Wikipedia

Arama sonuçları

kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Aralık 2020 Salı

Abartma Tozu


    Şermin Yaşar'ı çok seviyorum. Onun yazdıklarını okuyunca, çocukken Aziz Nesin okurken hissettiğim duyguları hissediyorum. Mutluluk veriyor. Bu kitabı da öyle. Evet çocuk kitabı olabilir ama bence her yaşa hitap ediyor. 

    Kurgu muhteşem, bir anda bir distopyanın içinde buluyor insan kendini. Ana tema gluten alerjisi olan on yaşındaki bir çocuğun üzerinden dönüyor. Bu çocuk bir sabah kalkıp bakıyor ki herkes abartma hastalığına yakalanmış. Herkes her şeyi abartıyor. Bir tek kendisi normal. Sağlıklı beslenmeyi abartanlar, temizliği abartanlar, alışverişi abartanlar, eğitimi abartanlar... kimler yok ki? Günümüze tutulmuş bir ayna gibi bir bakıma. Bu sebeple küçük-büyük herkes okuduğunda bir parça bulabilir kendisinden.

    Anlatım çok sade, çok samimi her zamanki gibi. Öykü boyunca bir kaç tekrarlayan cümle var ki bu tekrarlarla alakalı olarak kitabın sonunda bekleyen esprinin heyecanıyla kitabı bırakmak istemiyor insan ve bir solukta okunup bitiveriyor.

Kitaptaki çizimler de çok güzel.  Damla da resimlere bakarak kitap okuyormuş gibi yapıp, hikayeler uyduruyor, ilham verici de aynı zamanda :) her yaşa hitap ettiğini söylemiştim sanırım. Bu kitabı onun ileride gerçekten okuması için saklayacağım.

    Kısaca çok severek okudum ben ve kesinlikle küçük-büyük herkese önereceğim bir kitaptır kendisi.




11 Ocak 2020 Cumartesi

Gelirken Ekmek Al



Bu senenin ilk postu kitap yorumu olsun. Sene nasıl başlarsa, öyle gidermiş diye düşündüm :) Çalışma hayatı, ev hayatı derken gerçekten kitap okumaya vakit ayıramıyorum, hele uzun bir roman hiç okuyamıyorum. Başlayıp yarım bıraktığım kitaplar da beni sinir ettiği için tekrar elime alamıyorum.

Ama böyle kısa kısa öykülerden oluşan bu kitap bana çok iyi geldi. Çok sıcacık, çok tebessüm ettirici, çok kendi içimize bakıyormuşuz gibi ve çok, çok, çok minnoş bir öykü kitabı bu.

Bir de sanki çoook eskiden okumuşum ve de aynı zamanda çoook sonra Damla okuyacak gibi..

Şermin Yaşar, sosyal medyadan tanıyıp ve severek takip ettiğim bir isimdi. İlk anne olduğum dönemlerde bir kaç kitabını da okumuştum ama bu kitap onu benim gözümde daha da değerli kıldı diyebilirim. Edebi kişiliğini daha iyi yansıtmış ya da kalemi daha güçlenmiş diyebiliriz de.

Aziz Nesin öykülerinden nasıl zevk aldıysam bu kitaptaki her bir öyküden de öyle zevk aldım diyebilirim. Kitabın içinde, aşağıda sıraladığım ve parantez içinde de kısa kısa yorumladığım on sekiz öykü bulunmakta;

-Gelirken Ekmek Al (kitaba ismini veren ve benim de favorim olan öyküsü)

-Diğer Müjdatlar Gibi (bu öyküyü okuyunca kitabı elimden bırakamadım)

-Kız Kim? (Aziz nesin öyküleri tadında )

-Yine Muazzez  (şiir gibi bir öykü)

-Bize Bi Çay (yeşilçam tadında)

-Barıştık (bu da aile komedisi tadında)

-Sıcacık (pek bi hüzünlü aslında)

-Olanlar Oldu (bu da pek bi matrak)

-Topuğumuz (Kamil bey'in öyküsü)

-Çıkmaz Demeyin (şansınızı deneyin :))

-Aşk Olsun (bence de olsun...öykü bitince ağzını kapatmayı unutma :))

-Babam Yüzünden (Film gibi...))

-Tüh! (Çok tatlı!)

-Armağanın Hediyesi ( çok ironik)

-Tuzlu Fıstık ("fıstık adam şip şap şup "şarkısı eşliğinde okudum :) işte bunlar hep Damla'nın yüzünden :))

-Nihat ve Teselliperver Cemiyeti ( Her eve lazım)

-Pekmez (çok tatlı)

-Aklımda (ladeeees!)

27 Ekim 2018 Cumartesi

Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm



Bir hayli oldu herhalde kitap yorumu yapmayalı, aslında kitap okumayalı mı desem...? Çalışmaya başlayalı kitap okumaya da vakit ayırabiliyorum çok şükür. Serviste geçen süre, uzun zamandır hayalini bile kuramadığım kendime ayırabileceğim çok değerli vakitler verdi bana. Ben de bu süreyi ya uyuklayarak ya kitap okuyarak ya da hiçbir şey yapmadan böööyle boş boş yola bakarak geçiriyorum ki bu üç eylem de bana ne iyi geliyor, anlatamam size.

Neyse konuyu saptırmadan kitaba gelecek olursak; Livaneli aslında bu kitabı, 1974 yılında yazmaya başlamış ancak kendisini olaylara ve karakterlere fazla yakın bulmasıyla yazımına uzun bir süre ara vermiş. Daha sonraki dönemlerde psikolojik boyutunda mükemmelliğe ulaşmak için sürekli eklemeler yapmış ve tam 29 yıl sonra bitirip yayımlayabilmiş. Kitap, o kadar uzun süre beklemeye değmiş ki 2001 yılında Yunus Nadi Roman ödülünü kazanmış.

12 Mart olaylarının yarattığı tramva ile soluğu İsveç'te alan Sami'nin hikayesi şeklinde özetleyebilirim bu kitabı. Ama daha da ayrıntıya girecek olursam; Sami ile birlikte başka ülkelerden İsveç'e sığınan değişik karakterlerin de hayatlarından izler taşıyor. Kitapta her şey var; aşk, siyaset, çekilen acılar, zorunlu göç, sistem çatışmaları, isyan, anadilin iki insan arasında yarattığı bağ, intikam ve af arasındaki ince çizgi  ve dünyanın hiçbir yerinde değişmeyen insan davranışları.... hepsi var.

Bunların yanında siyam kedileri, orkideler ya da fotoğrafçılık gibi değişik konularda değişik kavramların da ince detaylarına da giriveriyor zaman zaman ki bu anlatımı ve romanı inanılmaz zenginleştiriyor. Tabi bunun yanında kişilerin tasvirlerine ve psikolojik analizlerine hiç değinmiyorum bile, Livaneli'nin bu konudaki üstünlüğü ortadadır zaten.

Berrak bir dil, akıcı anlatım ve çok güzel bir kurgu... Sanırım Livaneli kitaplarının ortak özelliği. Ancak bu kitapla ilgili değişik bir uslup kullanmış Livaneli; öyküyü hem yazardan hem de kahramanın kendisinden dinlemek daha önce hiçbir kitapta karşılaşmadığım bir anlatım biçimiydi ki bence çok güzel ve samimi olmuş.

Bence, okunmaya çok değer bir kitap. Tabi o kadar uzun bir aradan sonra bana okumak (çocuk bakımı kitapları haricinde :)) nasıl iyi geldi, nasıl iyi geldi anlatamam. Altı çizilecek çok cümle var ve ben tabi ki yine kıyamadım kitabı çizmeye... Ama buraya yazarım diye not ettiğim bir paragrafla bitirmek istiyorum postumu:

"Ben ömrüm boyunca bir köpek olarak yaşamıştım ama artık kesin kararım, bir kediye dönüşmekti. Kedi olacaktım. İşte yazarın bilemediği en temel konulardan biri buydu. Artık hayatımda bir köpek olarak yaltaklanmalara, bağlanmalara, başkalarını kendime bağlama çabalarına, başını okşatmaya, sevgi ve sıcaklık ihtiyacı içinde insanların bacaklarına sürünmeye, kuyruğumla birlikte tüylü kıçımı da sallayarak sevimli görünmek gayretine hiç yer yoktu. Uzun zaman önce bırakmıştım bunları. Köpek olduğum yıllarda hepsini yapmıştım, hem de fazla fazla; ama bu beni felakete götürmüştü. Ölümün kıyısına gelmiştim. Ölümün kıyısı, ölümün kendisinden daha feci bir şeydir, bunu yaşayarak öğrendim"

iyi okumalar, sevgiler...

Not: (Bu not kendime, siz okumayın, spoiler içerebilir çünkü)
 Bu kitapta, kedinin adı Sirikit, adamın adı Sami ve ölümün adı Filiz oluyor...

(okudunuz di mi? sizi gidi meraklılar sizi gidi! :)))



3 Ocak 2018 Çarşamba

Korkma İyi Bir Annesin

Yine bir anneliği ve çocuk gelişimini anlatan kitapla karşınızdayım :) Aman bu da iyi ki anne olmuş" dediğinizi duyar gibiyim, çok ayıp :)

Kitabın yazarı Saniye Bencik Kangal da bir önceki okuduğum kitabın yazarı gibi yine takip ettiğimiz bloggermom'lardan, ama kendisini özellikle akademisyen diye ayırmış olduğu için akademisyenanne olarak takip ediyoruz biz.

