Wikipedia

Arama sonuçları

deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Şubat 2021 Pazartesi

Güneşli Bir Hafta Sonu

Güneşli, pırıl pırıl, sevdiceğimle baş başa bir hafta sonu. Damla'm yok, bu sebeple evimiz de çok sessiz. Bir koltukta Gökhan, bir koltukta ben boş boş oturuyoruz. 

Kalkıp bir kahve yapıyorum, balkona çıkıp orada yudumluyoruz kahvemizi. Güneş yüzümüze yüzümüze vuruyor, ne muhteşem bir his. Çoğu insan kar yağmamasından şikayetçi olsa da yılın bu zamanları bu güneşle ısınmak bulunmaz bir nimet. Ben halimden memnunum doğrusu.

Sokağa çıkma yasağına rağmen tek tük geçen arabalar, ortamın sakinliğini fazla etkileyemiyor. Güneş yüzüme vurmaya devam ediyor, sıcacık... Gözlerimi kısıp, başımı ona doğru çeviriyorum ve kollarımın iç kısmını da güneşe çevirip en doğalından D vitaminine bırakıyorum kendimi.

Ve gözlerimi kapatıp hayal ediyorum; bir vapurdayız ve burnuma yosun kokusu geliyor. Kulağımda martı vıyaklaması. Ağzımda çıtır simit tadı, susam taneleri dişlerimin arasında adetâ. Bir yanımda kızım, bir yanımda sevdiceğim. Etrafta da bizim gibi kendi halinde bir sürü insancık. Hepsi kendi halinde. Herkes boğazın büyüsüne dalmış gündelik meselelerini düşünüyor olmalı. 

Hiç kimse, kimseden rahatsız değil. Kimsede maske yok, gam da yok, dert de. Olan sadece gündelik meseleler. Kadınlar akşama ne pişireceğini düşünüyor belki, erkekler de bu haftaki derbiyi. Gençler yaz tatilinde gitmek istedikleri yeri, kim bilir?

Hepsi bu. Basit, sade ama sıcacık.  

Telefonun sesiyle irkiliyorum birden. Damla, babanesinin telefonundan görüntülü arıyor. 

"Anne sen nerdesin?" 

"Evdeyim kuzum, evdeyim. Maalesef evdeyim" 




31 Aralık 2020 Perşembe

Hoşgeldin 2021

    Yeni bir yıl yaklaşırken düşünmeden, umut etmeden, hâyâl kurmadan edemiyor insan. Bu sene eskisinin başından beri sevilmediğini de göz önünde bulundurursak daha da sabırsızca bekleniyor yeni yıl. 

    Umarım tüm dünyanın beklediği mucize olur da her birimizin hayatları eski özgürlüğüne kavuşur. Sevdiklerimizle suçluluk hissetmeden kucaklaşıp, aylarca görüşemediğimiz dostlarımızla kavuşup birbirimizin yüzlerine özgürce kahkalar patlatıp (bunu şu an yazarken bile bi tuhaf oldum maskemi aradı gözlerim ama geçecek geçecek  inşallah:)),  sohbetler ettiğimiz, eski günlerdeki gibi hiçbir aksilik düşünmeden gamsızca sinema, tiyatro, konser planları, organizasyonları yapabileceğimiz, çocuklarımızı okula gönül rahatlığıyla gönderebileceğimiz sağlık dolu bir yıl olsun ikibinyirmibir. Yeni yılla ilgili tek temennim bu. Öyle olsun da  alnının orta yerine bir öpücük kondurayım hem de özgürce, koronayı hiç düşünmeden :)

    Maske, dezenfektan, eldiven, siperlik, çamaşır sulu yüzey spreyleri, c vitaminli-çinkolu gıda takviyeleri, dezenfektanlı ıslak mendiller, sürüntü testleri, HES, sosyal mesafe, sokağa çıkma kısıtlaması ve bunun gibi daha pek çok koronayı hatırlatan tüm kavramlar en az 2019'daki kadar uzak olsun tekrar. 2020'yi silelim hafızalardan hiç yaşamamış sayalım ve bir daha asla aynı şeyleri yaşamayalım, olmaz mı?

    Güzel günler gelsin, umutlu günler, sağlık dolu ve özgür günler... 


    


2 Nisan 2020 Perşembe

Ah Korona Ne Yaptın Sen Bize?

Geçen hafta seyrekleşen mesailer bu hafta tamamen kalktı. Evdeyim ben de, çoğu insan gibi. Bu evde olma hali zorunlu olduğu için normal zamanlarda hayalini kurduğum bir mutluluk vermedi bir çok şeye zaman ayırabiliyor, kitap okuyabiliyor, bloga girebiliyor olmama rağmen.

Tüm bunlara rağmen hissettiğim şey mutluluk değil evet. Mutsuzluk da değil hissettiğim aslında, olsa olsa şükürdür belki tam olarak hissettiğim. Her şeye rağmen bu dünyada var olabiliyor, kendimi ve ailemi dışarıdaki mikroplardan koruyabilme şansı bulabiliyor olduğum için belki.

Ve bu şükürle birlikte, eve kapanıp Damla'yla uyduruk oyunlar oynarken, kurduğu uzun cümlelerine şaşırırken, ona tuvalet eğitimi vermek için cebelleşirken neden işe gitmediğimi unutabiliyorum bazen.

Damla'm biricik kızım; onun içindeki bu mutluluk beni  de öylesine sarmalıyor ki dünyada olup bitenlerden bir tek onunlayken bihaber oluyorum ve gamsızca eğlenebiliyorum.

Bir de düşünmeye fırsat bulduğumda; özgürce gezebildiğimiz, alışveriş yapabildiğimiz, çocuğumuzu parka, sinemaya, tiyatroya götürebildiğimiz, sevdiklerimizi koşulsuzca sarmaladığımız zamanları şöyle bir kafamdan geçiriyorum da hayat gerçekten çok güzel değil miymiş? Ah korona ne yaptın sen bize?




26 Ekim 2019 Cumartesi

Canım Yazmak

Ne çok ihmal ettik birbirimizi... Oysa benim sana nasıl ihtiyacım var bir bilsen! Çok ama çok özledim seninle sohbet edip vakit geçirmeyi, içimi dökmeyi, anlatmayı, anlatmayı ve anlatmayı. Her şeyi, herkesi... Hayatımda olan ve olmayan her şeyi anlatmayı çok özledim. Eminim sen de çok özledin benim güzel sohbetimi. Canım benim... :)

Bu yüzden ilk fırsatta koştum geldim yanına. Bak şu sessizlik var ya şu sessizlik, herkes mışıl mışıl uyurken ikimizi buluşturan hani... işte, hep onun suçu aslında. Pek uğramıyor benim yanıma bu ara. Bu yüzden yazamıyorum artık eskisi gibi.

Yok, hayır, vakit kısıtlı. Bu sefer kendimi, Damla'yı ya da anneme olan özlemimi anlatmayacağım sana. Yeteri kadar ihmâl ettim seni zaten, böyle bir bencillik yapamam doğrusu. Sadece senden söz edeceğim, senin varlığından ve bana ne iyi geldiğinden...

Canım yazmak; evet, bana öyle iyi geliyorsun ki bir bilsen... Nasıl anlatmalı? Böyle, hani sanki içimde bir yabancı varmış da senin sayende ona ulaşmışım gibi ya da ölümsüzlük iksirini bulmuşum gibi... Hafiflemek, rahatlamak da cabası.

