Wikipedia

Arama sonuçları

kişisel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kişisel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ağustos 2018 Perşembe

Bugün Bayram

Bugün 37 yaşımda, bir bayram sabahında tesadüfen rastlayıp dinlediğim bu şarkı beni hüngür hüngür ağlattı.

İçinde barındırdığı hüzünden mi, bugüne kadar bu şarkıyı anlamadan dinlemiş olduğum için mi bilmiyorum ama oturdum ve hüngür hüngür ağladım.

Her bayram sabahı annemi öperken neşeli bir şekilde nakaratını söylediğim bu şarkıyı bugün ilk defa söyleyemedim. Boğazım düğümlendi... Sadece hüngür hüngür dinledim.


"Sen gittin gideli
  İçimde öyle bir sızı var ki
  Yalnız sen anlarsın
  Sen şimdi uzakta
  Cennette meleklerle
  Bizi düşler ağlarsın

  Bugün bayram
  Erken kalkın çocuklar
  Giyelim en güzel giysileri
  Elimizde taze kır çiçekleri
  Üzmeyelim bugün annemizi

  Sen yaz geceleri
  Yıldızlar içinden ara sıra
  Bize göz kırparsın
  Sen soğuk günlerde
  Kalbimi ısıtan en sıcak anımsın

  Bugün bayram
  Erken kalkın çocuklar
  Giyelim en güzel giysileri
  Elimizde taze kır çiçekleri
  Üzmeyelim bugün annemizi

  Bugün bayram
  Çabuk olun çocuklar
  Annemiz bugün bizi bekler
  Bayramlarda hüzünlenir melekler
  Gönül alır bu güzel çiçekler"

(Herkese iyi bayramlar  ve sakın üzmeyin annenizi)


9 Mayıs 2018 Çarşamba

Anneler Günü


Annem sağ iken de hüzünlendiğim bir gündü aslında. "Bir gün onu kaybedeceğim" korkusunu bana yaşatırdı her zaman. Annesini kaybetmiş ve hatta hiç tanıyamamış çocukları düşünürdüm televizyonda "annenize ne aldınız?" diye soran reklamlara baktıkça.

Sonra varlığına şükrederdim canım annemin. Ne kadar şanslı olduğumun farkına varır, gider sarılırdım boynuna, kokusunu içime çekerdim. Kokusu... Annemin kokusu... Çiçek desem değil, şeker desem değil, anne kokusu işte... Hani içine öyle güven dolduran, varlığını tamamlayan, sıcacık olan. "Kokunun da sıcağı mı olur?" demeyin, olur... Şu an burnumda tüten o koku, sıcacıktı.

Anneler gününün başlangıcı da bu hasreti ve bu hüznü barındırmıyor mu zaten? Bir çocuğun annesinin ölüm yıldönümüdür, anneler günü aslında. Onu hatırlamak, yad etmek istemesidir. Bu yüzden hüzünlü bir gündür, es de geçemeyiz bugünü ama çok da karnaval gibi kutlamaya gerek yok bence.

Ben otuz beş yaşında annesini kaybetmiş halimle hüngür hüngür ağlarken, çok küçük yaşta anne şefkatinden yoksun kalmış bebeler ne yapar acaba bu günde? Damla'yı düşünüyorum, bana bir şey olsa...? Yok yok düşünmek bile istemiyorum. Kızım olunca ölümden de korkmaya başladım... Annelik böyleymiş işte.

Bu annemsiz geçirdiğim ikinci, Damla'yla geçirdiğim ilk anneler gününde böyle karmaşık ruh halindeyim. Annem öldüğünden beri hep böyleyim zaten. Her mutluluğumda biraz da hüzün barındırıyorum. Mutluluklarım da hayatım gibi eksik hep.

Annesizlik çok zor! Böyle günlerde de zor, diğer günlerde de.  Genel olarak annesiz hayat çok zor! Bu durum, bugünde hatırladığım, düşündüğüm, dile getirdiğim bir şey değil. Benim aklımda hep olan bir gerçek. Annesizlikten yakınmadığım bir günüm yoktur herhalde.

Bu yüzden annesi hayatta olanlar, biz öksüzleri boşverin, koşun gidin annenize doya doya, koklaya koklaya sarılın. Hayat çok kısa, birlikte kaç anneler günü kutlayacaksınız ki? bir düşünün. Ben bilebilir miydim 2016 Anneler Günü'nün birlikte geçirdiğimiz son anneler günü olduğunu? Ona aldığım son hediyenin ütü olacağını ve hiç kullanamayacağını?

Bir de ben anne olamayan ama içinde bu duyguyu dibine kadar taşıyan, yavrularına hasret kalan ya da evlatlarını yukarılardan bir yerlerden izleyen tüm melek anneleri de anmak ve sevgiyle kucaklamak istiyorum.

Ve canım annem... O burnumda tüten kokunu içime çeke çeke hasretle öpüyorum seni. Seni çok seviyorum canım annem. Anneler günün kutlu olsun!