Ben hamileyken, oğluyla oynadığı oyunlar ilgimi çekmiş ve dursun kenarda takip edeyim de kızım büyüdüğünde biz de oynarız düşüncesiyle takibe almıştım :) yeni kitap çıkarınca da sipariş verip aldım hemen. Okuyup bitirmem aynı hızla olmadı tabi :)

Kitabın kurgusunda biraz kararsız kalınmış gibi geldi bana, yani kitap daha çok sohbet havasında ama Zara diye bir karakter çıkıyor arada onun üzerinden örnekleme yapıyor. Bana çok gereksiz geldi. Kendi üzerinden de o örnekleri verebilirdi bence ama neyse...

Kitap 19 bölümden oluşuyor. Yazar bu bölümleri "Korkma ..." başlığıyla ayırmış hep, ki yeni annelere güven veriyor bu durum.

Hadi bir kıyak yapayım da bölümleri sıralayım size;

1- Korkma Kucakla
2- Korkma Güvenle Bağlanır
3- Korkma Ağlar
4- Korkma Kendine Zaman Ayır
5- Korkma Uyur
6- Korkma Alışır
7- Korkma O Bir Kâşif
8- Korkma Paylaşır
9- Korkma Tanısın
10- Korkma Bırakır
11- Korkma Tuvalete Alışır
12- Korkma Oyna
13- Korkma Teknolojiye Sınır Koy
14- Korkma Artık Okullu Oldu
15- Korkma Cevapla
16- Korkma Tekrar Oku
17- Korkma Sınır Koy
18- Korkma İletişim Engellerini Kaldır
19- Korkma Özgüveni Gelişir

şeklinde, ilk doğum yaptığı günden itibaren annelerin karşılaştığı ikilemler ve sorunlar ele alınmış. Bir bakıma yol gösteren bir rehber olmuş da diyebilirim. Bir de özellikle "Korkma Kucakla ve Korkma Güvenle Bağlanır" bölümlerinde "oh be doğru yapmışım" düşüncesiyle içlere su serpme özelliği de var benim için:)

Hani etraftan hep duyarız ya "ay bırak ağlasın, kucağa alıştırma sonra sen çekersin..." diye, işte bu kucağa alıştırma sonra sen çekersincilere inat bebeğimi asla kucaklamaktan imtina etmedim ben. Hatta uyurken bile kaldırıp kaldırıp kucakladım :) Ama ben bunu içgüdüsel olarak yaptım, gelişim kitaplarını okuduğumdan değil. Ve inanın o kadar gelişim kitabı okudum, bebek bakımı ile ilgili videolar seyredip, bloglar okudum hepsinden çıkardığım tek sonuç şu ki; "iç sesini ve bebeğini dinle!" İnanın bebek size zaten neye ihtiyacı olduğunu söylüyor, yeter ki siz onu dinleyin başkalarını değil.

Kitap genel olarak yeni bebek sahibi olmuş şaşkın anneler için bir rehber kitap diyebilirim. Ben tüm bölümlerini okudum bitti ama ihtiyaç duydukça tekrar açıp bakacağım çok bölüm var ilerleyen günlerde.Örneğin memeyi bırakmaya çalıştığımızda, örneğin tuvalet alışkanlığı kazanmaya çalıştığımızda gibi...Bu yüzden el altında olabilecek bir kitap. Yeni annelere öneririm.

Yeni bir çocuk gelişim kitabında görüşmek üzere, esen kalın... ( hadi gidip bebeğinizi benim için kucaklayın, bebek yoksa en yakınınızdakini kucaklayın  o zaman :))))











30 Kasım 2017 Perşembe

Başlarım Şimdi Anneliğe!



"Bir çocuk doğduğunda bir de anne gelir dünyaya! Bambaşka bir hayata hoş geldin yeni anne" cümleleri yeni anne olmuşları ve olacak olan anne adaylarını can evinden vuran cümleler.

Gerçekten bebekle birlikte anne de yeniden doğuyor, kendini tanıyamıyor insan adeta, o kadar evrim geçiriyor.

Kitap, anneliğe ve bebek bakımına başlangıç için rehber kitap olma iddasında ama bence daha çok hamilelik ve lohusalık bunalımından kurtulmak için rehber görevini görebilir. Zira her annenin geçtiği engebeli yolları komik bir uslupla anlatmış. ("Zira" nedir ya? Olmuşum ben evet, evet :) )

Şermin Çarkacı çocuklarında yaşadığı deneyimlerini ilk günden itibaren bölümlere ayırmış, karşılaştığı sorunları anlatmış sonra her bölümün sonunda "Ben ne yaptım" başlığında yaptıklarını anlatmış, ayrıca yine her bölümün sonunda "Püf Noktaları" "Sıkıcı Tarafı" Eğlenceli Tarafı" diye başından geçenlerin değerlendirmesini yapmış. Şahsen ben "püf noktaları" bölümünde yararlanacağım ayrıntılar yakaladım. Bir de annelik ile ilgili çevreden duyduklarımızla ilgili "Hariçten Gazel" bölümleri de çok hoş. Ama ben en çok emzirme ve aldığı fazla kilolar ile anlattıklarını çok sevdim, içime su serpti de o yüzden :)

Çevreden duyduklarımız, kitaplarda, sağda solda anlatılan ve yaşanılanlar iyi, hoş, rehber oluyorlar ama çok da kasmamak lazım bence. İşte bu kitap da "fazla kasmadan kulak kabartın bana" der gibi anlatıyor anneliği.

Şermin Çarkacı instagramdan tanıdığım çok şeker bir anne. Hamile olduğumu öğrendiğim günden itibaren onun gibi şeker anneleri takip etmeye başladım. Kitabı okurken de sanki kitap okumuyorum da bu şeker annenin blog sayfasını okuyorum gibi hissettim biraz. Bu da dilinin çok sade, çok samimi olmasından kaynaklanıyor. Anlatımında samimi bir sohbet havası mevcut. Bazı kesimlerce de bu durum "aşırı samimi" diye eleştirilmiş ama bana çok tatlı geldi.

"Her önüne gelen kitap çıkarıyor" "Yazarlık bu kadar kolay mı?"  "Edebiyat nereye gidiyor?" eleştirileri de çabası tabi. Ben bu tür eleştirileri çok köreltici buluyorum. Bence isteyen herkes kitap çıkartmalı. Yani kötü bir şey değil ki bu. İstemezsen alıp okumazsın, olur biter. İnsanların edebiyatla uğraşmalarından daha güzel ne olabilir ki, değil mi ama?

Vallahi ben okurken çok keyif aldım. Hemen hemen her cümlesini"ben de ben de" diye coşkuyla onayladım. Dünyanın en güzel hislerini yaşıyorken aynı hisleri daha önce başkalarının da yaşadığını bilmek insana yalnız olmadığını hissettiriyor ve müthiş bir güç veriyor. Hamilelikte ve lohusalıkta "yalnız olmadığını hissetmek" çok önemli.

Kısaca uzun süredir bir solukta okuduğum yegane kitap oldu kendisi diyebilirim. Bu yoğunlukta nasıl okuduğumu anlamadan 2 günde bitirdim gerçekten. E insanın ilgisini çeken bir mevzu olduğunda tüm bahaneler bir kenara itilip okumaya da vakit ayırabiliyormuş meğer. (Haftalardır elimde sürünen kitaplardan özür dilerim ama "Bir çocuk doğduğunda bir de anne gelir dünyaya" gibi bir cümleyle gelseydiniz siz de durum farklı olabilirdi belki :) )




26 Nisan 2016 Salı

Kahperengi


Bu kitapla olan ilişkimi nasıl anlatsam size bilemiyorum. Neredeyse 4 senelik bir mazimiz var bizim bu kitapla. 2012 Tüyap fuarından almıştım kendisini. Yine fuardan 1 ay önce dayanamayıp internetten bolca kitap siparişi vermiş olmanın ağırlığıyla aval aval dolanırken standları, bari hiç değilse bir iki kitap alayım da piyasalar canlansın diyerek daha önce hiç okumadığım Hande Altaylı'nın iki romanını almıştım. Biri bu romandı diğeri Aşka Şeytan Karışır idi.

O zamanlar muhtemelen elimde başka kitap vardı okuduğum ve o kitap bitsin de Kahperengi'ye başlarım diye düşünmüştüm. Tabi ben o kitabı bitirene kadar bu kitaptan uyarlanan "merhamet" dizisi de aynı zamanlarda başlayıvermişti.

Türk televizyon kanallarında bir dizi oynayıp da bizim evden sektiği görülmediği için ben de annemin zorla izletmeye başlattığı, sonra bağımlısı olduğum ve sonlarına doğru "ıyyy, baydı abi bunlar da ya, bitirsinler artık" diyerek takip etmeyi bıraktığım bu diziyi izlediğim için kitaba bir türlü elim gitmemişti.

