Wikipedia

Arama sonuçları

25 Ocak 2016 Pazartesi

Leyla'nın Evi


Edebiyat Mutluluktur kitabıyla tanıştığım Zülfü Livaneli'nin okuduğum ilk romanı Leyla'nın Evi oldu. Aslında niyetim, oyununu da izleyip izlenimlerimi size öyle aktarmaktı. Hatta haftalar öncesinden bir fırsat zamazingosundan ucuz bilet bile bulmuştum ama ne yazık ki şansıma bugün oyunun iptal olduğunu öğrendim. (Laf aramızda iyi de oldu çünkü oyun hakkında pek olumlu eleştriler okumadığım için hevesim kaçmıştı. Paramı da geri aldım böylece :))

Neyse, ben hemen romandan bahsedeyim size;

Livaneli kitabın başlangıcında Leyla'nın Evi'ni yazma fikrinin boğazda bir vapurda oluştuğunu anlatmış. Etrafına bir bakmış ki; kimi esmer, kimi sarışın, kimi Balkan tipli, kimi Orta Asya'lı...
İşte Livaneli bu insanlara bakıp şöyle düşünmüş:
"Kimi Balkanlar'dan, kimi Kafkasya'dan, kimi Orta Asya'dan, kimi Ortadoğu'dan, Hicaz'dan, Yemen'den, Kudüs'ten, Rusya'dan, Gürcistan'dan, Bosna'dan, Bulgaristan'dan kaçıp gelmiş. Burası bir sığınak. Kaçtıkları ülkelerde evlerini barklarını, bahçelerini, tarlalarını hatta arkalarından acı acı ağlayan kedi ve köpeklerini bırakmışlar. Geldikleri bu ülkede de kaçanların mülküne yerleşmişler. Rumların ve Ermenilerin evleri, bu evsiz barksız kalmış, ölümden zor kurtulmuş insanlara verilmiş. Yabancı evlere yerleşip tanımadıkları tarlaları sürmeye başlamışlar.
Dünyanın bu bölgesinin tarihi, birbirinin mülküne konma tarihi. Mücadelelerin, savaşların çoğunun altında mülk kavgası var. Boşalan evler, dolan evler, mülk davaları, insanoğlunun barınma ihtiyacı, başının üstünde bir çatı bulunması temel gereksinimi, tarih boyunca birçok trajediye yol açmış." 
Livaneli o gün o vapurda bunları düşünürken, yanına bir bakmış, iyi giyimli bir istanbul beyfendisi; karşısına bir bakmış, Osmanlı soylusu bir kadın; onun karşısında da mavi saçlı asi mi asi bir kız. Ve hiçbiri birbirini tanımıyor herkes kendi iç dünyasına dalmış oturuyormuş öyle. İşte Leyla Hanım, Roxy ve Ali Yekta Bey o gün Livaneli'nin hayatına böyle girmiş. Ve tabi sonra da bizim hayatlarımıza.

Zülfü Livaneli'nin yalın anlatımı, bu farklı hayatları ve renkli kişilikleri ortak paydada toplaması romanın su gibi bir solukta okunmasını sağlamış. Ayrıca İstanbul'u, boğazı, Cihangir'i o kadar güzel anlatmış ki, okurken istanbul turu yapıyorsunuz adeta.

İşte bu üç karakterin hayatlarına şahit oluyorsunuz ve okurken de bi bakmışsınsınız Leyla olmuşsunuz, bi bakmışsınız Roxy, bi bakmışsınız Ali Yekta.  En çok da Leyla oluyorsunuz. Ya da ben Leyla olmaya meyilli olduğum için öyle oldum.

İstanbul aşığıysanız, değişik hayatları merak ediyorsanız ve tabi ki kitap okumayı da seviyorsanız bence bu romanı siz de seveceksiniz.




18 Ocak 2016 Pazartesi

18 Ocak 2016


Ne güzel bembeyaz şehir...  Hatıra defterine "bana kalbin kadar beyaz olan bu sayfayı ayırdığın için teşekkür ederim.." cümlesiyle başlamak kadar masum görünüyor bugün İstanbul.

Onun gibi. En az o sayfa kadar bembeyaz her yer...

Ne güzel, ne huzurlu... Herkes olduğu yerde kalsa keşke ve kimse dokunmasa bu beyazlığa. En huzurlu yerde en sevdiği kişiyle olsa herkes bugün. Sıcacık evlerinde, birlikte pencereden bembeyaz şehri seyretseler. Kimse ama hiç kimse dışarı çıkmasa ve herkes şehrin sesten, kirlilikten arınmış bu manzarasına hayran hayran baksa. Huzur içinde olsa herkes.

