Wikipedia

Arama sonuçları

Likya Turu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Likya Turu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2015 Çarşamba

Likya Turu 4.Gün (Belcekız, St. Nicholas Adası, Kelebekler Vadisi, Kayaköy)

Hatırlarsanız 3.gün, turumuzun en uzun mesafesi Kalkan-Kaş-Kekova bölgesini (yaklaşık 300km) gezmiştik ve çok yorulmuştum. 4.gün ise sanırım turun en kısa mesafesini yaptık. Çünkü o gün sadece Belcekız koyunda dolanıp durduk. Belki mesafe olarak yaklaşık 40 km dolaştık ama o günün sabahında yaptığım yamaç paraşütü ve daha sonra gezdiğimiz yerler beni milyonlarca kilometre uzağa, harikalar diyarına götürdü diyebilirim :) Paraşüt maceramı daha önce anlatmıştım bu yüzden şimdi size ondan sonra gittiğimiz yerleri anlatacağım.

Biz çılgın paraşütçüler (!) indiğimiz Belcekız plajında çılgın olmayan arkadaşlarımızla ve rehberimizle buluşup, tekneyle Belcekız koyunda yer alan Kelebekler Vadisi, St.Nicholas adası gibi doğa harikası yerleri gezdik.
Fotoda görüldüğü üzere sol tarafta duran durgun bir gölü anımsatan yer Ölüdeniz, sağ taraftaki daha canlı duran yer de Belcekız. Ölüdeniz'in aşağısında bulunan kulakçık da (lagün) en fırtınalı günlerde bile Ölüdeniz'in sakinliğini korumasını sağlıyor. Tabi bu jeolojik açıklama dışında daha romantik açıklamalar da var :)

Rivayet o dur ki; eskiden buradan geçen gemiler açıkta demir atar ve içme suyu almak için kıyıya sandallarla çıkarlarmış. Bir gün yaşlı bir kaptanın genç ve yakışıklı oğlu kıyıya çıktığında güzeller güzeli Belcekız'ı görmüş ve ona aşık olmuş. E Belcekız da boş durur mu? O da biscolata'dan hallice olan bizim oğlana pek tabii sevdalanıvermiş hemen. İşte bunlar gel zaman git zaman böyle cilveli cilveli bakışıp dururlar, su alıp vermece oynarlarmış birbirleriyle.

Bir gün denizde bir fırtına kopmuş, oğlan babasına denizde sığınabilecekleri havuz gibi bir koyun olduğunu söylemiş. Babası ise oğlunun Belcekız'la cilveleştiğini bildiği için oğlunun sevgilisini görmeyi bahane ettiğini zannederek ona çok kızmış ve o fırtınada kavga etmeye başlamışlar. O esnada gemi tam bir kayalığa çarpacakken kaptan bir kürek darbesiyle oğlunu denize atıvermiş ve sonra dümene yapıştığında da karşılaştığı manzara kaptanın içini kavurmuş, çünkü oğlu haklıymış ve o bahsettiği göl gibi olan koya girmek üzereymiş. Ama maalesef oğlu orada ölüvermiş.

Kayalıklarda sevdiceğinin yolunu bekleyen bizim Belcekız da oğlanın öldüğünü öğrenince "bundan gayrı yaşamak bana haramdır" diyerek kendini kayalıklardan atmış ve o da oracıkta can vermiş. İşte bu efsaneye göre; o gün bugündür kızın öldüğü yere Belcekız, oğlanın öldüğü yere de Ölüdeniz denmekteymiş.

Bilmiyorum bu hikayenin ne kadarı doğru? Ama böyle hikayeler dinleyince insan başka alemlere dalıveriyor. Ve anlatılan o yer sizin kalbinizde o efsaneyle özel bir yere sahip oluyor nedense. Hasanboğuldu gibi, Sarı kız ve daha niceleri gibi...

Neyse efsaneleri bir yana bırakıp gezimize kaldığımız yerden devam edelim.