Daha önce anlattım mı bilmiyorum ama annemin sürekli bana dizi izletmeye çalışma gibi zaptedemediğimiz çılgın bir durumu vardır. Yeni başlamış olduğu bir diziyi beynime şırıngalamak için bana anlatırken yaşadığımız diyaloglar, hani "yaran tabu diyalogları" vardır ya, hep okunur da gülünür, işte onlar bizim evde oturma odasında yapılıyor sanırsınız. Ve bu kitabı görünce de dolaylı olarak o ilginç diyaloglarımızdan bir tanesi gelir aklıma hep;

Annem:Dün bi dizi başladı, bak izle çok güzel.
Ben: İsmi ne?
Annem: Ay neydi adı? Dur aklıma gelince söylerim.
Ben: E kimler oynuyor? onu söyle ben anlarım, reklamını görmüşümdür.
Annem: Hani renkli gözlü bir çocuk var ya?
Ben: Kıvanç Tatlıtuğ mu?
Annem: Yok. Hani, Kurtlar Vadisi'ndeydi de, ölmüştü de, insanlar gazetelere öldü ilanı vermişlerdi ya, renkli gözlü bi adam hani?
Ben: Oktay Kaynarca mı?
Annem: He! İşte, o değil de onun sevgilisiydi eskiden hani? Aynı dizide de oynamışlardı.
Ben: ??? Kim kimle aynı dizide oynadı? Hangisi bu dizide oynuyor? Ben neredeyim Allah'ım?
Annem: İşte, Oktay Kaynarca canım, onun eski sevgilisi yok mu? Böyle böyle konuşuyo hani? (Ses tonunu değiştirerek)
Ben: Heeeee, Özgü Namal mıııııııı? (annemin sesi Bülent Ersoy gibi çıksa da ben anlıyorum hemen)
Annem: He! İşte o kız oyunuyo...

Bunu burada anlatmam saçma oldu biraz ama aklıma geldi işte hehe. Neyse, bu kitabın dizisiyle de böyle tanışmıştık diyerek konuyu bağlayayım da romanı anlatmaya başlayayım artık yoksa bi daha toparlayamayabilirim.

Efendim, öyle böyle aradan 4 yıl geçmiş işte. Ben diziyi de, dizide oynayanları da dizide oynayanların eski sevgililerini de unutmuşken, annem artık dizileri bırakıp evde survivor izleyip havalara zıplarken "e artık bu kitabı bi okuyayım" dedim geçen gün.

Kitaba başlarken her ne kadar diziyi unuttuğumu sansam da kitabın ilk satırlarını okumaya başladığımda unuttuğumu sandığım dizi tekrar bilincimde canlanıverdi. Romanda bahsedilen Narin, renkli gözlü ve sarışın olmasına rağmen Özgü Namal'ı hayal ettim hep okurken. Sonra, Moskov, Şadiye, Mehmet, Deniz, Irmak, Fırat hepsi gözümde dizideki halleri ile canlanıverdi.

Ancak, okumaya devam ettiğimde bir şey dikkatimi çekti; Sermet, evet Sermet yoktu. Herkes vardı bi o yoktu... Hayır, bir şey değil, dengemi bozdu bu durum; kitabı kapatıyorum Sermet'i düşünüyorum, "Sermet ne zaman çıkacak ya?" diyorum, gece yatıyorum Sermet geliyor aklıma, sabah kalkıyorum Sermet... Ay çıldıracağım. Baskıda, Sermet'i kitaba koymayı unutmuşlar diyorum. Neyse, sonra internete bakıyorum ve görüyorum ki Sermet karakteri romanda yokmuş.

Diziyi izlememeyi çok isterdim. Çünkü kitabı okurken ne tam hayâl kurabiliyorsun ne de tam diziyle örtüştürebiliyorsun. Dizi ve kitabın birbirinden farklı çok yeri var. Meselâ, karakterlerin isimleri aynı kalmış ama dış görünüşleri farklı, başlangıç aynı ama final farklı. Hepsini geçtim, diziyi götüren Sermet karakteri kitapta yok. Oysa ki dizide Sermet çok önemli bir karakterdi. Yani, bir kitabın önce dizisini izleyip, sonra okurken de kendisine ancak bu kadar şaşırılırdı.

Diziyle bağdaştırmayı bir kenara bırakırsak, genel olarak güzel, sürükleyici sade anlatımlı bir roman diyebilirz.  Hande Altaylı'nın "Aşka Şeytan Karışır"ında da gördüğüm gibi çok sade bir anlatımı var. Kitapları kolay okunuyor. Narin'in bir geçmişe gidip bir bugüne dönme kurgusu da sürükleyici olmuş. Diziyi izlemediyseniz, kitabı okumadıysanız, önce okuyun sonra diziyi izleyin derim. Ama diziyi izlediyseniz, kitabı okumayın dengeniz bozulur. E çünkü Sermet yok :)



24 Nisan 2016 Pazar

Yani



Canımız Deep'imizin 4. kitabı "Yani" yi duyar duymaz sipariş vermiş ve bir tane edinmiştim. Edinir edinmez de okumaya başladığım bir kitap oldu kendisi aslında. Ancak zaman sorunsalı yaşadığım şu günlerde okuduklarımı -yaşadıklarımda olduğu gibi- bloga aktaramadım bir türlü. (Bu arada, her kitabını da aldım arkadaşımın, ahanda kanıtı der gibi fotosonu da yapıştırdım, hehe)

Benim kitap yorumlarım biraz tuhaf olur bilirsiniz. Yani insanlar okudukları kitapları neredeyse kelimesi kelimesine bloguna aktarır ki aradan zaman geçince açıp okuduklarında hatırlasınlar diye. Ben pek öyle yapmıyorum. Kitapta geçen cümlelerden ziyade bende bıraktığı etkiyi anlatmaya çalışıyorum daha çok. Tamam biraz da üşendiğim için yapıyorum bunu kabul, ama ben daha çok önermelik yorumluyorum kitapları. İçinde geçen cümleleri, olayları olduğu gibi anlatırsam bu pek önermelik yorum olmuyor, ki zaten "eh okumuş kadar oldum" der kitabı almak istemezsiniz sonra...

Neyse lafı niye bu kadar uzattıysam? Tamam, bu kitap hakkındaki önermelik yorumuma geçiyorum hemen...

Deeptone arkadaşımız bu sefer bizim için çok sevdiğimiz öykülerini derlemiş.  3 ana başlıkta toparlayacak olursak bu öyküleri;

1-Gece Öyküleri
2- Çağla Öyküleri
3- Simay Öyküleri

Bu 3 hanım kızımızı da tanıyoruz aslında, vakti zamanında Deep, bu kızcağızların öykülerinden bazılarını bizle paylaşmıştı. Ama kitaptakiler, daha uzun öyküler. Hepsi neşeli, neşeli insanın içini açan cinsten. Tam, çantaya atmalık ve canınız sıkıldığında da "ay dur açıp da bir Simay öyküsü okuyayım" demelik bir öykü kitabı olmuş.

Ben kitabı kitap yurdundan aldım idefix'te o zaman yoktu ama siz yine bi bakın gelmiş olabilir.  Keyifli okumalar...




23 Şubat 2016 Salı

Oyunlarla Yaşayanlar

Bu kitabı bitirdiğimde, Selim gibi, Turgut gibi yine hayata istediği gibi tutunamamış yeni bir dost kazanmış gibi hissettim.

Oğuz Atay  bu sefer "Coşkun Ermiş" karakteriyle ince göndermeler yapmış küçük aydın burjuvalara. Kaleme aldığı her eserinde çizgisini bozmadan anlatmak istediklerini aynı yöntemle nasıl anlatmayı başarabiliyor ve bunu yaptığı için de her seferinde kendisine nasıl böyle hayran bırakabiliyor bir kez daha anlayamadım.

Çoğunlukla doğu-batı arasında gel-gitler yaşayan, batılılaşmaya meraklı ama belki de hiçbir zaman batılılaşamayacak olan bir toplumda yazdığı oyunlarla tutunmaya çabalayan bir yarı aydının "acıklı güldürüsü" diyebiliriz özetle.

Oğuz Atay'ın günlüğünde bu oyunu nasıl ilmek ilmek oluşturduğunu, karakterlerinin isimlerinden, söyledikleri sözlere, sahnenin dekoruna kadar her bir ince ayrıntı üzerinde nasıl titizlikle durduğunu okumuştum. Bu yüzden bu kitap biter bitmez tekrar Günlük'ü elime alıp bu eserin olduğu bölümlere gömüldüm. Günlük'ten sonra da oyunu tekrar okumak istedim ama tabi sonra "ee Dilek yeter ama, bitir artık bu oyunu ve gerçek hayata geri dön" dedim kendi kendime. Sonra da "tamam ya, o zaman bloguma anlatayım ben bu oyunu" diyerek burada buldum kendimi :)

Bu eseri Oğuz Atay,  zamanında sahnelensin diye Yıldız Kenter'e sunmuş ama o zamanlar pek anlaşılamamış. Bunun hayâl kırıklığını bu sefer daha çok hissettim Günlük'te. Aslında çok daha sonralar bir çok kere sahnelenmiş ama sanırım yine kitaptaki o büyülü etki yansıtılamamış sahnelere.

Aslında eserin hiç sahnelenmeden sadece kitap olarak kalması "oyun" kavramını vurgulamak için oyun formatında yazılmış bir eser olarak da algı yaratabilirmiş, ki hâli hazırda bu şekilde daha büyülü bir etki bırakıyor okuyucu üzerinde zaten. Yani kişileri, dekoru, sahneyi hayâl ederek insan kendi kafasında yarattığı bir oyunun içinde buluyor kendisini.