Bir gün kavuşmak dileğimle, seni çok özledim...

30 Aralık 2017 Cumartesi

Hoşgeldin 2018


En son yeni yıl yazısını 2016'ya girerken yazmışım. Ama değişiklik olsun diye 2015'e ithafen yazmayı tercih etmişim. Güzel bir yıldı benim için çünkü, bol gezmeli, sağlıklı ve mutlu bir yıldı. Annemin dizlerinin dibindeydim. Gökhan'la yeni tanışmıştık bir de. Annemi kaybedeceğim içime doğmuş gibi 2015 hiç bitmesin istemişim sanki. Tuhaf...

Bu yıl 2018 i güzel karşılamak istedim. Yılbaşı ağacı bile aldım. Noel baba şapkası, süsler falan. Evi de bir güzel temizledim. Kısmetse hiç sevmememe rağmen kabak tatlısı bile yapacağım yarın bereket olsun diye. Annem gibi...

Sevim Damla'nın ilk yılbaşısı olacak bu yıl, Allah kısmet ederse onunla her sene böyle güzel karşılamak istiyorum yeni yılı. Böyle hatırlasın hep.

2017'yi de güzel uğurlamış oluruz diye düşündüm hem de. 2017 bana yaşama sevincimi yani kızımı verdi çünkü ona minnettarım. Hamişlik ve doğum anılarımı barındırıyor, hep hatırlayacağım kendisini :)

Sanırım bu yazı, yılın son postu olacak ve 24'te kalmış olacağım. 2018'de hepimize sağlık, mutluluk, şans, huzur, para, iyilik, güzellik gibi dileklerimin yanında bloguma da bol postlu bir yıl diliyorum ayrıca :)

Neyse efendim, uzun lafı kısası; herkese en az kızımın gülücükleri kadar güzel bir yıl diliyorum :)

11 Aralık 2017 Pazartesi

Canım Annem'e

Canım annem;
25 Kasım'da buralardan göçeli tam bir yıl oldu.  Ve sen, bir yıldır gözümde her an akmaya hazır bir damla olarak kaldın aslında, burnumda hiç geçmeyen sızı, boğazımda ölene kadar benimle kalacak düğüm, yüreğimde de asla sönmeden yanan bir ateş olarak yaşamaktasın zaten.

Ve ben ne zaman ki tek başıma kalsam, burnum o sızıdan kırılıyor, gözlerimdeki o damla sele dönüşüyor, boğazımdaki düğüm beni boğuyor, yüreğimdeki ateş de harlanıyor ve senin yokluğunu tepeden tırnağa yeniden hissediyorum. Bu yüzden artık yalnız kalamıyorum.

Acın, söylenenlerin aksine zamanla azalmadı. Böyle, hiçbir şey olmamış gibi yaşadığıma, yeri geldiğinde güldüğüme, hatta geleceğe dair hayaller kurduğuma bakma. Ben vakit gelince sana kavuşacağımı bilerek yaşıyorum annem. Yoksa dayanmak mümkün değil ki yokluğuna. Boşluğun o kadar büyük, o kadar doldurulamaz ki... Ve ben o boşlukta sensizlikten o kadar boğuluyorum ki...

Anlatmak istediğim çok şey var;

sesini özledim meselâ, muhabbetini özledim, kahkahanı, esprilerini, birlikte aynı şeylere gülmeyi, öfkelenmeni... ne bileyim karşılıklı kahve içmeyi, kahve fincanını tutuşunu bile o kadar özledim ki...

Sonra; yemek yaparken seni izlemeyi, beraber iş yapmamızı, alışverişe çıkmamızı, birlikte tv izlemeyi, sinemaya gitmeyi... Bir yere gittiğimde beni sürekli arayıp ne zaman döneceğimi sormanı, telefonumun "Annem" diye çalmasını, mercimekli köfteni, domatesli pilavını, rahat yiyelim diye karpuzu, çekirdeklerini ayıklayarak doğrama inceliğini, uyuduğumda üstümü örtmeni, benim için endişelenmeni...

Meğer hepsi ne kıymetliymiş de bilememişim güzel annem.

Şimdi aynı endişeleri ben de Damla için yaşıyorum. Ben sen oldum sanki, Damla da ben...

Ve evet Damla, çok istediğin ama göremediğin torunun. Şimdi ona hep seni anlatıyorum annem. Tam da senin istediğin gibi bir bebek oldu. Ona her baktığımda diyorum ki "ah anacığım olsaydın da görseydin çıldırırdın herhalde"

Sen hep derdin ya; "Ben hep Aynur'un torunlarını seviyorum, kendi torunlarımı ne zaman seveceğim?" diye, biliyor musun şimdi de teyzem senin torununu seviyor annem, Damla da onu çok seviyor, onların ilişkisi bana da iyi geliyor, sanki sen seviyormuşsun gibi...

Canım annem, bunları anlatıyorum belki özlemim bir nebze de olsa azalır diye, yoksa bizi izlediğini, bizimle olduğunu biliyorum, böyle düşünmesem yaşayamam çünkü.