Belcekız'dan tekneyle açıldık ve yine müthiş koylarda mola verdik, en güzel maviliklere kendimizi bıraktık. Tabi ben Ölüdeniz'de yüzme şansını yakalayamadım çünkü turumuz Ölüdeniz'de yüzme molası verdiği sırada ben yukarıda Ölüdeniz'in daha derinliklerine dalıyordum. (Ama ters açıyla :) )

İşte bu da İlknur'un gözüme gözüme soktuğu ben uçarken onun düz açıyla daldığı Ölüdeniz'de çektiği karelerden biri :(

Soru şu: yukarıdaki denizde yüzmek mi yoksa yamaç paraşütü yapmak mı? (Neden bazı sorulara "hepsi" diye cevap veremiyoruz?)  :( O zaman bu soruya şu aşağıdaki fotoyla cevap vererek kendimi avutmak istiyorum :)

İlknurlar Ölüdeniz'de yüzerken ben de bir ayağımı Ölüdeniz'e ötekini de Belcekız'a soktum işte. :)

Şimdi soruyu tekrar alayım: "Ölüdeniz'de yüzmek mi yoksa yamaç paraşütü mü?" cevap veriyorum: yine de "hepsi" demek isterdim!!! Ay içime dert olmuş benim ya, şimdi farkettim vallahi. :)

Yok yok gönül rahatlığıyla diyebilirim ki iyi ki uçmuşum, yine olsa yine aynı kararı verirdim. Küçükken böyle top şeklinde bir haritam vardı benim çevirir çevirir bakardım. Babadağ'dan atladıktan bir süre sonra bu manzaraya yaklaştığımda elimde o küre şeklindeki harita varmış ve orada Ölüdeniz'e dokunuyormuşum gibi hissetmiştim. Böyle söyleyince belki basit bir anlatım oldu ama bence "dünyaya dokunabilmek" kelimelerle tarif edilemeyecek kadar müthiş bir his.

Neyse bu müthiş hislerle biraz da Ölüdeniz'de yüzememiş olma ezikliğiyle Kelebekler Vadisi'ne adım atar atmaz kendimi arı ölüleriyle dolu denize atıverdim. Evet anlam veremedim ben de ama hayal kırıklığına uğradım maalesef. Gerçi rehberimiz Gökçen bizi Kelebekler vadisi hakkında uyarmıştı. Yani; "fazla bir beklentiniz olmasın" demişti ama zaten benim Ölüdeniz'i unutturacak bir denizden başka bir beklentim yoktu. O da olmadı. Bu sefer denize girmeyip vadinin yukarısını tırmananları kıskandım :)
Bilemiyorum belki günü birlik turların yoğun olduğu saatlerde gitmemizin etkisiyle, denizin de o anda pek iyi olmaması sebebiyle Kelebekler Vadisi bende tekrar gitme isteği uyandırmadı. Ama tabi belki kamp yapıp orada tatilini geçirenler için günü birlik turlar gittikten sonra daha cool daha dingin bir ambiyans olabilir.
Aslında burası sahip olduğu endemik (belirli bölgelerde yaşayan) canlı türleriyle de meşhurmuş. Örneğin kaplan desenli kelebekler varmış burada. Tabi ben insan ve ölü arı dışında başka bir canlı görmedim ama dediğim gibi etrafı gezmedim.  Tepelelere çıkanlar müthiş bir doğanın olduğunu söylediler.
Bir de bu aralar parmak arası terlik kazalarıyla da meşhurmuş bu vadi. Siz siz olun eğer yolunuz buralara düşerse ve şelaleye kadar  tırmanmak isterseniz deniz ayakkabısı ya da spor ayakkabıyla çıkın yola.
Kelebekler vadisinden ayrıldıktan sonra "atın beni denizlere, yalan dünya size kalsın" şarkısnı söylememe neden olan St Nicholas Adası (Noel Baba Adası) olarak da bilinen Gemiler Adası'nda yüzme molası verdik.

