Bazı meslekler, hata ve özür kabul etmiyor. Bir şarkıcının şarkıyı yanlış okuması ya da ne bileyim bir futbolcunun kendi kalesine gol atması kimsenin hayatını etkilemez, pardon deyip geçilebilir hatalardır bu mesleklerdeki hatalar. Ama yanlış teşhis koyarak hastasının ölümüne sebep olan bir doktorun "pardon" demesi saçma olur değil mi?
Bana göre öğretmenlik de böyle bir meslek. Tamam "bugün 24 kasım, neşe doluyor insan, örtmenin canım benim canım benim" falan filan ama böyle de bir gerçek var. Eğitim ve öğretime gönül vermiş olanlar, bu mesleği severek yapanlar baş tacı onları ayrı bir yere koyuyorum ama sadece salla başı al maaşı şeklinde mesleğini icra edenler de bana göre yanlış teşhis yapan doktorla eşdeğerdir. Çünkü hayatlar bir nevi bu iki mesleğin avuçlarının arasında şekilleniyor.
Ben ilkokula gitme zamanım geldiğinde, okula başlayacağım için çok hevesliydim. Okumayı da yazmayı da okula başlamadan önce evde kendi kendime öğrenmiştim. "Oooo okumayı, yazmayı biliyorum zaten, kim bilir daha neler öğreneceğim?" diyerek bir hevesle gitmiştim ilk gün okula.
Kırtasiyeden mis gibi kokan yeni yeni defterler, kalemler, silgiler almıştık. Bir an önce bu güzel kokan varlıkları kullanmak, sayfalarca yazmak, yazmak istiyordum. Ama kendimi de frenlemek zorundaydım nedense. Diğer arkadaşlarıma ayıp olmasın, aralarından sivrilmeye çalışan şımarık bir çocuk gibi görünmemek için belli etmiyordum okuma yazma bildiğimi.
Zaten okuma yazma bildiğimi belli edebileceğim bir ortam da oluşmamıştı ilk günlerde. Çizgi çizip duruyorduk ilk zamanlar. Enine, boyuna, çapraz... "Ama ne zaman sayfalar dolusu böyle yazılar yazacağım ben ya!" diye kendi kendimi yiyordum. Benden yaşça büyük çocukların yazılarla dolu defterlerini gördükçe özeniyor, özendikçe kendi kendimi yiyordum. Annem de "dur evladım, acele etme, öğretmen de müfredatın dışına çıkamaz ki" diye beni dizginlemeye çalışıyordu. "MüRfedat ne demek anne?" diye sormuştum anneme, annem de çok güzel açıklayamamıştı ne demek olduğunu ama ben gıcık bir şey olduğunu anlamıştım.
Yine de her gün, yeni bir umutla okula gitmeye devam ediyordum. Çizgiler bitti, artık biz de yazı yazmaya geçeriz herhalde demiştim daire çizmeye başladığımız günün sabahında. Daha sonra üçgen, A, B, C derken o senenin yarısını o "müRfedat" diye bildiğim müfredat yüzünden böyle sıkıcı geçirmiştim.
Sonra bir gün -ne olduysa?- öğretmen beni yanına çağırmıştı ve işaret parmağıyla önündeki satırları göstererek; "oku şurayı" demişti. Ne yazdığını şimdi hatırlamıyorum ama okumuştum o satırları. Sonra başka sayfa çevirmişti; "şurada ne yazıyor" diye sormuştu, onu da okumuştum. "E sen okuyorsun yahu" diyerek şaşırmıştı. (Çok şükür farkına varabilmişti) "evet örtmenim" diyerek gururlu bir şekilde onaylamıştım onu. "Yarın anneni çağır" demişti. "Peki, örtmenim" diyerek arkadaşlarımın meraklı bakışları altında yerime geçmiştim.
Bir heves güle oynaya eve gidince "Anne, anne örrrttmen, seni çağırıyor" demiştim anneme. "Aaaa, niye kız?" diye şaşkınlıkla sormuştu annem. "Okuyabildiğimi görünce, şaşırdı. Herhalde seni tebrik edecek, madalya falan takacak" demiştim ben de.