Sahi, insan neden yazar? Buradayım demek için ya da gizlenmek için mi?Anı biriktirmek için ya da bir kalemde kafasındakileri silmek için mi? Her şeyi içine attığı için ya da artık kendine susamadığı için mi? Ya da sadece Sait Faik'in dediği gibi delirmemek için mi yazar insanoğlu acaba? Neden, neden...?

Bi önemi var mı kuzum? Yani, neden yazdığımın diyorum, bir önemi var mı sence? Bence yok. Önemli olan sonuç. Sonuç...? Tabi ki mutluluk.



2 Mart 2019 Cumartesi

Bi Fotoğraf Çekinebilir Miyiz?

Damla doğduğundan beri zamanla kavgam bitmedi. Hiçbir şeye yetişememekten, kendime vakit ayıramamaktan yakınır oldum. Ama gel gör ki nefes almak için kısa bir an yakalamışken, Damla uyurken ya da ne bileyim kendime vakit ayırmam için başkaları tarafından bahşedilen nadir anlarda da kendimi Damla'nın fotoğraflarına, videolarına bakarken yakalayıveriyorum.

Az önce de öyle bir ana denk geldim, Uzun süredir hayalini kurduğum bir gecede tek başımaydım, kendimle başbaşa.... Gökhan fuarda, Damla en derin uykuda. Gece ve ben başbaşa... Hiçbir şey yapmadan böyle duvara bakıp zihnimi dinlendirebileceğim upuzuuuuuun bir geceydi tam da hayalini kurduğum.

Buna o kadar ihtiyacım olmasına rağmen Damla uyur uyumaz elimin hemen telefona gittiğini görünce birden bire irkildim ve "fotoğraflar, ne çok vaktimizden çalıyorlar"  diye düşünmeye başladım.

Oysa, eskiden bulduğum ilk fırsatta birkaç sayfa kitap okuyan, ya da bir şeyler karalamaya çalışan ben neden hemen telefona sarılıyordum artık bilemiyorum. Bu konuda hatırı sayılır bir suçluluk hissim var itiraf etmem gerekirse.

Hiçbir şey yapmadan boş boş oturmayı özledim diyen ben, neden ilk fırsatta hemen instagrama koşup herkesin o iç geçirilen ya da geçirildiği zannedilen fotolarını layk etmeye koşuyorum? Ya da telefonumdaki fotoların videoların arasında kayboluyorum? Hiçbir şey yapmadan boş boş oturmayı bu kadar özlemişken ve ya da bloga yeni bir sayfa açıp, orada karalamak ruhumu inanılmaz doyuracakken...

Bu fotoğraf merakı nereden geliyordu ayrıca? Ara Güler bile bir instagram fenomeni kadar fotoğraf çekmemiştir ömrü hayatında herhalde.

Neyse ya, "zaman" diyorum, hızlı akıyor... Damla uyanana kadar ben boş boş oturmaya devam edeyim. (söz veriyorum telefonu almayacağım elime) :)

27 Şubat 2019 Çarşamba

Maziye Bir Bakıver

Eski, çok eski günlere daldım bu sabah. "acaba okullar tatil edilir mi, boşuna mı gidiyorum?" sorusu eşliğinde kararsız adımlarla okula gidip sonra haklı çıkmış olmama yarı üzülüp yarı sevinerek eve geri döndüğüm karlı bir sabaha gittim.

Evimizin sıcaklığını düşündüm sonra, annemin açtığı kapının ardından yüzüme vuran. Ve kaynağını yine annemin o öpülesi ellerinden alan mis gibi pişen yemeklerin kokusunu duydum adeta...

Çooook eskiydi hepsi... Sahi ne ara eskidi bunlar, ne ara o kadar eskilerde kaldılar? Ben ki; hala çocuk gibi hissediyorken ne ara bu kadar büyüdüm ya da öksüz kaldım böyle?

Küçük bir kız çocuğuyken ne ara anne oldum ben? Damla ne ara girdi hayatıma da hayatımın anlamı oldu birden bire? Ve annem ne ara çekip gitti ona ağır gelen bu dünyadan?

Peki ya şu an hayatımda olan bu insanlar, ne ara girdiler benim hayatıma? Ne ara en yakınlarım en uzakta, en uzaktakiler de en yakınımda oluverdi?

Hayat.... ne garip! 

28 Şubat 2018 Çarşamba

Sosyal Medyada Olmak Ya Da Olmamak

Google Görsellerden Alınmıştır
Geçenlerde hiçbir sosyal hesabı olmayan kuzenim bana "sosyal hesapların sana ne faydası var? Ne kattı sana?" diye sordu. Ben de "örneğin Damla'yı sallarken çok güzel vakit geçiriyorum" dedim. Ama daha sonra bunun üzerine çok düşündüm; gerçekten ne gibi faydası vardı? Peki faydası değil de zararı var mıydı? Sosyal medya yüzünden daha mı az okuyorduk? Ya da birbirimizle daha mı az sohbet ediyorduk? Dostluklar daha mı yüzeyseldi?...

Bu sorular takıldı biraz aklıma. İşin içinden çıktığım pek söylenemez. Çünkü artık dünya sosyal medya üzerine dönüyorken içine sinmese de fransız kalmamak için bir şekilde dahil oluyorsun sen de. E bir de meraklı bir insanım sonuçta :)

Çalışıyorken ben de sosyal hesaplarıma fazla zaman ayıramıyordum ve ayıranların da çok fazla boş vakti olduğunu düşünüyordum. Ama şimdi evdeyim çok olmasa da Damla'dan ve ev işlerinden arta kalan zamanlarda bir kahve molası verdiğim boş zamanlarda instagramda vakit geçirmeyi seviyorum. Facebook hesabım da var ama ona pek bakmıyorum. İnstagram daha pratik ve daha apolitik.

İnsanların fotolarına ve hayatlarına bakmak bana eğlenceli geliyor. Damla'nın fotolarını da koyuyorum arada. Nasıl büyüdüğünü anbean kaydedeyim ve sık sık görüşemediğimiz akrabalarımız onu görsün diye...

Ben suyu çıkmadığı sürece instagramın bir zararının olmadığını düşünüyorum galiba. Tabi bu takip ettiğin hesaplarla da alakalı biraz. Örneğin, bazı hesaplar o kadar abartılı paylaşımlar yapıyor ki "eltisine hava atmak için kolundaki bilezikleri sallaya salaya gezen yeni gelin" havası estiriyorlar adeta :)

Evet böyle hesapları gezince de haliyle insan, bir özendirme, bir beğenilme arzusu, bir en güzel ben yaşıyorum, en çok ben geziyorum, en güzel ben giyiniyor, en çok ben takıp takıştırıyorum hahayttt! bu yüzden hadi beni laykla canımm! havası hissetmiyor değil... Hatta zannediyorum ki, bazı hesaplar kitapları bile okumak için değil de sadece fotoğraf çekip paylaşmak için alıyorlar. Zira, insanın kitap okurken artist artist foto çekilmesi, ben kitapları yayıla yayıla ve en berduş halimle okuduğum için, bana saçma ve samimiyetsiz geliyor :) Böyle olunca da insan böyle hesaplarla aynı platformda olmak istemiyor.

Öte yandan instagramın, yeni kitaplar hakkında bilgi sahibi olma, değişik yerler öğrenme, giyim-tarz konusunda fikir edinme, yeni lezzetler keşfetme gibi faydaları da oluyor. Örneğin hamileyken takibe aldığım hamilelikle ilgili her türlü sorulara cevap bulabildiğim hesapların çok faydasını görmüşümdür. Bebek bakımı konusunda da keza aynı şekilde faydalandığım hesaplar mevcut.