Bu adanın zirvesine ulaşanlar Ölüdeniz'i, Kelebekler Vadisi'ni, Göcek Körfezi'ni ve açık denizleri görebilirlermiş. Ama tabi ki ben sabah manzaranın alasını gördüğüm ve güzel bir denizde yüzme isteğiyle kavrulduğum için kendimi hemen bu güzelim sulara bırakıverdim.

Ama blogumu da unutmadım tabi; aklım bu sefer de manzarada kalmasın diyerek fotoğraf makinemi gruptan arkadaşlarımız olan Sinan ve Harun'a verdim. Biz yüzerken onlar da şu yukarıdaki ve aşağıdaki güzel kareleri çekmişler sağolsunlar :)
Ortaçağ denizcilerinin rehber kitaplarında Noel Baba'nın bir dönem burada yaşadığına dair çeşitli efsaneler bulunduğundan daha çok "St.Nicholas adası" olarak bilinen bu adanın M.S 240 lı yıllarda meydana gelen depremle sulara gömülen kısmında derin bir tarihin yattığı söylenmekte.

Ada son zamanlarda Japon arkeologların ilgisini de çekmiş ve yaptıkları çalışmalarda ortaya çıkardıkları kilise ve şapel kalıntılarında bu kilise ve şapellerin Aziz Nikola döneminde ve gözetiminde yapıldığına dair yazılar bulmuşlar ve böylece söylenen efsaneler doğrulanmış.

Alın size aklımın kaldığı bir yer daha! Burayı gezmek, o kalıntıları görmek çok isterdim doğrusu. Ama olsun, denizinde yüzmek de çok ama çok güzeldi. Hayat tercihlerden ibaretmiş, birkez daha anladım.
Bir iki koyda daha yüzme molası verdikten sonra tekrar Belcekız'a geri döndük.
Sabah yamaç paraşütü yapmış olmanın verdiği şapşallıktan etrafıma bakmadan tekneye atlamıştım ve neyi kaçırdığımın farkına dönüşte varmıştım  aslında ben. Döndüğümde gördüğüm bu güzel plaj aklımı başıma getirdi ve tekrar alıcı gözle ve imrenerek baktım oraya.
Anı olsun diye fotoğraflamakla yetinerek, başka zaman bir daha gelmeyi dileyerek bizi bekleyen otobüsümüze atlayıp serbest zamanımızı geçirmek üzere Kayaköy'e gittik sonra.
Dik bir yamacı boydan boya kaplayan evlerin kalıntılarına baktığımda bana Safranbolu'yu hatırlattı Kayaköy. Çünkü burada da birbirine saygı duyarak sıralanmıştı evler. Birbirlerinin güneşini ve manzarasını kesmeden.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan Rum mübadelesi sonucu binlerce insanın evlerini terk ederek doğdukları topraklardan ayrılmak zorunda kaldığı bu hayalet şehir, aradan bunca zaman geçmesine rağmen tüm insanlığa, savaşların sonuçlarının ne kadar acı sonuçlara yol açabileceğini ispatlamak istercesine dimdik ayakta duruyordu. Yıpranmış, sessiz, yıkık, dökük, terkedilmişti ama bu şehrin bir  ruhu vardı; 
acı çığlıklarla sessizliğe gömülen bir ruh. Bunu hissedebiliyorsunuz.

Kayaköy'de bir evin içine girdik, o kadar garip ki; bir zamanlar orada insanlar yaşıyordu, mutfağında çorbaları kaynıyor, o tahta döşemelerde çocuklar koşturuyordu. Ama şimdi boş, tıpkı bulunduğu köy gibi...

Bu garip ruh haliyle otobüse atlayıp Fethiye'de geçireceğimiz son akşamımızı geçirmek üzere dönüşe geçtik. Ay biz de terkedecektik buraları :(

Otobüste rehberimiz grubumuz çok aktif olduğu için o gece Marmaris'in meşhur gece klübü olan Arena'ya götürebileceklerini söyledi. İstekli olanlar vardı ama yeterli çoğunluk sağlanamadı. Çünkü ertesi gün yine erken kalkacaktık ve akşam uçağına kadar yoğun bir program bizi bekliyordu.
Biz akşam yemeğimizi yiyip duşumuzu aldıktan sonra öyle hemen uyumak da istemedik. Otelimizin önünden geçen minibüslerden birine atlayıp Fethiye'nin meşhur çarşısı Paspatur'a gittik.