Neyse, annem de böbürlene böbürlene bizim öğretmenin yanına gitmişti ertesi gün. Öğretmen, anneme "Oya ile Tekir" adlı hikaye kitabı serisinin pazarlamasını yapmış (müfredatta olmamasına rağmen) bir de 1 kilo kuru pasta istemiş (bunun da müfredatla bir ilgisi yoktu pek tabii). O zamanlar maddi durumumuz çok iyi değildi ama annem hem bana o seriyi almıştı hem de 1 kilo kuru pasta alıp okulda dağıtmamı söylemişti. Ben ise çocuk aklımla, aylarca beklediğim günün gelmesine hayal ettiğim gibi sevinemeden, başarımın çok da farkında olamadan anneme külfet olmuşum gibi garip bir suçluluk hissetmiştim.
Daha sonra öğretmen beni emir eri yapmıştı adeta, nerede ıvır zıvır angarya işler var bana yaptırıyordu. Çorabı kaçıyordu meselâ, bana para verip çorap almaya yolluyordu. Oğlu da abimin sınıfındaydı. Yine para veriyordu okulun karşısındaki büfeden tost yaptırtıyordu, tostu alıp beslenme saatinde onu oğluna götürmemi istiyordu. Okulun hademesi gibiydim. Hay o cümleleri okuduğum güne lanet olsundu. Okuldaki herkes beni tanıyordu. Bir yandan bu saçma popülerlik hoşuma da gidiyordu. Bazen sınıfta olduğum zamanlar (!) okumayı henüz sökememiş olan arkadaşlarımı çalıştırmamı istiyordu. Tabi sırtı ya da başı ağrımıyorsa. Çünkü öyle zamanlarda ona masaj yapıyordum. E ne yapalım? MüRfedat böyleydi demek ki!
İşte, ilkokulda ilk 3 senem böyle geçmişti. Sonra oturduğumuz semtten taşınacağımız için okulumu değiştirmek zorunda kalmıştık. Yine de çok üzülmüştüm. Çünkü öğretmenimi (e başka öğretmen görmemiştim) ve arkadaşlarımı çok seviyordum. Ama sanırım öğretmenim benden daha çok üzülmüştü bu duruma. Anneme "aaa, ben sağ kolumu kaybetmişim gibi hissediyorum şu anda" demiş. Bir daha da görüşmedik.
Sonraki ilkokul öğretmenim de ders verme takıntısı olan bir öğretmendi. Onunla olan maceralarımı da başka zaman anlatırım.
İlkokul hayatımı düşününce, kendimi yanlış teşhis konulmasına rağmen şans eseri hayatta kalan bir insan gibi hissediyorum. Ama neyse ki daha sonraki yıllarda beni masadan çekip kurtaran öğretmenlerim de oldu.
Doktorlarla öğretmenler arasında yaptığım bu benzetme belki çok abartılı gelebilir ama ikisi de geleceğe dair umut vermeyi başaran yegâne mesleklerdir.
Umutlarımızı her daim yeşil tutmayı başarabilen tüm öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun. İyi ki varsınız!
Bana göre öğretmenlik de böyle bir meslek. Tamam "bugün 24 kasım, neşe doluyor insan, örtmenin canım benim canım benim" falan filan ama böyle de bir gerçek var. Eğitim ve öğretime gönül vermiş olanlar, bu mesleği severek yapanlar baş tacı onları ayrı bir yere koyuyorum ama sadece salla başı al maaşı şeklinde mesleğini icra edenler de bana göre yanlış teşhis yapan doktorla eşdeğerdir. Çünkü hayatlar bir nevi bu iki mesleğin avuçlarının arasında şekilleniyor.
Ben ilkokula gitme zamanım geldiğinde, okula başlayacağım için çok hevesliydim. Okumayı da yazmayı da okula başlamadan önce evde kendi kendime öğrenmiştim. "Oooo okumayı, yazmayı biliyorum zaten, kim bilir daha neler öğreneceğim?" diyerek bir hevesle gitmiştim ilk gün okula.