Konusu itibariyle, alıştığımız ve garip bir şekilde herkesin kendini yakın hissettiği bir tutunamayan hikâyesi olduğunu söylemiştim. Bu arada Oğuz Atay, hem Selim'i hem de Turgut'u unutmamış ve onları da yad etmiş iki yerde. İşte Turgut'a selam çaktığı bölümü aşağıya aktarıyorum:

Coşkun arkadaşlarıyla meyhânededir ve Saffet'le dertleşir:

"  COŞKUN: Sesler duyuyorum yeniden. (Uzaktan bir alaturka müzik duyulur. Fasıl heyeti. Coşkun gözlerini kapar, müziği dinler) Sanki benden başka kimse anlamıyor bu sesleri.
             SAFFET: Ama alaturka sesler bunlar.
 
            COŞKUN: Evet ama onu dinlerken sanıyorum ki bu sesleri kimse benim gibi hissetmiyor.(Alaturka sesler tekrar duyulur: "Ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum") Bu sesi yıllarca duymuşum da farkına varmamışım. Ne garip. Ya da başka şeyler hissettiğimi sanmışım. (Gülümser) Eskiden bir arkadaş vardı. Ne zaman bu şarkıyı duysa, "Aman şu adamın altını söndürün!" diye çırpınırdı. Biz de ne kadar gülerdik. Neden gülerdik? Ben artık gülemiyorum Turgut!
         
           SAFFET: Ben Turgut değilim.
           
           COŞKUN: (Gözleri kapalı) Ben artık o adamın altını söndürmek istemiyorum Turgut. (Sesini yükseltir) Turgut, aklını başına topla, durum bildiğin gibi değil. (Sesi titrer.) Milletimizin heyecanına şahit oluyorum Turgut! Bu heyecanı anlatmazsam sanki bu sese ihanet etmiş olacağım Turgut!
         
           EMEL (Merakla): Kim bu Turgut?
(Radyoda spikerin sesi duyulur: "Şimdi de Mustafa Çavuş'un bir eserini dinleyeceksiniz. Eserlerinin çoğu günümüze kalan bu büyük bestecimizin hayatı hakkında ne yazık ki hemen hiç bir şey bilmiyoruz")
       
           COŞKUN: Turgut mu? Mustafa Çavuş gibi biri..."

Görüldüğü gibi içinde bir çok oyun barındıran bu oyun aynı zamanda bir çok tutunamayan da barındıyor Coşkun gibi, Turgut gibi ve hatta Mustafa Çavuş gibi...




25 Ocak 2016 Pazartesi

Leyla'nın Evi


Edebiyat Mutluluktur kitabıyla tanıştığım Zülfü Livaneli'nin okuduğum ilk romanı Leyla'nın Evi oldu. Aslında niyetim, oyununu da izleyip izlenimlerimi size öyle aktarmaktı. Hatta haftalar öncesinden bir fırsat zamazingosundan ucuz bilet bile bulmuştum ama ne yazık ki şansıma bugün oyunun iptal olduğunu öğrendim. (Laf aramızda iyi de oldu çünkü oyun hakkında pek olumlu eleştriler okumadığım için hevesim kaçmıştı. Paramı da geri aldım böylece :))

Neyse, ben hemen romandan bahsedeyim size;

Livaneli kitabın başlangıcında Leyla'nın Evi'ni yazma fikrinin boğazda bir vapurda oluştuğunu anlatmış. Etrafına bir bakmış ki; kimi esmer, kimi sarışın, kimi Balkan tipli, kimi Orta Asya'lı...
İşte Livaneli bu insanlara bakıp şöyle düşünmüş:
"Kimi Balkanlar'dan, kimi Kafkasya'dan, kimi Orta Asya'dan, kimi Ortadoğu'dan, Hicaz'dan, Yemen'den, Kudüs'ten, Rusya'dan, Gürcistan'dan, Bosna'dan, Bulgaristan'dan kaçıp gelmiş. Burası bir sığınak. Kaçtıkları ülkelerde evlerini barklarını, bahçelerini, tarlalarını hatta arkalarından acı acı ağlayan kedi ve köpeklerini bırakmışlar. Geldikleri bu ülkede de kaçanların mülküne yerleşmişler. Rumların ve Ermenilerin evleri, bu evsiz barksız kalmış, ölümden zor kurtulmuş insanlara verilmiş. Yabancı evlere yerleşip tanımadıkları tarlaları sürmeye başlamışlar.
Dünyanın bu bölgesinin tarihi, birbirinin mülküne konma tarihi. Mücadelelerin, savaşların çoğunun altında mülk kavgası var. Boşalan evler, dolan evler, mülk davaları, insanoğlunun barınma ihtiyacı, başının üstünde bir çatı bulunması temel gereksinimi, tarih boyunca birçok trajediye yol açmış." 
Livaneli o gün o vapurda bunları düşünürken, yanına bir bakmış, iyi giyimli bir istanbul beyfendisi; karşısına bir bakmış, Osmanlı soylusu bir kadın; onun karşısında da mavi saçlı asi mi asi bir kız. Ve hiçbiri birbirini tanımıyor herkes kendi iç dünyasına dalmış oturuyormuş öyle. İşte Leyla Hanım, Roxy ve Ali Yekta Bey o gün Livaneli'nin hayatına böyle girmiş. Ve tabi sonra da bizim hayatlarımıza.

Zülfü Livaneli'nin yalın anlatımı, bu farklı hayatları ve renkli kişilikleri ortak paydada toplaması romanın su gibi bir solukta okunmasını sağlamış. Ayrıca İstanbul'u, boğazı, Cihangir'i o kadar güzel anlatmış ki, okurken istanbul turu yapıyorsunuz adeta.

İşte bu üç karakterin hayatlarına şahit oluyorsunuz ve okurken de bi bakmışsınsınız Leyla olmuşsunuz, bi bakmışsınız Roxy, bi bakmışsınız Ali Yekta.  En çok da Leyla oluyorsunuz. Ya da ben Leyla olmaya meyilli olduğum için öyle oldum.

İstanbul aşığıysanız, değişik hayatları merak ediyorsanız ve tabi ki kitap okumayı da seviyorsanız bence bu romanı siz de seveceksiniz.




30 Kasım 2015 Pazartesi

Edebiyat Mutluluktur

Zülfü Livaneli, daha önce hiç okumadığım bir yazardı. Bu yazarla tanışmak için "Mutluluk" ya da "Leyla'nın Evi" romanlarını seçecektim aslında. Ama yazarın kitaplarını incelerken karşıma, bu güzel kapağa ve isme sahip kitabı çıkınca tercihimi bundan yana kullanmak istedim.

Bu tercihim tamamen ön seziydi. Kitap için yapılan yorumlar nasıldı? Çok satılmış mı satılmamış mı? Hiçbir fikrim yoktu. Sadece "Edebiyat Mutluluktur" cümlesi ve kapaktaki kanatlanan kitaptan beyaz güvercin yetmişti bana sanki.

İki gün önce okunmayı bekleyen kitaplarıma göz atarken tesadüfen elime aldım bu kitabı ve saatlerce bırakamdım elimden. Her bir satırında ilerlerken aklımda sürekli şu soru vardı "Neden daha önce okumamışım ben Zülfü Livaneli'yi?"

Bu kitapta yazar, hazinesinde edebiyata dair  ne varsa her şeyi sermiş ortaya ve edebiyatı o kadar güzel anlatmış ki; kurduğu her cümle benim gibi edebiyat delisi bir insan için altın değerinde.

Daha önce de söylemiştim, kitapların altını çizmek istemem pek ama bu kitabı okurken kalemi elimden bırakamadım. Altını çizdiğim, beynime kazımak istediğim ve dönüp dönüp tekrar okuduğum o kadar çok cümle var ki...

Yazarın Vatan Gazetesi'nde çıkan yazılarından derleyerek oluşturduğu bu kitap, gerçekten edebiyata gönül vermiş herkesin başucu kitabı yapabileceği bir eser bence. İyi ki almışım, iyi ki okumuşum dediğim kitapların en en en başında geliyor. Tanıştığıma çok memnun oldum Zülfü Livaneli.



12 Kasım 2015 Perşembe

Otomatik Portakal

Daha önce hiç, kötü bir karakter tarafından anlatılan kitap okumamıştım ben.Yani, hiç kötü bir insanın gözüyle bakmamıştım dünyaya, kitaplardan. Okuduğum kitaplarda anlatan, ya objektif üçüncü bir kişi ya da herkesin kendisiyle bir şekilde empati yapmaktan gurur duyacağı iyi kalpli bir roman kahramanı oldu hep. Taaa ki bu kitabı okuyana kadar..

 "Oh kendime geldim yaşasın kötülük" demiyeceğim merak etmeyin. Ama bu kitabı okumak; insanın bakış açısını genişleten, farklılaştıran, empati duygusunu geliştiren bir deneyim.

Kitap "distopik" türde yazılmış bir roman. Yani, geleceğin arzu edilenin dışında olacağını, orada kaosun ve şiddetin hakim olacağını anlatan türden. Ve sanırım ilk defa bu türden bir roman okudum ben.

Romanın kahramanı tüm yasalara aykırı gelen, 15 yaşındaki sokak çetesi lideri Alex. İsminde bile bir mesaj var aslında; "A" olumsuzluk belirtiyor, "lex" de kanun, yasa anlamını taşımakta.