Gördüğünüz gibi ben işin içinden çıkamadım dostlar. Sanırım abartılmadığı ve samimiyetten kaçılmadığı sürece sosyal ağlarda var olmanın bir sakıncası yok.  Siz ne dersiniz?

17 Mart 2016 Perşembe

Sevgili Blogcuğum

Ah be blogcuğum ben şimdi sana ne yazsam? Hangi günlük, olağan şeylerden bahsetsem de buraya geldiğim için buna memnun olsak ikimiz de? Ya da artık herkese olağan gelmeye başlayan hangi olağanüstü olaylardan bahsetsem sana da seninle önce şöyle bir güzel ağlaşsak ve ardından da itaatkâr bir şekilde "kader işte, s... et!" diyip tüm olanları bir güzel kabullensek.

Bak bahar da geliyor (biliyorum biraz nazlanıyor ama gelecek merak etme) çiçekler açacak, kuşlar cıvıldayacak ve biz itaatkâr insancıklar gezip tozmalara ve bizlere bahşedildiği kadar (!) hayatlarımızı yaşamaya devam edeceğiz ancak içimizde biraz daha fazla korkuyla yapacağız artık bunları. Ama endişelenme sen, elbette alışacağız bu korkuyla yaşamaya da biz. Nelere nelere alışmadık ki zaten, değil mi?

Yazmaya aşık, yazmadan duramayan ben, ne yazacağımı bilemiyorum şu anda, görüyorsun zırvalayıp duruyorum işte. Aslında ben sadece sana selam vermek istemiştim, "iyiyim ben" demek istemiştim hepsi bu. İçini sıkmak istemedim. Ne olur çok soru sorma bana, kızma da ne zamandır uğramıyorum diye. Taslaklarda yolumu gözleyen bir sürü yazıcıklar var ama fırsat bulamıyorum bu ara pek, dünya gailesi işte.

Yine de merak etme, ben daha sık gelmeye çalışacağım ama ne olursa olsun sen hep burada dur ve uslu uslu beni bekle olur mu?





18 Ocak 2016 Pazartesi

18 Ocak 2016


Ne güzel bembeyaz şehir...  Hatıra defterine "bana kalbin kadar beyaz olan bu sayfayı ayırdığın için teşekkür ederim.." cümlesiyle başlamak kadar masum görünüyor bugün İstanbul.

Onun gibi. En az o sayfa kadar bembeyaz her yer...

Ne güzel, ne huzurlu... Herkes olduğu yerde kalsa keşke ve kimse dokunmasa bu beyazlığa. En huzurlu yerde en sevdiği kişiyle olsa herkes bugün. Sıcacık evlerinde, birlikte pencereden bembeyaz şehri seyretseler. Kimse ama hiç kimse dışarı çıkmasa ve herkes şehrin sesten, kirlilikten arınmış bu manzarasına hayran hayran baksa. Huzur içinde olsa herkes.

"Bembeyaz bir başlangıç olsun bugün. Kirli günler geride kalsın. Yalansız, tertemiz devam edelim yaşamaya. Göründüğümüz gibi bembeyaz olalım." gibi güzel cümleler geçirsek içimizden. Umut dolu olsak hiç olmadığımız kadar.

Haberlerde, şehrin kirli görüntüleri, ölenler, yolda kalan insanlar olmasa bu sefer, hatta haberler de olmasa bugün. Haberciler de işe gitmesin. Dedim ya kimse dışarı çıkmasın bugün. Kötü insanlar da iyi insanlar da. Hiçkimse. Dünya dursun bugün. Herkes dursun. Bir duralım hepimiz. Sadece pencerelerimizden bakalım dünyaya ve bembeyaz şehri seyredelim. Sadece bugün...

Bir de güzel şarkılar dinleyelim. Meselâ şu şarkı gibi.

(Foto, Google görsellerden alınmıştır.)

13 Ocak 2016 Çarşamba

Mutluluk

Mutluluk üzerine düşünmek, onu anlamaya çalışmak yaşamımız boyunca yapmaktan kendimizi alıkoyamadığımız bir davranış olmuştur herhalde. E çünkü hep mutlu olmak isteriz ve bunun formülünü de arar dururuz doğal olarak.

"Sahi nedir mutluluk?" ve "sahiden hep mutlu olmak mümkün mü?" İşte, hayatımız sadece bu iki sorunun cevabını ararken şekilleniyor belki de.

Bazen yapamadıklarımızda gizlidir mutluluk bazen de yaparken mutlu olmayı unuttuklarımızda ve aslında bizler her iki şekilde de ıskalamış oluyoruz onu. Sonra da böyle o ıskaladığımız duygunun formülünü arayıp duruyoruz.

Bence mutluluk içimizin herkesten bağımsız olarak her şeye ve herkese rağmen özgürlük ve huzurla dolu olmasıdır. Eğer böyle hissediyorsak gerçekten mutluyuz demektir. İnsan kendi mutluluğunu başkalarında aramamalı. Başkalarına bağlı olan hayatında insan asla mutlu olup olmadığını anlamıyor çünkü. İnsan mutluluğundan ancak ve ancak yalnızken emin olabiliyor. Başkalarıyla yaşanan mutluluklar gelip geçicidir. Varlığı başkalarının varlığına bağlıdır çünkü.

İnsanoğlunun sosyal bir varlık olduğunu düşünürsek kendimizi başkalarından soyutlamak da imkansız evet ama belki de bu noktada mutluluk, kendimiz için yaptıklarımızla başkaları için yaptıklarımızın huzurlu dengesidir diyebiliriz. Başkaları için ne kadar ödün verebileceğimizi belirlediğimiz zaman ve kendimiz için de ne kadar bencilleşebileceğimize karar verdiğimizde mutluluğu yakalamamız mümkün olabilir.

Ya da mümkün değildir. Bilemiyorum. Ve belki de bu düşüncelerin hepsi boştur. Boşu boşuna uğraşıp duruyoruzdur bu saçma formülü bulmak için. İpler sandığımız gibi bizim elimizde değildir. Bu konuda bazı hastalıklı şüphelerim de var çünkü.

E baksanıza; dünya var olduğundan beri bir tarafta ağlayanlar, bir tarafta gülenler hep oldular. Bir tarafta mutluluktan havaya zıplayanlar bir tarafta mutsuzluğun dibine vuranlar aynı anda yaşamaya devam ettiler. Bu bir denge midir acaba? diye düşünürüm zaman zaman. Aranan formül bu olabilir mi gerçekten? (biliyorum aklım çok karışık)

Yani, evrendeki toplam enerji nasıl sabitse mutluluk oranı da öyle sabittir ve bizler de bu dengenin birer piyonuyuzdur belki ne dersiniz? Ve bu dengeyi sağlamak için de birileri gülerken başka birileri de ağlamak zorundadır. Bu yüzden de ne zaman çok gülsek "ay çok güldük, çok ağlayacağız" diyoruzdur, kim bilir? Olamaz mı?

Safça, filmler hep mutlu sonla bitsin isteriz ya, oysa ki mutluluk bir son değildir. Sonu olmayan bir histir. Bu yüzden de hiç bitsin istenmez aslında. Ama nedense hep yarım kalır. Ve sonra ummadığın anda kaldığı yerden devam eder, tabi bu söz konusu dengeye göre başka birileri mutsuzluğun dibindeyken devam edersin o yarım bıraktığın mutluluğa... Sonra mutsuz olma sırası sana gelir, daha sonra bir başkasına... Böyle devam eder. Hayat işte, çok garip... (Sizin de aklınızı karıştırdım di mi?)