Kırtasiyeden mis gibi kokan yeni yeni defterler, kalemler, silgiler almıştık. Bir an önce bu güzel kokan varlıkları kullanmak, sayfalarca yazmak, yazmak istiyordum. Ama kendimi de frenlemek zorundaydım nedense. Diğer arkadaşlarıma ayıp olmasın, aralarından sivrilmeye çalışan şımarık bir çocuk gibi görünmemek için belli etmiyordum okuma yazma bildiğimi.
Zaten okuma yazma bildiğimi belli edebileceğim bir ortam da oluşmamıştı ilk günlerde. Çizgi çizip duruyorduk ilk zamanlar. Enine, boyuna, çapraz... "Ama ne zaman sayfalar dolusu böyle yazılar yazacağım ben ya!" diye kendi kendimi yiyordum. Benden yaşça büyük çocukların yazılarla dolu defterlerini gördükçe özeniyor, özendikçe kendi kendimi yiyordum. Annem de "dur evladım, acele etme, öğretmen de müfredatın dışına çıkamaz ki" diye beni dizginlemeye çalışıyordu. "MüRfedat ne demek anne?" diye sormuştum anneme, annem de çok güzel açıklayamamıştı ne demek olduğunu ama ben gıcık bir şey olduğunu anlamıştım.
Yine de her gün, yeni bir umutla okula gitmeye devam ediyordum. Çizgiler bitti, artık biz de yazı yazmaya geçeriz herhalde demiştim daire çizmeye başladığımız günün sabahında. Daha sonra üçgen, A, B, C derken o senenin yarısını o "müRfedat" diye bildiğim müfredat yüzünden böyle sıkıcı geçirmiştim.
Sonra bir gün -ne olduysa?- öğretmen beni yanına çağırmıştı ve işaret parmağıyla önündeki satırları göstererek; "oku şurayı" demişti. Ne yazdığını şimdi hatırlamıyorum ama okumuştum o satırları. Sonra başka sayfa çevirmişti; "şurada ne yazıyor" diye sormuştu, onu da okumuştum. "E sen okuyorsun yahu" diyerek şaşırmıştı. (Çok şükür farkına varabilmişti) "evet örtmenim" diyerek gururlu bir şekilde onaylamıştım onu. "Yarın anneni çağır" demişti. "Peki, örtmenim" diyerek arkadaşlarımın meraklı bakışları altında yerime geçmiştim.
Bir heves güle oynaya eve gidince "Anne, anne örrrttmen, seni çağırıyor" demiştim anneme. "Aaaa, niye kız?" diye şaşkınlıkla sormuştu annem. "Okuyabildiğimi görünce, şaşırdı. Herhalde seni tebrik edecek, madalya falan takacak" demiştim ben de.
Neyse, annem de böbürlene böbürlene bizim öğretmenin yanına gitmişti ertesi gün. Öğretmen, anneme "Oya ile Tekir" adlı hikaye kitabı serisinin pazarlamasını yapmış (müfredatta olmamasına rağmen) bir de 1 kilo kuru pasta istemiş (bunun da müfredatla bir ilgisi yoktu pek tabii). O zamanlar maddi durumumuz çok iyi değildi ama annem hem bana o seriyi almıştı hem de 1 kilo kuru pasta alıp okulda dağıtmamı söylemişti. Ben ise çocuk aklımla, aylarca beklediğim günün gelmesine hayal ettiğim gibi sevinemeden, başarımın çok da farkında olamadan anneme külfet olmuşum gibi garip bir suçluluk hissetmiştim.
Daha sonra öğretmen beni emir eri yapmıştı adeta, nerede ıvır zıvır angarya işler var bana yaptırıyordu. Çorabı kaçıyordu meselâ, bana para verip çorap almaya yolluyordu. Oğlu da abimin sınıfındaydı. Yine para veriyordu okulun karşısındaki büfeden tost yaptırtıyordu, tostu alıp beslenme saatinde onu oğluna götürmemi istiyordu. Okulun hademesi gibiydim. Hay o cümleleri okuduğum güne lanet olsundu. Okuldaki herkes beni tanıyordu. Bir yandan bu saçma popülerlik hoşuma da gidiyordu. Bazen sınıfta olduğum zamanlar (!) okumayı henüz sökememiş olan arkadaşlarımı çalıştırmamı istiyordu. Tabi sırtı ya da başı ağrımıyorsa. Çünkü öyle zamanlarda ona masaj yapıyordum. E ne yapalım? MüRfedat böyleydi demek ki!