"Bembeyaz bir başlangıç olsun bugün. Kirli günler geride kalsın. Yalansız, tertemiz devam edelim yaşamaya. Göründüğümüz gibi bembeyaz olalım." gibi güzel cümleler geçirsek içimizden. Umut dolu olsak hiç olmadığımız kadar.

Haberlerde, şehrin kirli görüntüleri, ölenler, yolda kalan insanlar olmasa bu sefer, hatta haberler de olmasa bugün. Haberciler de işe gitmesin. Dedim ya kimse dışarı çıkmasın bugün. Kötü insanlar da iyi insanlar da. Hiçkimse. Dünya dursun bugün. Herkes dursun. Bir duralım hepimiz. Sadece pencerelerimizden bakalım dünyaya ve bembeyaz şehri seyredelim. Sadece bugün...

Bir de güzel şarkılar dinleyelim. Meselâ şu şarkı gibi.

(Foto, Google görsellerden alınmıştır.)

13 Ocak 2016 Çarşamba

Mutluluk

Mutluluk üzerine düşünmek, onu anlamaya çalışmak yaşamımız boyunca yapmaktan kendimizi alıkoyamadığımız bir davranış olmuştur herhalde. E çünkü hep mutlu olmak isteriz ve bunun formülünü de arar dururuz doğal olarak.

"Sahi nedir mutluluk?" ve "sahiden hep mutlu olmak mümkün mü?" İşte, hayatımız sadece bu iki sorunun cevabını ararken şekilleniyor belki de.

Bazen yapamadıklarımızda gizlidir mutluluk bazen de yaparken mutlu olmayı unuttuklarımızda ve aslında bizler her iki şekilde de ıskalamış oluyoruz onu. Sonra da böyle o ıskaladığımız duygunun formülünü arayıp duruyoruz.

Bence mutluluk içimizin herkesten bağımsız olarak her şeye ve herkese rağmen özgürlük ve huzurla dolu olmasıdır. Eğer böyle hissediyorsak gerçekten mutluyuz demektir. İnsan kendi mutluluğunu başkalarında aramamalı. Başkalarına bağlı olan hayatında insan asla mutlu olup olmadığını anlamıyor çünkü. İnsan mutluluğundan ancak ve ancak yalnızken emin olabiliyor. Başkalarıyla yaşanan mutluluklar gelip geçicidir. Varlığı başkalarının varlığına bağlıdır çünkü.

İnsanoğlunun sosyal bir varlık olduğunu düşünürsek kendimizi başkalarından soyutlamak da imkansız evet ama belki de bu noktada mutluluk, kendimiz için yaptıklarımızla başkaları için yaptıklarımızın huzurlu dengesidir diyebiliriz. Başkaları için ne kadar ödün verebileceğimizi belirlediğimiz zaman ve kendimiz için de ne kadar bencilleşebileceğimize karar verdiğimizde mutluluğu yakalamamız mümkün olabilir.

Ya da mümkün değildir. Bilemiyorum. Ve belki de bu düşüncelerin hepsi boştur. Boşu boşuna uğraşıp duruyoruzdur bu saçma formülü bulmak için. İpler sandığımız gibi bizim elimizde değildir. Bu konuda bazı hastalıklı şüphelerim de var çünkü.

E baksanıza; dünya var olduğundan beri bir tarafta ağlayanlar, bir tarafta gülenler hep oldular. Bir tarafta mutluluktan havaya zıplayanlar bir tarafta mutsuzluğun dibine vuranlar aynı anda yaşamaya devam ettiler. Bu bir denge midir acaba? diye düşünürüm zaman zaman. Aranan formül bu olabilir mi gerçekten? (biliyorum aklım çok karışık)

Yani, evrendeki toplam enerji nasıl sabitse mutluluk oranı da öyle sabittir ve bizler de bu dengenin birer piyonuyuzdur belki ne dersiniz? Ve bu dengeyi sağlamak için de birileri gülerken başka birileri de ağlamak zorundadır. Bu yüzden de ne zaman çok gülsek "ay çok güldük, çok ağlayacağız" diyoruzdur, kim bilir? Olamaz mı?

Safça, filmler hep mutlu sonla bitsin isteriz ya, oysa ki mutluluk bir son değildir. Sonu olmayan bir histir. Bu yüzden de hiç bitsin istenmez aslında. Ama nedense hep yarım kalır. Ve sonra ummadığın anda kaldığı yerden devam eder, tabi bu söz konusu dengeye göre başka birileri mutsuzluğun dibindeyken devam edersin o yarım bıraktığın mutluluğa... Sonra mutsuz olma sırası sana gelir, daha sonra bir başkasına... Böyle devam eder. Hayat işte, çok garip... (Sizin de aklınızı karıştırdım di mi?)

E, bu kadar formülden sonra söyleyin bakalım; "Mutluluk nedir?"