Ara sokaklarda turladık,

Ve gecenin sonunda otele geri dönüp havuz başında çekirdek çitledik. :)

Vay be! Bu turun da sonuna yaklaştık, epi topu 1 günümüz kaldı. Sanki gerçekten tatilin son günü gibi hissedip hüzünlendim şu an :)

Son gün Gökova'nın muhteşem koylarına, Akyazı'ya, Kleopatra Adası'na gideceğiz. Müthiş yerler anlatacağım size. Beklemede kalın. Görüşmek üzere!



18 Eylül 2015 Cuma

Likya Turu 3.Günün Devamı (Kalkan-Kaş-Kekova)


Büyülü Saklıkent'ten otobüsümüze atladık ve yukarıdaki haritada görülen Kalkan, Kaş Üçağız Köyü  rotasını izleyerek Likya turunun otobüsle yaptığımız en uzun yolculuğunu gerçekleştirdik. Aslında bir gece önceki bar programı nedeniyle uykusuzduk, sabah da erkenden kalkıp Saklıkent'te bir hayli enerji sarfetmiştik. Otobüsle uzun bir yolculuk yapacağımızı öğrenince otobüste uyuruz diye hayaller kurmuştuk ama pencereden gördüğümüz muhteşem manzaralar buna müsade etmedi.
Pencereden böyle görüntüler akarken insan nasıl gözlerini kapatabilir ki? Olmaz, yazık olur...
Yol üzerinde ihtiyaç molası vermemiz gerekti. Mola verme sebebi olan ihtiyaçlar, penceresinde böyle manzarası olan bir yerde giderildi. İhtiyaç gideren herkes için bu ilginç bir deneyimdi :) Ve bu ilginç deneyimin ardından otobüsümüze atlayıp tekrar yolumuza devam ettik.
Güzel Kalkan manzarasını tepeden görünce dayanamdık tekrar bir fotoğraf molası verdik ama kapattığımız için siz şimdi arkamızdaki o muhteşem manzarayı bu fotoda göremiyorsunuz. Manzara için sizi bir aşağıdaki fotoya alalım lütfen...
Nasıl? Kalemle çizilmiş gibi değil mi? Ben burada hiç kıpırdamadan, sadece şu manzaraya bakarak saatlerce kalabilirim. Şu hemen önümde duran en tepedeki evin en üst katında yaşayan insanları çok ama çok kıskandım (muhtemelen de İngilizdir onlar). Uykum iyice açılmıştı. :)

İlginçtir ki Kalkan'ın sadece 150-200 senelik bir geçmişi varmış. En yukarıdaki haritada görmüş olduğunuz Meis adasından gelen tüccarlar tarafından kurulduğu sanılmaktaymış. 3000 yıl önce varlık gösteren Likya uygarlığının topraklarında olmasına rağmen o dönemlere ait herhangi bir kalıntıya rastlanamamış Kalkan'da.

Anlaşılan, uzun yıllar ulaşım zorluğu nedeniyle kendisini biz insanların gazabından korumayı başarmış. Günümüzde ise özellikle İngilizler'in başı çektiği yabancı nüfus ağırlıklı bir beşeri yapısı var. Biz de gelip geçerken böyle hayran hayran bakıyoruz işte :)

Kalkan'ın yaklaşık bir kaç km ilersinde yer alan meşhur Kaputaş plajında park yeri problemi nedeniyle duramadık.Bu nedenle burayı da transit geçtik. Rehberimiz bu kadar ilginin olması sebebiyle bu güzel plaja 15 yıl ömür biçti. E haklıydı; insan elinin değdiği güzel yerlerin sonu maalesef ortadaydı.