Alex ve çete arkadaşları, kendi aralarında geliştirdikleri rusça kökenli "nadsat" denen argo bir dille konuşuyorlar. Kitabın bir ilginçliği de kullanılan bu dil zaten. Romanda anlatıcı Alex olduğu için bize başından geçenleri anlatırken de bu argo dili kullanıyor. Bu sebeple ilk sayfalarda anlatım bana biraz tuhaf geldi. Ama  argoya karşı olduğumdan değildi bu garipseme, bir argo dilinin çevirisini garip bulmaydı biraz da hissettiğim.

Bence argo, çeviriye girdiğinde tüm özelliğini yitiriyor. Dedim ya; insanın empati duygusunu geliştiren bir kitap bu diye; bunu, kendinizi Alex dışında bir de çevirmenin yerine koyup "vay be, kimbilir ne kadar zorlanmıştır bu çevirileri yaparken" derken fark ediyorsunuz bir de. Yine de 1 kaç bölüm geçtikten sonra alışıyorsunuz anlatıma ama sanırım bu kitabın orjinalini okumak daha güzel olurdu; ileride onu da okumayı planlıyorum. Tabi, haftalardır "The Little Prince"le cebelleştiğimi düşünürsek bu kitabın orjinalini kaç ayda ya da senede bitiririm? Onu bilemem :)

Ben biraz okumakta geç kaldım ama kitap çok ünlü. "Modern Klasikler"den sayılıyor. Bunun bir de filmi varmış, izleyenler anlata anlata bitiremiyor. Film izleme konusundaki özürüm azaldığında, yani boş vaktim arttığında izlemek istediğim filmler arasında 2.sırada (ilki Benjamin Button) yer alıyor.

Her ne kadar sinema tarihinde en başarılı roman-film uyarlamalarından biri olarak sayılsa da 1971 yılında Stanley Kubrick tarafından çekilen bu filmi, kitabın yazarı olan Anthony Burgess beğenmemiş. E çok normal ama, kimse bir başkasının hayal dünyasını olduğu gibi filme aktaramaz ki. Yine de sinema dünyasında film, kült filmlerden sayılıyor.

Yeri gelmişken yazara da değinmek isterim ki; yazarın kendi hayat hikayesi de ayrı bir post konusu zaten. Yazara 40'lı yaşlarında beyin tümörü yüzünden 1 yıllık ömrünün kaldığı söyleniyor. Bunun üzerine yazar, eşinin geçimi ve para kazanmak için 12 ayda 6 kitap yazıyor. Sonra yanlış teşhis konulduğunun farkına varsa da yazmaktan vazgeçmiyor. İşte bu psikolojiyle yazdığı 6 kitaptan biri de "Otomatik Portakal"mış.

Yazarın ilginç hayatından bir kesit daha; bir gün karısıyla birlikte Otomatik Portakal'da anlattığı türden serseriler tarafından saldırıya uğramış, hamile olan karısı bu saldırıda bebeğini kaybetmiş ve bu yüzden de eşi daha sonra alkolizme yenilerek hayatını kaybetmiş.

Yazdığı tüm kitaplarda kendi hayatından kesitler eklemiş yazar. En kısa zamanda diğer kitaplarını da okumak istiyorum. Okuduğumda (etkilenirsem) diğerlerini de burada paylaşırım :)








13 Eylül 2015 Pazar

Korkuyu Beklerken

Yılın yerleşik hayata geçme zamanları geldi artık, göçebe zamanlar bitti. Tatiller de paralar da suyunu çekti. Çekirdek çitleyip, televizyon izleme, kitaplıklarımızda stok sayımı yapma, şuursuzca yeni kitaplar almaya başlama, bi kaç ay sonra kitap fuarı olduğunu hatırlayıp aldıkların için biraz pişmanlık duyma, sonra da "olsun bunları fuara götürür imzalatırım" diyerek kendi kendini teselli etme, mp3 üne sonbahar, kış moduna uygun şarkılar yükleme, evin her tarafından fışkıran kavanozlara ve annene dehşet gözlerle bakma, hırkalarına ve ceketlerine göz kırpma... bunların hepsi Eylül'ün geldiğine delalet işte.

E madem Eylül geldi; ben de ilk iş olarak, gözümü kitaplığıma çevirdim elbette. Havadan mı bilmiyorum, bu aralar içimde okuma isteği arttı. Yazın çok okuyamadım, o açığı kapatmaya uğraşıyorum çılgınlar gibi sanki :)


Şu anda Oğuz Atayı'ın "Korkuyu Beklerken'ini yeni bitirdim. Aslında, bu kitabı önümüzdeki senenin başında okumayı planlıyordum; malum, Oğuz Atay'ın eserleri sayılı, hepsini bir çırpıda okuyup bitirmek istemiyorum. Ama sonra dedim ki kendime;"Amaaan Dilek sen de! Ülkenin durumu belli, bakalım yaşadığın kadar yaşayabilecek misin? Ya o kitapları okumadan başına bi hal gelirse?"... Bu şekilde kendimle yaptığım haklı hesaplaşmam neticesinde kitabı elime aldım ve sanki gerçekten başıma bi haller gelecek telaşıyla bir çırpıda bitirdim onu :) Üstelik cümlelere döne döne, sindire sindire okumama rağmen gerçekleştirdim bunu.  Bunun aksi mümkün olmuyor zaten. Çünkü bir sonraki cümle bir önceki cümleyi unutturacak diye baskı altında okuyorum ben Oğuz Atay'ın kitaplarını. Her bir cümlenin içinde ayrı birer hazine saklı sanki.

Oğuz Atay'ın okuduğum diğer kitapları için yaptığım yorumlarda da onu ne kadar sevdiğimden, ne kadar kendime yakın hissettiğimden bahsetmiştim. Bazen düşünürüm (ki bu bazenler genelde, bitirdiğim Oğuz Atay kitabını kapatıp, kapağından bana anlamlı bakışlar atan Atay'a hayran hayran baktığım anlardır); onunla aynı dönemlerde yaşayamamış olmak şans mı, şansızlık mıdır? diye, ama yanıtından tam olarak emin olamıyorum. Çünkü, eğer onunla aynı zamanlarda yaşasaydım kesinlikle ona aşık olurdum ve onun peşine düşerdim :) ve büyük bir ihtimalle de karşılık bulamadım diye kahrolurdum sonra :)  işte bu şans mıdır, şansızlık mıdır? bilemiyorum ya! Neyse; saçma bir yorum olmaya başladı bu, kitaptan bahsedeyim de toparlayım mevzuyu ben :)

Korkuyu Beklerken kitabı, Oğuz Atay'ın 8 adet öyküsünden oluşuyor.

1- Beyaz Mantolu Adam
2- Unutulan
3- Korkuyu Beklerken
4- Bir Mektup
5- Ne Evet Ne Hayır
6- Tahta At
7- Babama Mektup
8- Demiryolu Hikayecileri - Bir Rüya

Sayfa kıvırmak, kitap çizmek, karalamak adetim değildir. Yani ne bileyim, huylanırım, kitap eskisin ya da ona bir zarar gelsin istemem nedense; ama bu kitapta bazı cümlelerin altını çizdim, biraz o cümleleri daha fazla aklımda tutmak biraz da buraya aktarmak için yaptım bunu.

Cümlelere geçmeden önce, genel olarak bir yorum yapacak olursam; Atay'ın romanlarından aşina olduğumuz "tutunamayan" karakterleri anlattığı öykülerinden oluşuyor bu kitap. Yine romanlarında olduğu gibi bu öykülerde de, toplumun abuk subuk yapısıyla, en nezaketli tavrıyla inceden inceye dalga geçiyor Oğuz Atay ve bunu yaparken de beni benden alıyor işte :)

İşte beni benden alan cümlelerinden bazıları:

"Sokağa fırlamak, 'ona' gitmek için, öldürücü bir ümitsizliğe düşmek istedim. Kim bilir? Belki de, kendim için böyle kötü şeyler düşünmemi istersin diye söylüyorum bunları" (33)

"Üç evli sokağımı düşüncelerle geçtim, birden kapımın önünde buldum kendimi. Demek ki düşünmüşüm dedim. Çünkü, düşününce hep böyle olurdu."    ( 36)

"Bu 'demek ki'ler' beni her zaman rahatlatırdı" (37)

"Korktum. Çünkü 'demek ki' diyemiyeceğim bir yerlere gelmiştim" (37)

"Yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor"    (37)

"İyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz" (42)

"Ben yoktum; hatta ben yokum, olmadım diyemeyecek bir yerdeydim; kelimeler bile yan yana gelerek beni tanımlamak istemezlerdi. Ne olurdu benim de kelimelerim olsaydı; bana ait bir cümle, bir düşünce olsaydı. Binlerce yıldır söylenen milyonlarca sözden hiç olmazsa biri, beni içine alsaydı!" (66)

Daha bir sürü altını çizdiğim cümle var bunlar gibi ama bu kadar yeter sanırım. Daha fazlasını başka bloglardaki yorumlarda da, sosyal ağlarda da bulabilirsiniz ama kitabı okumazsanız bu cümleleri sadece yüzeysel olarak algılarsınız haberiniz ola. Örneğin "Yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor" cümlesini sadece dokunaklı bir cümle olarak görürsünüz, kitapta okursanız ise bu cümlenin altında yatan gerçek hazineye kavuşursunuz; çünkü, bu cümle dokunaklı olduğu kadar tebessüm ettirici bir cümle aynı zamanda, kitabı okumadan cümlelerin tadına varamazsınız inanın. Hepsi Oğuz Atay'ın "acıklı güldürü" cümleleri sonuçta :)

Bu kitabı da kaldırmaya elim gitmedi, açıp açıp çizdiğim cümlelere bakıyorum. He bir de Oğuz Atay'la bakışıyoruz işte :)








14 Ağustos 2015 Cuma

Frambuazlı Hayat


Blog dünyasından sevgili arkadaşımız Deeptone'un 3.kitabı "Frambuazlı Hayat" çıkmış. Duyar duymaz hemen sipariş verip aldım, onun vesilesiyle bir sürü daha kitap aldım tabi, kargoyu bedavaya getirmek için :) Bu ara okuyacağım hep. Etrafımız karanlık, kafamızı kitaplara gömelim biz iyisi mi, kitaplar güzel, kitaplar umut dolu...

