi beklediğini ve daha çok yorulacağımızı söyleyerek bizi uyardı. Bu yüzden Edremit'teki otelimize varır varmaz yemeğimizi yiyip odamıza çekildik. Gerçi ilerleyen saatlerde aşağıdan gelen "Angaranın bağları, büklüm büklüm yolları" sesiyle bir an için içimizde deli fırtınalar kopmadı değil ama tabi ki üşengeçliğimiz bu saçma savaştan galip çıktı. Ertesi gün turdaki teyzelerden "Niye gelmediniz? Biz çok eğlendik" soruları gözlerimizin şaşkınlıktan pörtlemesine sebep olsa da şahsım adına ben uyuduğum için asla pişman değilim. Her zaman söylediğim bir söz vardır, yeri gelmişken söyleyim: "Yaşasın uyumak!" :) Ayrıca bizi, yaşlarıyla ters orantılı olan enerjileriyle utandıran o teyzeleri de buradan tebrik etmek istiyorum. Böyle teyzeler etrafımızda hep olsun! Ve hayat tatil olsun!

İşte bu teyzelerle geçirmiş olduğum Assos, Truva ve Çanakkale Şehitliği maceramızı merak ediyorsanız beklemede kalın. Sevgiler...