E, bu kadar formülden sonra söyleyin bakalım; "Mutluluk nedir?"



31 Aralık 2015 Perşembe

Hoşçakal 2015


Herkes 2016'ya odaklanmış durumda. Seni düşünen çok az. Kimi bir an önce senden kurtulmak için, kimi hayallerine hemen kavuşmak için garip bir telaş içinde senin bir üst modelini bekliyor.

Bu saçma telaşın arasında ben ise seninle vedalaşmak istedim. Ülkem için olmasa da benim için çok kötü olmayan, iyi bir seneydin neticede. Hakkını yiyemem canım benim. Birlikte bol bol gezdik, yeni insanlar tanıdık, hayatıma kattığın çok fazla tecrübe çok fazla değerler oldu. Tüm bunlar için sana teşekkür ederim.

İlkokul kompozisyonlarında eski yılın yaşlanmış bir dede, yeni yılın ise yeni doğmuş bir bebek gibi gösterildiği resimlerden mi kaynaklanıyor bilemiyorum ama nedense çocukluğumdan beri eski yılla aramda duygusal bir bağ oluyor benim böyle. Eski yılın o elden ayaktan düşmüş, perişan bir halde bastonuyla bize el sallarken temsil edildiği o yaratıcı(!) resimlere bakarken içime garip bir hüzün çöküyordu işte böyle.

Yo yo! Kendini böyle elden ayaktan düşmüş, bir kenara itilmiş muhtaç bir yaşlı gibi hissetme sakın. Bir sene önce elma yanaklı olan yeni doğmuş bir bebeğin, bir sene sonra böyle bastonlu ak sakallı dedeye dönüşmesi pek mantıklı değil zaten biliyorsun. Sadece biz insanlar biraz böyleyiz işte; biraz fazla hızlı tüketiyoruz her şeyi ve biraz fazla çabuk bıkıyoruz her şeyden. Sen üstüne alınma. Bak şimdi 2016'ya yeni doğmuş bebek muamelesi yapıp; "ay maaşallah kuzuma" şeklinde sevgi gösterileri yapılıyor ya, bak buraya yazıyorum: 1 sene sonra ona da aynısını yapacaklar. Seneye birlikte okuruz, görürsün.

Neyse canım, artık vedalaşma vakti geldi sanırım. Şimdi içeri gidip mandalina, portakal soyup, çerez çitleyip kanaldan kanala zaplayıp 2016'yı karşılamam gerek. E geliyor sonuçta karşılamamak olmaz.

Söz veriyorum seni unutmayacağım. Gider ayak bize son bir kıyak yapıp bembeyaz bir yılbaşı bıraktın ya, şu ahir ömrümüzde torunlarımıza anlatacağımız karlı bir yılbaşı gecemiz oldu nihayet. İşte sırf bu yüzden unutulmayacak bir yıl oldun bence sen.

Hoşçakal 2015

15 Aralık 2015 Salı

Kış Kâbusu


Hiç bana öyle "ama sahlep var, boza var, sıcak çikolata var, battaniye var" falan demeyin, kandıramazsınız beni. Hiçbir kuvvet benim kışa olan duygularımı değiştiremez.

Oldum olası bir husumet vardı kışla aramızda. Küçükken, sobalı olan evimizde başlamıştı sanırım bu husumet. Sobanın uzak olduğu odaya gitmek zorunda kaldığımda tavana çıkardı kışa olan nefretim. Okula gitmek için uyandığım karanlık sabahlarda sıcacık yatağımdan kalkıp buz gibi odanın içinde kol bastı hareketleriyle giyinmeye çalışırken de, okula gidip gelirken ellerimin, oramın buramın donduğunu hissettiğimde de az kulağını çınlatmazdım hani.

Çoğu insan bu olumsuzlukları hatırlamak yerine sobanın etrafında yapılan sıcak sohbetleri, kestaneleri, portakal kabuklarını falan hatırlar ama nasıl bir tramva geçirdiysem artık kışa dair ben de bu nefret anlarını hatırlıyorum hep.

Yaz ne kadar mavi ve yeşilse kış da bir o kadar siyah ve griydi. Yaz ne kadar aydınlık, ışıltılı ve sıcaksa kış da bir o kadar karanlık ve soğuktu (ki hâlâ öyledir) benim için 

Hâl böyleyken de bir anlam veremem "kış" için böyle güzellemeler yapanlara. Maalesef onlar gibi "kış" deyince sahlep, boza, battaniye, kitap, sıcak bir pencere önünden elinde fincanla şehri seyretmek gibi şeyler gelmiyor benim aklıma. Kış deyince, karanlık sabahları, koyu bir gökyüzünü, çamuru, soğuğu, can sıkıntısını, üşüyen, depresyona giren ya da burnunu çeken sümüklü insanları anımsıyorum daha çok.

Her şeyi bir kenara koyun, kışın kaç kere gözünüzü açtığınızda yüzünüze vuran güneşin mutluluğuyla uyanabiliyorsunuz? İşte ben en çok bu yüzden sevmiyorum kışı. Karanlık sabahlar karşılıyor beni. Oysa yaz öyle mi ya! Pırıl pırıl güneşle yanağımıza bir öpücük kondurur adeta sabahları. Kuşlar neşeli şarkılarla eşlik eder onun bu anaç uyandırışına üstelik. Böyle güzel uyanmak varken güne, kasvetli sabahlara uyandığım bir mevsimi nasıl severim ki ben?

Çalışmak zorunda olmadığım, boğaza bakan, sıcacık bir evde camın önünde sıcak çikolata içerken şehri seyredecek bir hayata sahip olmak bile kışa bakış açımı değiştiremez herhalde.

Çok sıkılıdım, anladığınız üzere. Yaz gelsin, maviye ve yeşile doyalım yine...









24 Kasım 2015 Salı

Bu da Böyle Bir Anımdır

Bazı meslekler, hata ve özür kabul etmiyor. Bir şarkıcının şarkıyı yanlış okuması ya da ne bileyim bir futbolcunun kendi kalesine gol atması kimsenin hayatını etkilemez, pardon deyip geçilebilir hatalardır bu mesleklerdeki hatalar. Ama yanlış teşhis koyarak hastasının ölümüne sebep olan bir doktorun "pardon" demesi saçma olur değil mi?

Bana göre öğretmenlik de böyle bir meslek. Tamam "bugün 24 kasım, neşe doluyor insan, örtmenin canım benim canım benim" falan filan ama böyle de bir gerçek var. Eğitim ve öğretime gönül vermiş olanlar, bu mesleği severek yapanlar baş tacı onları ayrı bir yere koyuyorum ama sadece salla başı al maaşı şeklinde mesleğini icra edenler de bana göre yanlış teşhis yapan doktorla eşdeğerdir. Çünkü hayatlar bir nevi bu iki mesleğin avuçlarının arasında şekilleniyor.

Ben ilkokula gitme zamanım geldiğinde, okula başlayacağım için çok hevesliydim. Okumayı da yazmayı da okula başlamadan önce evde kendi kendime öğrenmiştim. "Oooo okumayı, yazmayı biliyorum zaten, kim bilir daha neler öğreneceğim?" diyerek bir hevesle gitmiştim ilk gün okula.

Kırtasiyeden mis gibi kokan yeni yeni defterler, kalemler, silgiler almıştık. Bir an önce bu güzel kokan varlıkları kullanmak, sayfalarca yazmak, yazmak istiyordum. Ama kendimi de frenlemek zorundaydım nedense. Diğer arkadaşlarıma ayıp olmasın, aralarından sivrilmeye çalışan şımarık bir çocuk gibi görünmemek için belli etmiyordum okuma yazma bildiğimi.