İşte, ilkokulda ilk 3 senem böyle geçmişti. Sonra oturduğumuz semtten taşınacağımız için okulumu değiştirmek zorunda kalmıştık. Yine de çok üzülmüştüm. Çünkü öğretmenimi (e başka öğretmen görmemiştim) ve arkadaşlarımı çok seviyordum. Ama sanırım öğretmenim benden daha çok üzülmüştü bu duruma. Anneme "aaa, ben sağ kolumu kaybetmişim gibi hissediyorum şu anda" demiş. Bir daha da görüşmedik.
Sonraki ilkokul öğretmenim de ders verme takıntısı olan bir öğretmendi. Onunla olan maceralarımı da başka zaman anlatırım.
İlkokul hayatımı düşününce, kendimi yanlış teşhis konulmasına rağmen şans eseri hayatta kalan bir insan gibi hissediyorum. Ama neyse ki daha sonraki yıllarda beni masadan çekip kurtaran öğretmenlerim de oldu.
Doktorlarla öğretmenler arasında yaptığım bu benzetme belki çok abartılı gelebilir ama ikisi de geleceğe dair umut vermeyi başaran yegâne mesleklerdir.
Umutlarımızı her daim yeşil tutmayı başarabilen tüm öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun. İyi ki varsınız!
Zaten hakkıyla bu mesleği yapanların öğretmenler gunu kutlu olsun yoksa cocuk kalplerini kıranları derin yaralar bırakanları asla affetmiyorum aldıkları paranın hayrını göremesinler ;) 32 yaşındayım ve hala ilkokul öğretmenimi sevgiyle anarım o yumuşacık elleriyle saclarımı okşamasını bizelere sarılmasını asla unutamam
YanıtlaSilne mutlu sana Gülşah :)
Silİnsan hayatından bir ilkokul ve bir de üniversite hocalarını unutamazmış. Çünkü hayatımızı şekillendiren en önemli dönemlerine tekabul ettiğinden olmalı. Öğretmenlerimiz sayesinde gelecekteki hayatımız şekillendirildiğinden kutsal meslek olmuştur görevlerini layıkıyla yaparak. Tüm öğretmenlerin öğretmenler günü kutlu olsun :)
YanıtlaSilkutlu olsun yusuf :)
Silİlkokulda benim de bizi maddi durumumuza göre sıralara yerleştiren bir öğretmenim oldu. Zenginler cam kenarı, orta halliler orta sıra ve fakirler kapı kenarı. Dersleri de hep o cam tarafındaki sıralara bakarak anlatırdı. Nasıl bir ruhu olduğunu düşün artık. Seninki bir tık iyiymiş benimkinden :))
YanıtlaSilyok bizimki öyle ayrımcılık yapmazdı. hep uyuklama modunda olduğundan kafası da hep masadaydı zaten :) bu arada senin de günün kutlu olsun fikriyeciğim :)
Sil"Mürfedat" mağduru olmuşsun minicik halinle be Dilek :( Çok üzüldüm ama bunları yaşamış olmana..
YanıtlaSilhühühü evet. :(
SilDilek hanım, sizin ve Fikriye'nin ilkokul anılarınız kötüymüş gerçekten. Minicik bir çocuğa reva görülenler beni üzdü....
Silİlkokul öğretmenimi çok severdim, lisede matematik öğretmenimin, üniversitede psikiyatri hocasının bir iki küçümseyici cümlesinin dışında travmatik bir anım yok çok şükür......
Diğer öğretmenlerimi, hocalarımı sevgi ve saygıyla hatırlıyorum.