Hiçbir yere uğramadan bizi güzel koylara götürecek olan Kekova tipi teknemize binmek üzere Üçağız Köyü'ne gittik.
Bu sevimli köydeki limandan Kekova koylarını gezdiren tekneler kalkmakta. Biz de turumuzun bizim için hazırladığı tekneye binip Kekova koylarıyla, Batık Şehir'le ve Kaleköy'le tanışmak için denize açıldık.

Öğle yemeği ve yüzme için Hamidiye, Tersane, Soğuk Su ve Akvaryum koylarında mola verdik. Sıralamayı karıştırmış olabilirim, önemi yok. Bu tatilimde sosyal hesaplarımda check in yapmadığım için çok pişmanım.Gittiğim koylarda etiket yapsaydım kendimi "Soğuk su koyu çok soğuk bırrr!" filan gibi, bu yazıları yazarken bu kadar zorlanmayacaktım hatırlamakta. Neyse, siz bu kadar hatırladığıma şükredin :) Allahtan fotoğraflar var işte!
Ve Batıkşehir'e geldik. Aslında tamamen bir kara parçasıyken çökerek suların da yükselmesiyle adaya dönüşmüş Kekova. Öyle ilginç ki; şehrin yarısı su altında yarısı karada kalmış.
Kekova turu için tabanı cam olan tekneler varmış, bir daha gelirsem o teknelerle gezmek isterim.
Kekova adasında antik çağda gerçekleşen depremler sonucu su altında kalan tarihi kalıntıları gördük. Bu batık olan yerlerde dalış ancak özel izinle yapılabilmekteymiş.
Aslında depremden önce Kekova adasının sol tarafında kalan Simena ve Kekova bir bütünmüş. Ama deprem sonrası orta kısım çökünce şehir sular altında kalmış. Sonra Kekova adasının üzerine tekrar bir yerleşim kurulmuş ama yaklaşık 200 yıl sonra tekrar bir deprem olmuş ve bu sefer yarısı sular altında yarısı adanın üstünde olan bugünkü görüntüsüne kavuşmuş.

 Kekova kıyılarından Simena'ya doğru yaklaşırken sular altında kalmış Batık Şehir'deki pek çok yapıya garip duygularla baktık. Yaşanmışlıklar, hayat, dünya... ne garip!
Binlerce yıl önce pek çok yaşanmışlığı suların altına gömerek hala onların yasını tutar gibi bir sessizliğin hakim olduğu Kekova'nın karşısında "yıkılmadım ayaktayım!" dercesine capcanlı duran Simena tüm ihtişamıyla bize el sallıyordu. Tüm albenisine rağmen maalesef uğrayamadık oraya. Ama oraya dalmak, karış karış gezmek için nasıl yanıp tutuştum anlatamam. (Başka sefere inşallah!) 
 Kaleköy hakkında pek çok şey duydum ama şimdi anlatmayacağım, çünkü buraya bir kez daha gidip ayrı bir post hazırlayacağımı hissediyorum :)
 Şu kaleye tırmanıp Batık Şehir'e oradan bakacağım.

Kaleköy'e iç çeke çeke panoramik olarak el salladıktan sonra tekrar Üçağız Köyü'ne geri dönüp otobüsümüze bindik ve serbest zamanımızı geçireceğimiz Kaş'a doğru yöneldik.
                         Veee en sevdiğim zaman Serbest Zaman! :)
 Kaş'a gelince adetmiş; buzlu badem yenirmiş. Ama ben dondurma yedim, ne bileyim daha mantıklı geldi :) Bu arada dondurmanın tadı hala damağımda...
 Burada eskiden Kaş'ın tüm su ihtiyacının karşılandığı su sarnıcı olduğunu duydum. Gidip bakalım dedik. Bizim Yerebatan gibi hayal etmeyin, o kadar küçük ki; içeriye ancak tek tek girebiliyorsunuz.
Simena için hissettiklerimi Kaş için de hissettim. (Dilek buralara tekrar gelip, doya doya gezmelisin!)