Zaten okuma yazma bildiğimi belli edebileceğim bir ortam da oluşmamıştı ilk günlerde. Çizgi çizip duruyorduk ilk zamanlar. Enine, boyuna, çapraz... "Ama ne zaman sayfalar dolusu böyle yazılar yazacağım ben ya!" diye kendi kendimi yiyordum. Benden yaşça büyük çocukların yazılarla dolu defterlerini gördükçe özeniyor, özendikçe kendi kendimi yiyordum. Annem de "dur evladım, acele etme, öğretmen de müfredatın dışına çıkamaz ki" diye beni dizginlemeye çalışıyordu. "MüRfedat ne demek anne?" diye sormuştum anneme, annem de çok güzel açıklayamamıştı ne demek olduğunu ama ben gıcık bir şey olduğunu anlamıştım.

Yine de her gün, yeni bir umutla okula gitmeye devam ediyordum. Çizgiler bitti, artık biz de yazı yazmaya geçeriz herhalde demiştim daire çizmeye başladığımız günün sabahında. Daha sonra üçgen, A, B, C derken o senenin yarısını o "müRfedat" diye bildiğim müfredat yüzünden böyle sıkıcı geçirmiştim.

Sonra bir gün -ne olduysa?- öğretmen beni yanına çağırmıştı ve işaret parmağıyla önündeki satırları göstererek; "oku şurayı" demişti. Ne yazdığını şimdi hatırlamıyorum ama okumuştum o satırları. Sonra başka sayfa çevirmişti; "şurada ne yazıyor" diye sormuştu, onu da okumuştum. "E sen okuyorsun yahu" diyerek şaşırmıştı. (Çok şükür farkına varabilmişti) "evet örtmenim" diyerek gururlu bir şekilde onaylamıştım onu. "Yarın anneni çağır" demişti. "Peki, örtmenim" diyerek arkadaşlarımın meraklı bakışları altında yerime geçmiştim.

Bir heves güle oynaya eve gidince "Anne, anne örrrttmen, seni çağırıyor" demiştim anneme. "Aaaa, niye kız?" diye şaşkınlıkla sormuştu annem. "Okuyabildiğimi görünce, şaşırdı. Herhalde seni tebrik edecek, madalya falan takacak" demiştim ben de.

Neyse, annem de böbürlene böbürlene bizim öğretmenin yanına gitmişti ertesi gün. Öğretmen, anneme "Oya ile Tekir" adlı hikaye kitabı serisinin pazarlamasını yapmış (müfredatta olmamasına rağmen) bir de 1 kilo kuru pasta istemiş (bunun da müfredatla bir ilgisi yoktu pek tabii). O zamanlar maddi durumumuz çok iyi değildi ama annem hem bana o seriyi almıştı hem de 1 kilo kuru pasta alıp okulda dağıtmamı söylemişti. Ben ise çocuk aklımla, aylarca beklediğim günün gelmesine hayal ettiğim gibi sevinemeden, başarımın çok da farkında olamadan anneme külfet olmuşum gibi garip bir suçluluk hissetmiştim.

Daha sonra öğretmen beni emir eri yapmıştı adeta, nerede ıvır zıvır angarya işler var bana yaptırıyordu. Çorabı kaçıyordu meselâ, bana para verip çorap almaya yolluyordu. Oğlu da abimin sınıfındaydı. Yine para veriyordu okulun karşısındaki büfeden tost yaptırtıyordu, tostu alıp beslenme saatinde onu oğluna götürmemi istiyordu. Okulun hademesi gibiydim. Hay o cümleleri okuduğum güne lanet olsundu. Okuldaki herkes beni tanıyordu. Bir yandan bu saçma popülerlik hoşuma da gidiyordu. Bazen sınıfta olduğum zamanlar (!) okumayı henüz sökememiş olan arkadaşlarımı çalıştırmamı istiyordu. Tabi sırtı ya da başı ağrımıyorsa. Çünkü öyle zamanlarda ona masaj yapıyordum. E ne yapalım? MüRfedat böyleydi demek ki!

İşte, ilkokulda ilk 3 senem böyle geçmişti. Sonra oturduğumuz semtten taşınacağımız için okulumu değiştirmek zorunda kalmıştık. Yine de çok üzülmüştüm. Çünkü öğretmenimi (e başka öğretmen görmemiştim) ve arkadaşlarımı çok seviyordum. Ama sanırım öğretmenim benden daha çok üzülmüştü bu duruma. Anneme "aaa, ben sağ kolumu kaybetmişim gibi hissediyorum şu anda" demiş. Bir daha da görüşmedik.

Sonraki ilkokul öğretmenim de ders verme takıntısı olan bir öğretmendi. Onunla olan maceralarımı da başka zaman anlatırım.

İlkokul hayatımı düşününce, kendimi yanlış teşhis konulmasına rağmen şans eseri hayatta kalan bir insan gibi hissediyorum. Ama neyse ki daha sonraki yıllarda beni masadan çekip kurtaran öğretmenlerim de oldu.

Doktorlarla öğretmenler arasında yaptığım bu benzetme belki çok abartılı gelebilir ama ikisi de geleceğe dair umut vermeyi başaran yegâne mesleklerdir.

Umutlarımızı her daim yeşil tutmayı başarabilen tüm öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun. İyi ki varsınız!



  

8 Kasım 2015 Pazar

Atam'a (3)


Bu sene de ezberlenmiş 1 dakikalık saygı duruşuyla anılacaksın. Ve ardından herkes bu saygı duruşunu yapmış olmanın haklı gururuyla, yarım bırakılan gündelik işlerine geri dönecek.

Oysa sen, seni böyle yüzeysel anmamızı, tabulaştırıp, ilahlaştırmamızı değil de gerçekten anlamamızı isterdin. Bu yüzden "Beni görmek behemehal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir" vecizini söylememiş miydin, hasta olduğun söylentileri yayıldığında yüzünü görmek isteyenlere?

Peki ya "benim naciz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, lakin Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır" cümlesini kim için, ne için kurdun paşam?

"Ah keşke" diyorum bazen; bi 10 senecik daha yaşasaydın da canınla, kanınla uğruna savaştığın demokrasi ve cumhuriyetin ne demek olduğunu gerçekten kavrayabilmemizi sağlasaydın. O güne kadar dahice sarfettiğin o cümleler yeterli gelmemiş bize demek ki...

Senin 100 yıl önce anladığını, hatta anlamakla kalmayıp Türk insanına layık bulduğun yönetim şeklini üzgünüm ki biz bu devirde bile anlayamıyoruz. Özgürlük de cumhuriyet de bize göre değil sanırım. Senin adını kullanıp kahraman olmaya çalışanların bile cumhuriyetin ve demokrasinin gerçekten ne demek olduğunu bildiğini düşünmüyorum.

Bizi fazla gözünde büyütmüşsün ve fazla güvenmişsin bize. Hani; -çok afedersiniz paşam-alışmadık kıçta don durmazmış ya, bizimki de o hesap. Biliyorum biraz kaba oldu bu örnek ama maalesef durumumuzu anlatacak başka atasözü, deyim, benzetme bulamadım ben. Durumumuzu en iyi bu benzetme anlatıyor, affedin.

Aslında bir de Aziz Nesin'in "bir yokmuş, iki yokmuş, üç yokmuş..." şeklinde başlayan bir masalı vardı; çocukken okumuştum. O zamanlar çok iyi anlamamıştım ama bu aralar hep onu düşünüyorum. Şu anki durumumuza, donsuz kıçtan bile daha cuk diye oturan bir masaldı o ama anlatamam şimdi, çok uzun.