Bu arada ilkokul öğretmeninizden ayrılırken "kurtulurken" üzülmeniz ise tipik bir Stockholm sendromu olmuş....
evet ya stockholm sendromu gibi bir durummuş gibi görünüyor böyle anlatınca ama anlattıklarımı yaşarken de aslında halimden memnundum. hatta dediğim gibi o saçma populerlik hoşuma bile gidiyordu. ben sonra, ilerleyen zamanlarda boşa geçirilmiş öğretim yıllarımın farkına vardım. çocuk aklıyla insan o zamanlar anlayamıyor işte. bu arada kadın öyle sert, kötü bir kadın değildi. aksine sevecendi de. ama işte rahat bir kadındı. öğretme gibi bir derdi yoktu. :)
SilDilek vallahi film yapsan sayfalar eder duruyor senin hikayen, işte böyle eğitimciler de var, inşallah çocuklarımız ve sevdiklerimiz karşılaşmaz ne diyelim, gerçekten akıl almaz insanlar.
YanıtlaSilinşallah canım.
SilBir öğretmen olarak yerinde bir benzetme olduğunu düşünüyorum ve çok katılıyorum sana. Kendim de çok kötü bir ilkokul dönemi geçirmiş biri olarak, öğretmenliğin ne kadar önemli olduğunu yaşayarak tecrübe ediyorum.
YanıtlaSilgeçmiş öğretmenler günün kutlu olsun sürpriz misafir :)
Silmilletin öğretmenleriyle ilgili kötü anılarını dinliyorum da ne kadar şanslıymışım diyorum. Benim hiç öyle çok kötü diyebileceğim bir öğretmenim olmadı. Belki olsaydı ben de öğretmen olmazdım. Sen de ilkokulda sıkıntı çekmişsin ama bazı kişilerin anlattıklarına bakış yine ucuz kurtulmuşsun. Öyle hikayeler duyuyorum ki bu gerçekten olabilir mi, bir öğretmen bunu yapabilir mi diye düşünüyorum ama demek ki yapanlar var. Yazık :-(
YanıtlaSilevet şule, o kadar tramvatik şeyler yaşanıyor ki okullarda, benim bu anlattıklarım onların yanından geçmez bile. bu arada senin de geçmiş öğretmenler günün kutlu olsun. neyse ki sizler gibi öğretmenlerimiz çoğunlukta. :)
SilBir söz vardır.
YanıtlaSil"Doktorun yanlışı toprak altında yatar ,mimarın yanlışı toprağa yığılır,öğretmenin yanlışı toprak üstünde yaşayıp katılır"
Bu söze bakınca hepsinden daha tehlikeli gözüküyor öğretmenlik nesilden nesile aktarılır öğretmenin yanlışı.
İlk okul hocamda anlattığın bir muamele görmedim ama kendimi ifade etmekte zorluk çektiğim için kalbim kırılmıştı sözle değil başka türlü.Bahsettiğin durumların gazabını kız kardeşimin öğretmeninden gördüm.
Kadın meslektaşlarıyla caffeye gider öğrencileri emanet ederdi bana.
İyi hocalarada kötü hocalarada rastladım.
Beni kötü etkileyenler daha fazla oldu.
Yarın bir gün bende bir öğretmen olmak için okuyorum ama beni kötü etkileyenlere benzemekten ödüm kopmuyor değil.Bir gün bir an ansızın vazgeçecekmişim gibi bir hissiyat.Allah hayır etsin.
Ne kadar doğru bir söz, daha önce hiç duymamıştım. sakın vazgeçme. hakkını vererek yapılınca en kutsal mesleklerden biri çünkü ve bence sen çok iyi bir öğretmen olacaksın. çünkü kötü örneklerini birebir görmüşsün.
Silbi öğretmen olarak ne tuhaf kadınmış yaaaa, şeye benziyo, yüksek lisans öğrencilerine her şeyi yaptıran akademisyenlere :)
YanıtlaSilevet güzel benzetme :)
SilHepimizin hayatında bu tür öğretmen kopyası insan gelip geçti... Şükürler olsun yine şanslıymışız. Ne yazacağımı bilemedim...
YanıtlaSilşans bizi hiç bırakmasın diyelim :)
SilHer mesleğin iyileri ve kötüleri var mutlaka. Bu gerçeği değiştirme imkanımız olmadığına göre iyi insanlarla karşılaşmak için birbirimize şans dilemek :)
YanıtlaSil