O kadar yorgunduk ki (hiç selfie çekmemişiz anlayın artık!) Kaş'ta bir bankta oturup o lezzetli dondurmayı yedikten sonra otobüsün olduğu yere gidip otelimize gitmek için serbest zamanın bitmesini bekledik ilk defa.

Dönüş yoluna geçince yine aynı güzel manzaralar ayılttı bizi tabi :) Ertesi günün programı yapıldı; sabahtan, yamaç paraşütüne gidecek olanların son istekleri soruldu :) Ben, yamaç paraşütüne gidecek 14 kişinin isimlerinin Fethiye'de birer koya verilmesini önerdim :) Şapkamı İlknur'a, fotoğraf makinemi Kadir'e vasiyet ettim. :) Aramızda böyle şakalaşmalar geçerek otele vardık ve yemeğimizi yiyip erkenden yattık.

Yamaç paraşütü maceramı daha önce anlatmıştım, biliyorsunuz. Biz paraşütçüler(!) uçtuktan sonra turumuzla Ölüdeniz'de buluşup yine çok güzel yerlere gittik. Nerelere mi? İnanın şu an ben de hatırlamıyorum :) Ama fotolara bakınca hatırlayacağım merak etmeyin. İşte o fotoğraflarla en kısa sürede geri döneceğim. Bekleyiniz...

  

15 Eylül 2015 Salı

Likya Turu 3.Gün (Saklıkent Kanyonu)

Yaşadığın şehirde bıraktığın sıkıcı hayatından uzakta, her güne yeni yerler keşfedecek olmanın heyecanıyla uyanmak gezentilerin gezenti olma sebebi olsa gerek. :) Gece yatarken en sorumsuz halinle "yarın nerelere gidecektik biz ya?" diyerek tatlı bir merakla uykuya dalmak var ya hani, işte o bağımlılık yapan bir his. (Tabi biz o bağımlılığı senede 2-3 hafta yaşıyoruz o ayrı :) )

Yine bu bağımlısı olduğumuz, sorumsuz ama mutlu eden duygularla uyanmıştık tatilimizin 3. sabahında. Üstelik bende, ekstra bir sevinç daha vardı; çünkü o günkü programda en merak ettiğim, çevremdeki insanların anlata anlata bitiremedikleri yerler vardı göreceğimiz; Saklıkent Kanyonu, Kalkan, Kaş, Kekova...

Kalkan, Kaş, Kekova'yı bir sonraki yazıya erteliyorum. Bugün size sadece Saklıkent'i anlatacağım. Bütün yerleri aynı posta koymaya kalktığımda uzun oluyor sıkılıyoruz sonra di mi? :)

Güçlü akan ırmakların kalkerli yapıdaki kayaları aşındırması sonucu oluşan derin vadilere deniyormuş kanyon. Saklıkent de Akdağı'ın eteklerinde uzunluğu yaklaşık 18 km, yüksekliği zaman zaman 600 metreyi bulan, içinde gizemli bir dünya barındıran bir kanyon işte.

Saklıkent'in bir ilginç tarafı da yaklaşık 25 yıl önce keşfetmemiz; ki bu da ismini açıklayan özelliğidir herhalde :) Çoban Ekrem'in kaçan keçisini ararken bu muazzam yapıyı bulduğu söylenmekte. Hatta biz de oraya giderken Ekrem bey'in evinin önünden geçtik, ilginçti ki; evi satılıktı. :)