Bir güzel kitap da "Frambuazlı Hayat" işte. Frambuazsız olan hayatın acı tadından uzak. İçeriği de ismi gibi pek renkli. 10 farklı temada 10 bölümden oluşuyor ve her bir bölümde 10'ar adet çoğu deneme türünde olmak üzere yazılar var. Aralara da Deeptone'un o alıştığımız tebessüm ettiren ciciş öykülerinden serpiştirilmiş. Anlatımı her zamanki gibi sade, samimi, insanı yormuyor. Seninle konuşur, dertleşir gibi.

Sanat, kültür, insan, yaşam, gelişim, mevsimler, müzik, yansımalar, düşünceler, denemeler... Ana başlıkları bunlar. İnanılmaz sinema kültürüne de yine hayran kaldım :) Diğer kitaplarından daha entellektüel bir hava sezdim bunda :)

Eminim şimdilerde o güzel yüreği, güzel heyecanlarla çarpıyordur ve bu kitapla ilgili güzel hayallere dalıyordur. Umarım emeğinin karşılığını fazlasıyla alır, hayalini kurduğu değeri görür ve bu kirli dünyaya temiz sayfalar eklemeye devam eder. Çünkü bu kirlenmiş dünyanın eli kalem tutan insanlara ihtiyacı var silah tutanlara değil...

Bilmiyorum nasıl bir katkısı olur ama ben de bu şekilde destek olmak istedim arkadaşımıza, pek bir katkısı olmasa da heyecanını paylaşmak istedim en azından.

"Frambuazlı Hayat; alınız, aldırınız efendim!" (Bak d&r'da indirimli de satılıyor)


8 Ağustos 2015 Cumartesi

Bir Aşk Hikayesi "Cemile"


Bu sabah gözümü açtığımda içimdeki hiperaktif ses "Kalk Dilek pilates yap, tatile 2 hafta kaldı" dedi. Sonra, benim daha çok sevdiğim diğer tembel sesim de "otur oturduğun yerde, bu sıcakta ne pilatesi?" diye beni durdurdu.

İşte ben sabah içimdeki bu çok geveze seslerle böyle cebelleşirken, birden geçen sene Instagramda @kitap-okur adlı kullanıcın çekilişinden kazandığım ince bir kitaba gözüm ilişti; Cengiz Aytmatov'un "Cemile"siydi bu kitap. İçimdeki sesleri "Şşşş susun bakiiim, ben Cemile'ye gidiyorum siz de uslu uslu durun öylece, beni rahatsız etmeyin" şeklinde azarlayarak susturup bu dünyanın en saf anlatılan aşk hikayesini okumaya başladım.

Bu hikaye 1958 yılında bir dergide yayımlanmış ve büyük ilgi görmüş. Daha sonra da hikayeyi, ünlü Fransız şair Louis Aragon Fransızca'ya çevirerek Avrupa'da şöhretlenmesini sağlamış. Aragon'un yazdığı etkileyici önsöz de kitabın arkasında mevcut. "Dünyanın en güzel aşk hikayesi" ifadesini kullanmış fransız şair bu hikaye için.

Bir çocuğun gözünden safça anlatılan çok duru bir aşk hikayesi. Okumak insana güzel duygular hissettiriyor. Cengiz Aytmatov'un anlatımı zaten tartışılmaz, betimlemeler muhteşem. Bi ara kendimi bozkırın ortasında güneşin batışını izliyor gibi hissetim. İnce olduğu için bir çırpıda okuyup bitirdim zaten.

70 sayfalık bu kitabı bugüne kadar okumadığım için kendime kızsam mı yoksa bugün okumak bana iyi geldiği için "iyi ki bugüne saklamışsın" diyerek kendime teşekkür mü etsem bilemezken içimdeki yaramaz sesler tekrar konuşmaya başladı; bu sefer hiperaktif olanı dinledim ve pilates yapmaya gittim :)




18 Mayıs 2015 Pazartesi

Kitap Yorumu "Melekler ve Şeytanlar - Dan Brown "



Bu kitap Dan Brown'un "Da Vinci Code" dan önce yazdığı kitapmış aslında.  Ama benim kitaplar konusunda sıralamayı tutturamama özelliğimden Dan Brown da nasibini aldığı için Da Vinci Şifresi'nden sonra okudum bu kitabı. :)

Dan Brown'un diğer kitapları nasıl bilmiyorum ama okuduğum bu iki kitap da birbirine çok benziyor. Hatta başlangıçları bile aynı; roman kahramanı Robert Langdon'un sabahın 5'inde bir cinayet haberiyle uyandırılması ile başlıyor her iki kitap da. Da vinci Code'dan sonra aynı başlangıçla karşılaşınca "adamı bir uyutmadınız yahu" dedim kendi kendime :) Her iki kitapta da simge-bilim-sanat-din temalarıyla ilgili ilginç saptalamalar bulunuyor.

Bu iki kitabın bir diğer benzer özellikleri de insanda çok fena gezme isteği uyandırması. "Da Vinci Code" okurken Paris'e, "Melekler ve Şeytanlar" okurken de Roma'ya gidip gezmek istiyor insan.

Aslında düşündüm de; Dan Brown'la bir anlaşma yapıp onu turizm elçisi olarak atasak da olayın İstanbul'da geçtiği bir roman yapsa ne güzel olurdu. Vallahi turizmde beklenen patlama bu kitapla gerçekleşirdi. Hele ki turizmin dibine vurduğumuz bu yıl ilaç gibi gelirdi. (Ya ben de siyasete mi girsem ne yapsam? Alın size vaat işte! Üstelik gerçekleşme ihtimali çok daha yüksek ve çok da mantıklı. Üretim yapamıyoruz, turizme yönelelim bari değil mi ama?)

Bak hadi Dan Brown'a yazacağı kitap hakkında ucundan azıcık ipucu da vereyim; Aya Sofya'da  esrarengiz bir cinayet olur ve New York'daki roman kahramanımız sanat tarihçi Robert Langdon her zamanki gibi sabahın beşinde uyandırılarak olay mahaline esrarengiz adamlar tarafından ultra ötesi bir jetle 62 dakikada getirtilir. Jet-lag, uykusuzluk hak getire, hiçbirinden etkilenmeyen Robert atar kendini İstanbul'un sokaklarına.

Garip bir simgenin peşinde olan bu karanlık adamların ağa babalarının bir de zeki ve güzel bir kızı vardır ama kız babasının kirli yüzünü bilmez. Masum, zeki ve güzel olan bu kızcağız bir şekilde bizim Robert'la karşılaşır ve olayı çözmeye çalışırlar. (Aaa ben ne yapıyorum ya? Oturmuş burada ne güzel de anlatıyorum ya, mis gibi roman konusu çıkardım yahu. Belki biraz araklama ama olsun süsleyip püslersem kimse çakmaz, biraz da Ahmet Ümit kitaplarından katarım Nevzat komiser falan, kimse birşey anlamaz)

Hay allahım ya, ben size Melekler ve Şeytanlar'ı anlatacaktım ne anlatıyorum. Bakmayın böyle dalga geçtiğime, güzel roman aslında. Konusu işte biraz buna benziyor ama olayın geçtiği yer, bilim-din temalarının ilginç işlenişi falan gayet sürükleyici. Elinize aldığınızda bırakamıyorsunuz. Ben ki elimde kitapla uykuya dalmayı çok severim, bu kitap yüzünden kaç gece uykusuz işe gittim, anlayın artık. Alıp okuyun, okumak güzeldir!

26 Mart 2015 Perşembe

Eylembilim

Ben ne desem, nasıl anlatsam ki Oğuz Atay'a olan hayranlığımı? Eğer Oğuz Atay kitabı okuduysan elbette anlarsın neler hissettiklerimi. Okumadıysan da üzülme, bence çok şanslısın, önünde okunmayı bekleyen 7 adet Oğuz Atay kitabı var çünkü. İnan bana bunu bilmek bile öyle büyük mutluluk ki...

Bir daha yeni bir Oğuz Atay kitabı okuyamayacak olmak da bir o kadar hüzünlü tabi. İşte bu hüznü diplerde yaşamamak için "Eylembilim"i sona bırakmak istemedim ben de. Çünkü "Eylembilim" Oğuz Atay'ın tamamlayamadığı son eseri. Kitap bitince Oğuz Atay'ın erken gitmiş olmasına üzülüyorsunuz zaten. Bir de onun yeni bir kitabını bir daha okuyamayacak olma gerçeğiyle sarsamazdım kendimi.