Yani paşam; biz kim, cumhuriyet ya da demokrasi kim? Sana da zahmetler verdik ama biz çobansız yapamıyoruz. Bizim atalarımız da böyleydi hatırlasana; sen de onları çekip çevirmeye çalışmadın mı yıllarca? Sen, her ne kadar muhtaç olduğumuz kudret için damarlarımızı işaret etsen de; ıııh ıııh! Yok paşam. Bizim damarlar kurudu ya da tıkandı, bilemiyorum ne oldu o damarlara? Ama bir bozukluk var, işte.

Biz özgür olamıyoruz, maalesef. Başımızı bekleyecek bir çoban ya da bizi içinde bulunduğumuz saçma düzenden kurtaracak ulu bir kahraman bekliyoruz hep. O da olmadı senin mezardan kalkıp gelmeni bekliyoruz. Aklımıza damar falan gelmiyor bizim. Kurtuluşu hep başkalarından bekliyoruz. Başkaları üretsin biz tüketelim istiyoruz. Başkaları düşünsün, biz uygulayalım; başkaları başarılı olsun biz kendimize pay çıkarıp övünelim istiyoruz...

Olmuyor paşam, üzgünüm... Hayâlini kurduğun cumhuriyet bu değildi sanırım. Ben kendi adıma senden özür dilerim.

Ve affına sığınarak;

saygıyla ve minnetle seni anmaktan başka çare gelmiyor benim de elimden...






20 Ekim 2015 Salı

Yazmasak Delirir Miyiz Acaba?



Eski Türkler'de "yazmak" eylemi için, kökü çincede "biti" yani fırça anlamında olan "bitimek" kelimesi kullanılırmış.

Örneğin; ilk yazılı anıtlarımız olan Göktürk Kitabeleri'nde "Bunça bitig bitigme atısı Kül Tigin atısı Yollug Tigin bitidim" (Bunca yazıyı yazan Kül Tigin'in yeğeni Yollug Tigin, yazdım) notunda bunu görebiliyoruz. Ayrıca "bitimek" kelimesini hâlâ kullanan Türk boyları da günümüzde mevcutmuş.

Yine o dönemlerde "yazmak" kelimesi ise günah işlemek, yanılmak, hata yapmak anlamını taşıyan bir fiil olarak kullanıyormuş sadece.

Bu fiilin günümüzdeki anlamına kavuşması ise Türk boylarının islamiyeti kabulünden sonra olmuş. Meleklerin günahları kaydetmesine "yazı yazmak" denilmiş ve zamanla yaygınlaşarak da her türlü kaydetme işleminde "yazmak" fiili kullanılır olmuş.

Ne garip değil mi? Bu yüzden mi yazarak hafifliyor insan?

Ve gerçekten Sait Faik'in dediği gibi yazmasak delirir miyiz acaba?

"Söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım"






6 Ekim 2015 Salı

"Herkez" değil "Herkes"

Sosyal ağlarda dünyaya önemli mesajlar verenler; size, hayati önem taşıyan bu görevlerinizi icra ederken çok sık kullandığınız "herkez"in artık gerçek yüzünü göstermek istiyorum. Artık yeter, birinin çıkıp "herkez çıplak" demesi lazım.

Sosyal hesaplarınızdan, tüm dünyaya hitap etmek için kullandığınız "herkez" var ya hani; işte bakın o yanlış, öyle bir sözcük bizim sözlüğümüzde yok.Vallahi bak, inanın bana. Ben belki anlarsınız, belki karşılaştırma yaparsınız diye bayramlarda "herkesin bayramı kutlu olsun" diye yazıyorum bazen, ama siz anlamıyorsunuz bir türlü. Böyle direkt söylemek gerekiyor demek ki.

Aslında eminim ilkokul öğretmeniniz, lisedeki edebiyat öğretmeniniz hatta üniversitedeki türk dili hocanız da (aranızda üniversite mezunu olup da bu hatayı yapanlar da var çünkü) bunu söylemiştir size. Ama biliyorum "herkez miydi, herkes miydi ya!" diyerek hep karıştırıyorsunuz işte ("Yalnız mıydı, yanlız mıydı?" ikilemi var bir de ama o konuya girmiyorum şimdi, hepsi birbirine karışmasın sonra, çünkü belli ki hafızalarda problem var)

Üzülüyorum; İngilizce bile konuşabilen insanların kendi diline hakim olamamasına gerçekten çok üzülüyorum. Belki bu yazıyı okuyunca beni ukala olarak görebilirsiniz ama gerçekten doğrusunu öğrenin istiyorum (Gerçi bu hatayı yapanlar bu yazıyı okumaya bile üşeneceklerdir eminim ama ben yine de sosyal ağlarda paylaşacağım, hiç değilse belki başlık dikkatlerini çeker).

Günümüzde her şey elimizin altında, bir sözcüğün nasıl doğru yazılacağını öğrenmek bir tuş kadar yakın artık bize. Bu dejenerasyonun tek nedeni ancak üşengeçlik olabilir.Yapmayın canım kardeşim, gözünüzü seveyim ne olursunuz yapmayın! Açın bakın (TDK)'ya, biraz araştırın, kendi dilinize yabancı olmayın.

Tamam, sesli söylerken "herkez" denilebilir belki; yani çene yapısıdır, ağızdır, kaplamadır, damaktır, illa ki bir neden bulunur kabullenmek için ama yazarken yapılan bu hatayı kabul edemiyorum ben; saç diplerim çekiliyor.

""de" yi ne zaman ayırması gerektiğini karıştıranları da anlayabilirim bak; yani onu doğru kullanabilmenin ufak da olsa bir matematiği var sonuçta ama "herkes" sözcüğünü doğru kullanmanın hiçbir matematiği yok. Adınız gibi, soyadınız gibi, her gün kullandığınız pek çok sözcük gibi ezberleyeceksiniz hepsi bu...

Bazen, yorumlarda bazı arkadaşlarımla konuşma diliyle yazıştığım olabiliyor; bu samimiyetten, şakalaşmadan yaptığımız bir durum ama bile isteye yaptığımız o yazışma acaba o hatalı sözcükleri normalleştirebilir mi diye de kaygı duyuyorum şimdi düşündükçe.

Belki de bu "herkez" gudubetinin dilimize yapışma sebebi; "götürürler merkeze, öptürürler herkeze" duvar yazısıdır, olamaz mı? Kafiye uydurmak için, bile isteye yapılan bu dejenerasyon günümüzde sosyal ağlarda "doğum günümü kutlayan herkeze sonsuz teşekkürler" şeklinde karşımıza çıkıyor olabilir mi gerçekten?

Sebebi ne olursa olsun, böylesine yaygın bir yanlış kullanım varsa; bu dilimize ne kadar yabancı olduğumuzu, ne kadar az kitap okuduğumuzu gösterir. Sen sosyal hesaplarında istediğin kadar entellektüel görünmeye çalış ama "herkezin bayramı kutlu olsun" dediğinde masken yere düşer ve bu gerçeği gizleyemezsin.




22 Eylül 2015 Salı

İnternet Serüveni


Geçen gün, iş yerimizin sokağında yapılan asfaltlama çalışması sebebiyle telefon hatlarında bir arıza oldu ve tüm gün boyunca telefonlar çalışmadı. Telefonların çalışmaması hayatımızı pek değiştirmedi aslında, çünkü çok şükür herkesin cebinde en akıllısından ve mobilinden en az birer tane mevcuttu.