Kanyonun tabanı şiddetli akan suyla dolu. O suda yürümek gerçekten çok zor. O yüzden acıtmayan, kaymayan ve tabanı kalın olan deniz ayakkabılarıyla yürümek gerekiyor. Ayrıca rehber üzerimize hiçbirşey almamızı da söyledi. Yanıma fotoğraf makinesi almamak dışında bütün tavsiyeleri dinledim. Fotoğraf makinemi de boynuma astığım için çok zorlanmadım. Demir çubuklarla yamaca tutturulmuş asma köprüden yürüyerek her yerinden suların fışkırdığı "Köşk" denilen dinlenme yerine ulaştık.
Sonra Kanyon'a devam etmek için karşıdan karşıya geçmemizi sağlayan bir halata tutunarak belimize kadar buz gibi akan suya batarak yürüdük.
Tabi bu batma çıkma, kayma, her tarafına buz gibi sular foşurdama olayları herkesi zorladığı kadar çok da eğlendirdi.
Ama olmaz ki böyle! Biraz inandırıcı pozlar vermek gerekir. Bkz:
Arkamda kikirdeyen İlknur olmasa bu amazon pozum inandırıcı olabilirdi aslında.:)
Su zaman zaman sığlaşıyor, o zaman daha rahat yürüyorsunuz tabi, ama zemindeki kaygan taşlar size kendisini hiç unutturmuyor. Tüm dikkatinizi onlara yoğunlaştırmak zorunda kalıyorsunuz. Hele ki bir de rehberi dinlemeyip, yanınıza telefon, fotoğraf makinesi de götürdüyseniz...
Eğer yanınızda deniz ayakkabısı yoksa dert etmeyin! Kanyon'un hemen girişinde 2-3 TL'ye bu kara lastikleri kiralayabiliyorsunuz. Kullananlar oldukça rahat olduğunu söylediler :)
Biz bu pozu verirken önümüzden bilinçli bilinçli geçen baretli turistler bize şaşkın şaşkın bakıyorlardı :)
İnsan karlı suların, binlerce yılda eriterek oluşturduğu bu kayaların arasındayken kafasını yukarıya bir an çevirse tuhaf duygulara kapılabilir. Hatta ürkebilir.
Biz grup olarak lay lay lom gittiğimiz için farkına varmamışım ama şimdi tekrar şu fotolara bakıyorum da; yahu biz ne büyük bir tehlike atlatmışız, bence yamaç paraşütü yapmaktan bile daha tehlikeli orada bulunmak!" :))

Tabi oradayken bunun farkında değildik, çok eğleniyorduk :)
E etrafta gördüğümüz güzellikler karşısında büyüleniyorduk da...
18 km uzunluğundaki kanyonun içinde irili ufaklı 20'ye yakın mağara bulunmaktaymış. Ama bugüne kadar tüm parkurları tamamlayabilen olmamış. En fazla 7-8 km kadar ilerleyip geri dönüyorlarmış.
Yerli yabancı tüm turistlerin ilgisini çeken kanyonda ilerledikçe her bir köşede farklı bir güzellikle karşılaşıyorsunuz. Kim bilir derinliklerinde neleri barındırıyordur?
Biraz fazla ilerleyen insanlar muhteşem şelaleler görüyorlarmış. Biz de ancak şu kayların arasından fışkıran şelalemsi su kaynağını gördük işte :) Ay bi mutlu olduk sormayın :)
Çünkü anca 750 metre kadar gidebilmiştik ve  küçücük de olsa şelale görmüştük :) Artık gönül rahatlığıyla  dönebilirdik. Ve aynı zorlu yolları bata çıka, foşurdaya foşurdaya geri döndük.

Gerçekten çok ilginç bir deneyimdi. Muhakkak görülmesi gereken bir yer burası. Herkes bu doğa üstü yeri görmeli ve doğanın nasıl bir güce sahip olduğunun farkına varmalı.  Ha tekrar gider miyim? Şu fotoğraflara tekrar baktıktan sonra tabi ki hayır! :))) Çılgınlık bu dostum! :)))

Çılgınlık demişken; o gün, başka bir çılgınlık daha yapıp yamaç paraşütü yapmaya karar verdim :)  Ertesi gün, sabahtan yapılacak olan çok istediğim yamaç paraşütü ekstra programına adımı yazdırdım.

Ve Fethiye ile Kalkan sınırında bulunan bu büyülü yerden ayrıldıktan sonra otobüsümüze atlayıp mavinin büyüsüne kaldığımız yerden devam ettik. Kekova tekne turumuzu bir sonraki yazımda anlatacağım. Görüşmek üzere...