Kitabı bitirince, tahmin ettiğim gibi; "Keşke daha çok yaşasaydı da hem bu kitabı tamamlayabilseydi hem de bize ömrümüz boyunca okuyabileceğimiz bir sürü eser bıraksaydı" dedim. Ve sonra okunmayı bekleyen 4 eserine bakıp teselli ettim kendimi. Hiç acele etmeden okuyacağım hepsini, diğerlerini yaptığım gibi...

Hoş, her bir cümlesi için bile, ayrı ayrı, üzerinde günlerce düşünebilir insan. Bir cümleyi okuduktan sonra, ikinci cümleye kolay kolay geçemiyorsun zaten. Bırakmak istemiyorsun o canım cümleleri... Aklın kalıyor, "ya onu unutursam" diye telaşa düşüyor, hemen altını çiziyorsun... Sonra dönüp dönüp işaretlediğin cümlelere bakıyor, tebessüm ediyorsun. Böyle garip ruh hallerine giriyorum işte Oğuz Atay okurken ben. (Tuhaf mıyım ben?)

Oğuz Atay, son zamanlarını "Eylembilim"i tamamlayamayacak olmanın kaygısı içinde geçirmiş. Ve maalesef tamamlayamamış da. Vefatının ardından da sadece 40 sayfası bulunduğundan eldeki bölümler "Günlük"'e eklenerek "Eylembilim" başlığı altında yayımlanmış.

Aslında, 40 sayfadan daha fazla yazdığı çevresi tarafından bilinse de konunun üzerine gidilmemiş ilk başlarda ve 1987-1998 yılları arasında "Eylebilim" "Günlük"te 40 sayfalık bir bölüm olarak yayımlanmış.

Daha sonra da Oğuz Atay'ın kızı Özge Atay, babasının kitaplarındaki gibi bir olayla karşılaşmış ve postayla romanın kalan 74 sayfası isimsiz bir paket içinde adresine gelmiş. Bunun üzerine de bu haliyle bile yine tek başına bir roman olur diyerek "Eylembilim"i yazarın 7. eseri olarak yayımlanmış.

Eylembilim'in kahramanı Server Gözübudak da tıpkı Selim Işık gibi burjuvaları eleştiren bir karakter... Bir matematik profesörü. İşte bu profesörün, üniversitede, siyasi olaylarda cinayete kurban giden bir öğrenci için isyan çıkaran diğer öğrencilerle, üniversite yönetimi arasında kalışını anlatıyor. Ama ne tatlı anlatıyor bilemezsiniz... Tamamlanmamış hali bile insanı bu kadar etkilediğine göre, tamamlayabilseydi nasıl bir eser olurdu kim bilir?

Yazıma son verirken hepinize Oğuz Atay'ın hitap şekliyle sesleniyorum "Canım insanlar!" bu kitabı okuyunuz...







6 Şubat 2015 Cuma

Derin Mavi

Derin Mavi... İsim çok güzel. Bana bu sıkıcı, bunaltıcı kış günlerinde yaz mevsimini çağrıştırdığı için iyi geldi bu isim. Aslında kapaktaki bu iki kelime bile beni dinlendirmeye yetti.

İçinde neler mi var? Şiirler ve öyküler... Yorucu bir günün ardından koltuğa yayılıp elinize aldığınız bu kitaptaki şiirleri okurken "Vay be Deep'e bak sen, meğer şiir de yazarmış" diyorsunuz; o samimi, sıcacık öyküleri okurken de  "Yahu, alem bu kız yaaa!" diyerek inanılmaz hayal dünyasında kendisine büyük bir keyifle eşlik ediyorsunuz.

 Sayfaları sırayla takip etmeden özgürce istediğiniz şiir ya da öyküye geçebilmenin rahatlığı da kendinizi çok iyi hissettiriyor. Tam bir başucu kitabı yani.

Deep'in samimi ve sıcak anlatımını zaten anlatmaya gerek yok. Çoğunuz biliyorsunuzdur. Bilmiyorsan eğer üzülme, hiçbir şey için geç değil! :) Deep Tone'un blogunu ziyaret etmek için şuraya bi => tık tık , bu kitabı edinmen için de şuraya =>  tık tık yapman yeterli.








23 Aralık 2014 Salı

"Güz Okuma Şenliği" Sonucum


Bugün katıldığım bütün etkinlikler bitiyor. Boşlukta hissettim kendimi :)"Güz Okuma Şenliği"nin de sonuna geldik. Sizlere rapor vermem lazım.

Genel olarak değerlendirecek olursam; çalışma ve kendime vakit ayırabilme durumumu da göz önünde bulundurursak kendimi aştığım söyleyebilirim. 3 ayda 15 kitap gibi bir sonuç, diğer şenliğe katılanların olağanüstü performanslarını yok sayarsam benim için de olağanüstü bir durum sayılabilir :)

Amaç tam da buydu zaten; "daha fazla kitap okumak" Bu fırsatı yaratan "Pinnucia'nın Kitapları" na kendi adıma teşekkür ederim ve katılmak isterseniz bu aralar Kış Okuma Şenliği düzenlemekte olduğunu belirtmek isterim. Ben mi? Yok, ben "Güz Olimpiyatları"ndan yeni çıktım. Elimde bir sürü kitap birikti, onları kategorileştirmeden, canımın istediği gibi okumak istiyorum biraz :) Ama ne demiş Sertab Erener: "bahara Allah kerim" :) Nasılsa her mevsim düzenleniyor bu şenlik.

Neyse efendim, lafı uzattım yine ben. Biliyorum kaçış yok, sonucu daha fazla saklayamam, buyrunuz:


6. Kategori (10 puan): İngiliz edebiyatından bir kitap. 
              - J.R.R. Tolkien - Yüzüklerin Efendisi (486 sayfa) 
9. Kategori (10 puan): Yasaklanmış bir kitap.
               - Franz Kafka - Dönüşüm (104 sayfa) Dönüşüm yorumum için tıklayın
11. Kategori (10 puan): Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk hakkında bir kitap.
             - Can Dündar - Sarı Zeybek (224 sayfa)  Sarı Zeybek yorumum için tıklayınız
13. Kategori (10 puan): Türkiye'de herhangi bir edebiyat ödülü kazanmış bir kitap. 
               - Yekta Kopan - Bir de Baktım Yoksun (164 Sayfa)
15. Kategori (10 puan):Artık aramızda olmayan bir yazardan bir kitap.
              - Oğuz Atay - Günlük (306 sayfa) Tam olarak "Günlük" yorumu sayılmaz ama ondan etkilenerek yazdığım bir yazı
18. Kategori (10 puan): 2014 yılında çıkmış bir kitap (Yabancı kitaplar için Türkiye’de ilk baskısını 2014’te yapması da kabulümüzdür).
              - Yekta Kopan - İki Şiirin Arasında (144 Sayfa)
19. Kategori (Her kitap 10 puan, 2 kitabı da okuyana ekstradan 20 puan, toplam 40 puan): İsminde bir şehir/ülke adı geçen bir kitap ve buna ek olarak o şehrin yer aldığı ülke edebiyatından bir kitap. 
               - İskender Pala - İstanbulcunun Sandığı (190 Sayfa)
              - Aziz Nesin - Sizin Memlekette Eşek Yok mu? (200 Sayfa)

20. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplam 50 puan): Aynı yazardan 3 kitap ama dikkat! Aynı seriye ait kitaplar kapsam dışı. Aynı yazarın üç farklı serisinden birer kitap olur tabii.  
             -Sabahattin Ali - Canım Aliye, Ruhum Filiz (160 Sayfa)
             -Sabahattin Ali - Sırça Köşk (150 Sayfa)
             -Sabahattin Ali - Yeni Dünya (136 Sayfa)
21. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplamda 60 puan): Şimdiye kadar hiç kitabını okumadığınız dört yazardan birer kitap. Yazarların ikisi Türk, ikisi yabancı, ikisi kadın, ikisi erkek olmalı.

             -Dan Brown - Da Vinci Şifresi (495 Sayfa) 
          -Kahraman Tazeoğlu - Bukre (304 Sayfa)
          -Şebnem Burcuoğlu - Kocan Kadar Konuş (220 Sayfa)                                                                                  -Eleanor Coerr - Sadako (72 Sayfa)   


Toplam Okunan Kitap Sayısı: 15 x 10 = 150 puan
Ekstra Puanlar: (19.20. ve 21. kategori)=   60 puan
Toplam Okuma Sayfası : 3.355 sayfa =     33 puan
                                                          -------------------
                                                                   243 puan

10 Aralık 2014 Çarşamba

Dönüşüm

Adını, modern dünyadaki küçük burjuvalardan "Böhöm böhöm, aslında hepimiz birer Gregor Samsayız şekerim" gibi cümlelerle pek fazla işittiğim ve Kafka'nın o, insanı depresyona sürükleyici anlatımı yüzünden okumayı  sürekli ertelediğim "Dönüşüm" kitabını şaşırtıcı bir biçimde tek solukta okudum geçen gün.

Bizden beklenen sorumlulukları yerine getirir, cici çocuk olursak sevilip benimsenceğimizi, getirmezsek de herkesin -en acısı ailemizin bile- gözünde birer böceğe dönüşeceğimizi, felsefi ve sade bir biçimde anlatmış Franz Kafka. "Hem sade hem felsefi nasıl oluyor?" diye sormayın, olmuş işte.