Telefon hatları kesilince, asıl elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı bilemememize neden olan olay; internetin de gitmesiydi. Herkes tüm gün boyunca elindeki o çok akıllı cihazların 3G'sinden faydalanma uğruna boyun fıtığı olma riskiyle karşı karşıya kaldı. Bir de bize çay getiren ablanın bizi her boynu bükük gördüğünde "noldu? internetiniz gelmedi mi hala" diye kikirdemesine sebep oldu. :)

Hal böyleyken; internet ne ara yerleşti bizim hayatımızın en baş köşesine? sorusunu sordum kendime o gün. Yo yo, "Nerde o eski ramazanlar" tadında olmayacak anlatacaklarım ama biraz nostalji yapmadan da alamıyorum kendimi.

Evet, ben internetin bu kadar yaygın olmadığı ve hatta internetsiz bilgisayarların olduğu dönemlerde çalıştığımı hatırlıyorum. (Maalesef bunu hatırlayabilen azınlıkta yer alıyorum ama neyse ki bilgisayarın olmadığı dönemlerde çalışmadım :) )

İlk başlarda çok masum, ürkek ve aslında zorlu bir ilişki yaşadık internetle. Bir kere ona bağlanabilmek ayrı seremoniydi. Öyle ADSL, WIFI falan yoktu. Çevirmeli ağ bağlantısı yapılırdı. O bağlanırken telefon hattından gelen sesler hala kulağımdadır. (nasıl heyecanlandıran bir sesti o yarabbi!) Telefon hattını da meşgul ediyorduk bi taraftan. İnternetteyken telefonla konuşabilme gibi bir lüksünüz yoktu anlayacağınız, ikinci bir telefonunuz yoksa tabi. Eğer birinin ev telefonu sürekli meşgul çıkıyorsa anlıyorduk ki aradığımız kişi internette sörf yapıyordu. ( Böyle de torunlarını dizlerine oturtmuş cumhuriyetin nasıl kurulduğunu anlatan nineler gibi hissettim kendimi :) )

Aslında iş ortamında internetin e-posta gönderebilmek dışında ne işe yaradığını bile tam olarak bilmiyorduk. Bilmediğimiz sularda sörf yapmaya çalışıyorduk işte :) Yine de umudumuz çok fazlaydı internete dair, çünkü bu meretin nasıl bişey olduğunu bilmesek bile gücünü hissedebiliyorduk.

Bir taraftan bakıldığında bugünkü gibi internetle çok haşır neşir olacak vaktimiz de olmuyordu hani. Örneğin, her gün değişik kuyruklarda, değişik görevlerimiz olurdu bizim. Tabi! Kuyruk bizim hayatımızın bir parçasıydı o yıllarda. Yani, bugün internette geçirdiğimiz vakti o zamanlar kuyruklarda geçiriyorduk biz. Bankalarda, sigortada, vergi dairelerinde, belediyelerde, odalarda... Ama bugün numara alarak oflayarak beklediğimiz 5-10 kişilik kuyruklardan bahsetmiyorum. Uzunluğu sokaklar boyu devam eden, önünde ve arkanda bulunan insanlarla öğlen tatilinde yemeğe gittiğin ve o insanlarla bildiğin kanki olarak ayrıldığın kuyruktu onlar.

İşte o kuyruklarda hissediyorduk ki; bizi bu dertten kurtarsa kurtarsa sadece internet kurtarabilirdi. "Zamanla kurtulacağız bu kuyruktan, oturduğumuz yerden bir tuşla beyanname verebilecekmişiz" gibi şeyler bir şehir efsanesi gibi o kuyruklarda anlatılırdı.O zamanlar internet sadece bilgisayarlar arasında iletişim kurmak, en fazla birbirine mail atmak için kullanılsa da umutla dinlerdik o efsaneleri.

İnternet zamanla yaygınlaşmaya başladığında da umut etmekte ne kadar haklı olduğumuzu gördük ve yavaş yavaş oh çekmeye başladık.

Hislerimizde yanılmıyorduk evet, kahraman kurtarıcımız ilk önce internet bankacılığı, sonra internet vergi dairesi, sigorta, belediye.. derken bugünkü rahatımıza kavuşturdu bizi çok şükür. Ve hatta bugün alışverişlerimizi bile oturduğumuz yerden yapabilmemizi sağladı. Tüm bu iş yükünü hafifletici özelliği yanında istediğimiz bilgiye de anında ulaşabilme rahatlığına kavuşturdu bizi.

Şimdi geriye dönüp bakıyorum da herşey ne kadar hızlı gelişti ve biz ne kadar hızlı bir şekilde hayatımıza yedirdik bu değişimi. Tüm dünyayı saran o ağ bugün o kadar büyüdü ki bizler içinde kaybolduk artık.

Daha başka neler yapılır ki? Ben artık hayal etmiyorum. Umut da etmiyorum aslında internetin yapabilecekleri için. Çünkü insanlara en değerli şeylerini; zamanlarını geri verdi. Daha ne olsun? Gerçi insanlar geri kazandıkları o zamanı günümüzde fazlasıyla internete iade ediyorlar yine ama bu insanların keyfi tercihidir :)
Sanırım, gelinen bu noktadan sonra hissedilecek duygu umut değil de korku olur herhalde :)


Not: Tüm görseller internetten alınmıştır :)












21 Ağustos 2015 Cuma

Çocukluk Kahramanlarımız Ansiklopediler


Öğrencilik yıllarımda bilgiye ulaşmak günümüzdeki kadar kolay değildi. Herhangi bir konuda bilgi sahibi olmak için ya da çocukça meraklarımızın giderilmesi için bize sunulan en pratik metot ansiklopedi karıştırmaktı.

Orta halli ebeveynlerimizin "aman evlatlarımız cahil kalmasın, ödevlerine yardımcı olsun hem de bize abuk subuk sorular sormasın açıp ordan baksınlar" diyerek haftalarca kupon biriktirip sahip oldukları, bu o zamanların en kutsal bilgi kaynaklarını, varsa kütüphanelerinin yoksa vitrinlerinin en baş köşesine, alfabetik olarak dizerlerdi. Bizler de her bir cildin hangi heceleri barındırdığını ezberlerdik, bunu oyun olsun diye mi yoksa aradığımız şeyi kolay bulalım diye mi yapardık bilmiyorum.

Hatırlıyorum da bizde Hürriyet'in verdiği "Ana Britannica"'lar vardı. Kupon biriktirmekten bıkmış olmalıyız ya da gazeteye zam gelmiş olmalı ki "Nik" hecesiyle biten ciltten sonrasını alamamıştık. Hayatımı o dönemler "Nikten önce" ve "Nikten sonra" diye 2'ye ayırıyordum. Yani, bir bilgi aramam gerektiğinde, arayacağım şeyi "Nik"e göre düşünüyordum "Nik" ten önceyse "Yes be! Bizim Britannica'dan bakarım" diyerek seviniyordum. "Nik"ten sonraysa da istikrarlı kupon biriktiricisi olan komşuların, arkadaşların Britannicalarına ya da Meydan Larouselarına bakıyordum.

Sonradan "Sabah" gazetesinin verdiği "Grolier"in "Mek" hecesiyle başlayan cildinden itibaren olanları almıştık da rahatlamıştım. Hey gidi hey! O zamanlar böyle gugıllamalar, yandexlemeler, wikilemeler nerdeee?