Her insanın içinde yaşattığı bu eziklik, bu depresif hal bu kadar ince bir kitapta ancak bu kadar etkili anlatılabilirdi. Kafka'yı bu sebeple çok takdir ettim.

Kafka'nın anlatmaya çalıştığı, yüzyıllardır süregelen, günümüzde devam eden ve yüzyıllardır da sürüp gidecek olan bu saçma durum, biz doğar doğmaz başlıyor aslında.

Doğar doğmaz, bırak sorgulamayı gözünü bile açmadan ya kulağına ezanla birlikte ismini fısıldıyorlar ya da vaftiz ediliyorsun.Yani ismini de dinini de senin yerine seçiyorlar.

Sonra senin için uygun görülen okula gönderiliyorsun. Okula gitmek isteyip istemediğin ya da hangi okula gitmek istediğin sorulmadığı gibi okulda senin ilgin ve alakan dışında bir sürü ders seriyorlar senin önüne (evet Osmanlıca gibi. Ama o konuya girmeyeceğim. Daha derin bir konudan bahsediyorum şimdi) ya da tam tersi sen okula gitmek istiyorsun ama gitmemeni, erken yaşta hayata atılmanı uygun görüyorlar. Farketmez her olasılıkta senden tek şey isteniyor; başarılı olman. Öyle olmak zorundasın zaten, başka çaren yok. Yoksa böceğe dönüşürsün ve o yaşta buna dayanamazsın küçüğüm.

Sonra bitmeyen sınavlar, ilgin ve isteğin olmayan yine bir sürü konularda senden beklenen farklı farklı başarılar...

Erkeksen askerlik var bir de. O mevzuya da hiç girmiyorum. Bedellisi var, bedellsizi var; bu ara revaçta bir konu ama biraz karışık.

Mesleğini (daha doğrusu senin için seçilmiş mesleği) aldın mı eline? Daha duuur! Bitmiyor. Evet kendine biraz güvenin geliyor elbette. Hatta uzaktan bakıldığında o kadar güçlü görünüyorsun ki; bir uzaylı görse seni, bu yaşına tek başına, kendi kararlarınla geldin bile sanabilir.

Sen de bu sağlam görünüşünden cesaret alarak içinde kalan ve hayalini kurduğun uğraşılarla ilgili "Yazıktır içimde kalmasın" diyerek, son bir çırpınışla kurslara falan gitmeye yelteniyorsun. Ama ne yazık ki yine rahat vermiyorlar sana ve birden "Kazık kadar oldun ne kursu? Yaşıtların çoluk çocuğa karıştı!" cümlesiyle irkiliyorsun. E haklılar aslında gitar kursunda "caddelerde rüzgar, aklımda aşk var" melodisini çıkarıcağım diye boncuk boncuk terlerken çok komik görünüyorsun.

Çok haklılar, çoook! Belli bir yaşa geldin mi evlenmen gerekiyor ve üzgünüm ki bunun için hayatta gerçekleştirmek istediklerinin, öz be öz kendi hayallerinin zerre kadar önemi yok. Asıl önemli olan, toplumun senin için uygun gördüğü role bürünmen. Aksi kabul edilmiyor çünkü. Hele bir itiraz et, oracıkta böcek olursun bak!

Hadi diyelim, hayallerini gömdün ve toplumdan dışlanmamak adına yine onların istediğini yapıp evlendin. Fazla heveslenme hemen, en fazla 1 sene rahat bırakırlar seni. Anne ya da baba olma yaşını da en iyi onlar biliyor çünkü. Bu sefer de çocuk isterler senden. Neden? Çünkü, yeni yeni Gregorcuklara ihtiyaç vardır canına yandığım dünyada.

Sonra mı? Çok basit; sonra sen de geçmişte kendine vermiş olduğun "Ben çocuğuma asla böyle davranmayacağım, özgür bırakacağım onu" sözünü unutup, Anne ya da Baba Samsa'ya dönüşüvereceksin. Ve bu metaformoz -yani başkalaşım- bir kısır döngü olarak yüzyıllar boyu devam edecek.

İşte kitabı okurken aklımdan böyle düşünceler geçti. Hal böyle olunca, kitabı okuduktan sonra annenize, kardeşinize ya da babanıza şöyle dik dik bakabilirsiniz. Neden baktığınızı sorduklarında da "Bakamaz mıyım? Ha bir de nereye bakacağımı da size sorayım, iyi valla. Esir miyim ben? Alla alla yaa!" gibi kendi çapınızda atarlanabilirsiniz de. Bu bakımdan sakıncalı bir kitap aslında.

Örneğin kitabı bitirdikten sonra bende de şöyle bir etkisi oldu; hafta sonu evde temizlik vardı. Kafka'nın da etkisiyle "Bu ne ya? Hafta içi çalışıyorum, hafta sonu da temizlik... Köle miyim ben?" şeklinde söylendim. Kendimi resmen Gregor Samsa gibi hissetmiştim çünkü. Ama çok geçmeden annemin; "Önüne gelen yemeği yerken, ütülenmiş giysilerini giyerken hiç sesini çıkarmıyorsun ama, asıl ben köle miyim?" şeklindeki Kafka'ya taş çıkartacak felsefi cümlesiyle tekrardan ete kemiğe büründüm çok şükür.

Görüldüğü gibi Kafka bana iyi gelmiyor arkadaş! Ama yine de güzel kitap, okumadıysanız alıp okuyun.


27 Kasım 2014 Perşembe

Güz Okuma Şenliği: 2.Ay Son Durum




Geldik "Güz Okuma Şenliği"'nde 2.ayın sonuna.

Bu postu tıkladığınıza göre mevzuyu bildiğinizi düşünerek güzel vaktinizi almadan direkt mevzuya dalmak istiyorum. (Eğer bilmiyorsanız Güz Okuma Şenliği adlı postumdan detaylı bilgi alabilirsiniz)

Evet arkadaşlar, 2.Ayın sonunda toplamda okuduğum kitapları şöyle sıralıyorum:


6. Kategori (10 puan): İngiliz edebiyatından bir kitap.
              - J.R.R. Tolkien - Yüzüklerin Efendisi (486 sayfa) (Metis)


9. Kategori (10 puan): Yasaklanmış bir kitap.
              
- Franz Kafka - Dönüşüm (104 sayfa) (Can Yayınları)

11. Kategori (10 puan): Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk hakkında bir kitap.
             - Can Dündar - Sarı Zeybek (224 sayfa) (Can Yayınları) (Sarı Zeybek Yorumum )


18. Kategori (10 puan): 2014 yılında çıkmış bir kitap (Yabancı kitaplar için Türkiye’de ilk baskısını 2014’te yapması da kabulümüzdür).
              - Yekta Kopan - İki Şiirin Arasında (144 Sayfa) (Can Yayınları)


19. Kategori (Her kitap 10 puan, 2 kitabı da okuyana ekstradan 20 puan, toplam 40 puan): İsminde bir şehir/ülke adı geçen bir kitap ve buna ek olarak o şehrin yer aldığı ülke edebiyatından bir kitap. 
              - İskender Pala - İstanbulcunun Sandığı (190 Sayfa) (Kapı Yayınları)

              - Aziz Nesin - Sizin Memlekette Eşek Yok mu? (200 Sayfa) (Nesin Yayınevi)


20. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplam 50 puan): Aynı yazardan 3 kitap ama dikkat! Aynı seriye ait kitaplar kapsam dışı. Aynı yazarın üç farklı serisinden birer kitap olur tabii.  
             -Sabahattin Ali - Canım Aliye, Ruhum Filiz (160 Sayfa) (YKY)
             -Sabahattin Ali - Sırça Köşk (150 Sayfa) (YKY)
             -Sabahattin Ali - Yeni Dünya (136 Sayfa) (YKY)


21. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplamda 60 puan): Şimdiye kadar hiç kitabını okumadığınız dört yazardan birer kitap. Yazarların ikisi Türk, ikisi yabancı, ikisi kadın, ikisi erkek olmalı.
           -Dan Brown - Da Vinci Şifresi (495 Sayfa) (Altın Kitaplar)
          -Kahraman Tazeoğlu - Bukre (304 Sayfa) (Destek Yayınları)
          -Şebnem Burcuoğlu - Kocan Kadar Konuş (220 Sayfa) (Dex)                                                                      -Eleanor Coerr - Sadako (72 Sayfa) (Beyaz Balina Yayınları)   

Puan Hesaplama:

Okunan Kitap Sayısına Göre Puan = 130 puan (2 Ayda toplam 13 kitap okudum 13x10=130 puan)

Ekstra puan veren kategorilerden alınan Puan= 60 puan (19. 20. ve 21. kategorileri tamamladım 20'şer puandan toplam 60 puan eder)

Toplam Okunan Sayfalardan Alınan Puan = 28 puan (Toplam 2.885 sayfa okumuşum)

Toplam Puan = 130 +60+28=218 Puan

Bu ay geçen aya oranla performans düşüşü var galiba ama yine de bu şenlik olmasaydı daha az okuyacağıma eminim. Çünkü itiraf etmeliyim ki "2.aya az kaldı şunu bitirmeliyim, şuna başlamalıyım artık" diye kendimi çok zorladım. Bu yüzden "Şenlik Bahane Okumak (gerçekten) Şahane" ...

Şenlik sonunda tekrar görüşmek üzere... Hepinize keyifli okumalar...