Biraz uğraş verirdik bilgiye ulaşmak için ama edindiğimiz bilgiden de adımız kadar emin olurduk. Bizim nazarımızda, ansiklopedide ne yazıyorsa doğruydu. Aksi düşünülemezdi. Sorgulamazdık hiç gerçekten doğru mu diye. Diğer ansiklopedilerde de aynı şey yazıyor mu ya da bu bilgiyi kim, nerden elde etmiş, hiç düşünmezdik bile. Kayıtsız teslim ederdik beynimizi alfabetik sıralanan o bilgilere. Öyle ki Sovyetler Birliği'nin, Yugoslavya'nın dağılmalarını bile zor kabullendik biz :)

Günümüzde bilgi alabileceğimiz o kadar çok seçenek var ki üstelik anında güncellenen bilgiler hepsi ve ayrıca o bilgilere ulaşmak bir tık kadar basit. Ama o zamanlar ansiklopediden elde ettiğimiz bilgiye güvendiğimiz kadar bu bir tıkla edindiğimiz güncel bilgilere gönül rahatlığıyla güvenemiyoruz bir türlü. Zamane bilgilerine şüpheyle yaklaşıyoruz nedense? Büyüdük ondan mı acaba?

Ansiklopedi sözcüğü yunanca "öğrenme çemberi" anlamına gelen "enkiklopedia" dan gelirmiş. Gerçekten de çemberin içine bir daldık mı çıkana kadar ne aradığımızı unutur gereksiz bir sürü kelime, hayatımızda asla ihtiyaç duymayacağımız bilgilerle doldururduk beynimizi ve zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık. İnternette sörf yapmak gibi...  E biz de ansiklopedilerde yapardık sörfümüzü işte.

Çocukluğumuzun kahramanları olan bu kara kaplıları hayatımızdan çıkarmak biraz zor oldu. İnternetin yeni yeni çıktığı dönemlerde kıyamadık, internete şüpheyle bakıyorduk çünkü, e internetin güvenilir olma gibi bir iddiası da yoktu zaten. Bu yüzden uzun bir dönem sadece, bahtsız ev kızlarının sinirle toz aldıkları ömür törpüsü süs eşyası olarak sürdürdüler ömürlerini.

Zamanla "ya şunları gardrobun üstüne mi kaldırsak, bazaya mı?" şeklinde itilip kakıldılar. Çünkü zaman geçiyor, dünya değişiyor ve bu değişimle birlikte içindeki bilgiler de güncelliğini yitiriyordu. İnternetin yaygınlaşmasıyla bunu daha da iyi anlıyorduk.

Ancak işte bazıları da; gizlenecek, saklanacak bir şeyler varsa -resim olur, para olur- onları, sevdiceğimizin isminin ilk hecesinin bulunduğu cildin arasına saklamak suretiyle şifreli kasa görevini üstlenerek biraz daha direnebildiler.

Ama sadece kısa bir süre daha...Sonra onlarla da vedalaştık. Çünkü bilgi de, o saklanacak resimler de paralar da herşey şu an baktığınız ekranın içinde size bir tık kadar yakın.



27 Temmuz 2015 Pazartesi

Hayali Memleketim

Yoo delirmedim, evet son günlerde biraz hayalperestim farkındayım ama gerçekler mutlu etmiyor, hayaller daha güzel.

Dün bir yazı paylaştım, "Hayali Seyahatlerim" diye. Sonra televizyona ilişti gözüm ve suçluluk hissettim, "ülkenin haline bak, senin yazdıklarına, paylaştığına bak!" dedim kızdım kendime.

Kızsam da, utansam da yapacak bir şey yoktu aslında. Twit atmaktan başka bizim yapabileceğimiz hiç bir şey yok! Hepimiz etkisiz elemanız bu dünyada. İplerimiz başkalarının elinde çünkü.

"Hayali Seyahat gibi bir de  "Hayali Memleket" hayal edebiliriz belki" diye düşündüm bi ara. Madem gerçeğinde bir etkimiz yoktu, mutlu edemiyordu bizi, hayalimizde yaşatabilirdik bizi mutlu edecek memleketi belki.

Hayal gücünü fazla zorlamaya da gerek yok üstelik, gerçeğinin her bir köşesinde ayrı bir cennet barınıyor, hayal edilemeyecek kadar çok güzel çünkü bizim memleketimiz. Onu çirkinleştiren biziz. Sadece insanına, hayvanına, yeşiline, mavisine dokunulmayan bir memleket olsa yeterdi halbuki bu cenneti yaşatmaya.  Kardeşçe yaşasa herkes, çok mu zor olur ki?

Sevgi dolu olsa herkes, Nazım'da diyordu ya hani "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, Ve bir orman gibi kardeşcesine" işte bu gerçekleşse memlekette... Gerçeğinde umudum yok benim. Umut, hayalinde diyorum, Hayali Memlekette...

Sonra memleketimden insan manzaralarına bakayım diyerek sosyal hesapları yokladım, Kendim gibi üzüldüm hepsine. Kimi tatil fotolarını koymuş, kimi yaptığı yemeği, kimi atarlı giderli sözler paylaşmış (belli ki kızmış birilerine), kimi yarın pazartesi diye çok mutsuz, kimi havaların sıcak olmasından şikayet etmiş, kimi masum çocuklar ölüyor diye yazarlığı bırakmış boksa başlamış, kimi de yazarlığı bırakıp boksa başlayana atarlanmış, kimi de...

Hayat ne garip! Garip ama devam ediyor ve çok üzülüyorum bu halimize...


Neyse ki böyle şairlerimiz ve yazarlarımız var!

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Bebek Adımlarıyla Yürümek



Bir bebek yürümeyi öğrenirken ortalama 200 kere düşermiş. Bu, herkes gibi benim de yaşamış olduğum ve sonradan hatırlamadığım bilgiyi öğrenince hayatım bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden.

Hayatımda, başarısızlığa tahammül edemeden vazgeçtiklerimi ve sabredemeden "aman canım olmasa da olur" dediklerimi düşündüm. Yürümek dışında, başarmak istediğim hiçbir şey için 200 kere başarısız olmaya katlanmadım ben ve eminim ki benim gibi tüm yetişkinlerde de durum aynıdır. Zaten yürümeye çalışan bebeklerdeki azim yetişkinlerde de olsa, yeryüzünde başarısızlık diye bir kavram olmazdı herhalde.

Şu an biri bana "100 kere poponun üstüne düşüp kalkarsan uçmayı başaracaksın" dese onuncu denememde "ne gereği var canım, uçak diye bir şey var değil mi ama! " der, vazgeçerim. Bebeklik günlerimdeki azim kalmadı bende de herkes gibi :)

İnsan, yürümeyi aklı başında olduğu bir yaşta öğrenmeye çalışsa sanırım asla yürüyemezdi. Bir düşünsene, iki ayağının üstünde dengede durmaya çalışarak ilerleyeceksin ve bunun için 200 kere  düşeceksin kalkacaksın, tekrar düşeceksin tekrar kalkacaksın... Tam 200 kere...

Fiziksel olarak canın yanması bir yana, başarısızlık  hissi de cabası. E eşek kadar oldun, çevrende düştüğünde seni gülerek, ellerinden tutup hoppala diyerek kaldıracak insan da pek fazla bulamazsın ve müthiş bir yalnızlık ve mutsuzluk hissiyle "Üff yaa, yürümeyeyim ben, kalayım böyle" der ve vazgeçersin doğal olarak. E bu yaşta en mantıklısı.

Neden böyle peki? Neden böyle kolay vazgeçiyoruz isteklerimizden? Acı eşiğimiz mi azaldı yoksa çevremizin bize olan ilgisi ve desteği mi?