Neyse, uzun lafın kısası; seni çok özledim güzel annem...

(Amacım 25 Kasım'da bitirmekti ama yazarken her satırında ağlama krizine tutulduğum için bu yazıyı bitirmek bugüne kısmetmiş.  )


13 Ocak 2017 Cuma

Merhaba Hayat

Hayat gerçekten çok garip. Bazen çok yavaş bazen de çok hızlı... Ama sürekli akıyor. 2016'nın son yarısına, bir insanın ancak 5-10 yılda yaşayabileceği acı, tatlı pek çok şeyi sığdırdığımı söyleyebilirim. Ve bu sığdırdıklarım da bana şunu öğretti ki; sen ne kadar plan, program yaparsan yap hayat seni gitmen gereken yerlere zaten sürüklüyor. Ve evet her tesellide söylendiği gibi de hayat en vurdum duymaz haliyle devam ediyor.

Belki gecikmiş bir yıl sonu değerlemesi olacak bu ama konuyu nasıl bağlayacağımı bilemediğimden böyle başladım yazıya.

  2016'da acı tatlı pek çok şey yaşadım evet. Evlilik kararı aldım, sözlendim, nişanlandım, evlendim, annemin hastalığını öğrendim ve annemi kaybettim. Tüm bunları son altı ayda yaşadım.

" 6 ayda bir insanın hayatı bu kadar değişebilir mi?" diye şaşkın şaşkın dolaşırken son haftalarında da midemdeki kıpırtılar hayatımın daha fazla ne kadar değişeceğini göstermek istercesine mutlu bir haberi müjdeledi bana ve 2016 buruk bir sevinçle uğurlattı kendisini...

Bazen çok acımasız olsan da yine de inadına Merhaba hayat!

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Mola

Biliyorum çok meraktasınız. Uzun zamandır sesim çıkmıyor, neredeyim, neler yapıyorum, evlilik hazırlıklarım nasıl gidiyor çok merak ediyorsunuz di mi? Ya da etmiyorsunuz da ben kendimi fazla önemsiyorumdur ne bileyim? Ama olsun, merak etseniz de etmeseniz de ben anlatacağım işte bana ne :) Alışık olmadığım kulvarlarda koşturmaya biraz ara vermeye, alışık olduğum kulvarlara dönüp anlatmaya, yazmaya, çizmeye kısaca bir molaya çok ihtiyacım var çünkü. Çok ayrı düştüm blogcuğumdan, çok özledim şu beyaz sayfada tatlı tatlı pır pır eden imleç şeysiyle cümleler kurmayı, yazıp çizmeyi, sevdiğim blogları okumayı, yorumlaşmayı...

Size şimdi pek bi şey anlatamayacağım. Sadece uğrayıp selam vermek, iyiyim ben, yaşıyorum demek ve burada vakit geçirmek istedim. Aslında anlatmayı istediğim çok şey var ama nasıl toparlamam gerektiğini hâlâ bilmiyorum. Hayatım biraz dinginleşsin, sular durulsun, toparlayıp paylaşacağım en kısa sürede merak etmeyin olur mu? Az kaldı, sadece bi kaç aycık daha... sabır...  Sonradan hatırlanınca, keyifli keyifli anlatılacak çok güzel anılar biriktiriyorum diyelim şimdilik. Tabi bunları biriktirmek, biriktirildiği anda pek keyifli olmuyor ama eminim anlatılınca öyle olacak.

Hayatım boyunca, benim zamanla hep bir sorunum  olmuştu zaten ama bu aralar öyle böyle değil, kanlı bıçaklıyız kendisiyle. Hani ele avuca gelen bi şey olsa, bi kaşık suda boğacağım keratayı. Neyse bana yine kaş göz ediyor. Tamam ya gidiyorum işte. Ben yine bunaldıkça kaçar gelirim. (Siz de birer selam çakın bana, neler yapıyorsunuz bakiim?)






20 Nisan 2016 Çarşamba

Sürprizlerle Dolu Büyükada Gezisi

Sevgili blogcuğum,
havalar tam da istediğimiz kıvama gelmeye başladı çok şükür. Kışın içine saklandığımız o sıkıcı kabuktan kurtulmamız ve kendimizi yine yollara vurmamız lazım artık.

Hal böyleyken ben de ufaktan bir antrenman yapalım istedim ve kendimi Büyükada'da buldum.


Vapurdan inip adaya ayak bastığımızda sudan çıkmış balık gibi olduk. Ne yapsak ne etsek bilemeden hemen iskelenin karşısındaki kafelerden birine kendimizi atıp birer çay söyledik ve yanımıza azık olarak aldığım kendi elceğizlerimle yaptığım o muhteşem eserlerimden biraz tırtıklayarak etrafı ve gelen geçenleri izledik.

Adaya gelmeden önce birkaç blog okumuştum ve hepsinden çıkardığım sonuç şöyleydi:

Büyükada'da yapılması gerekenler:

1- Aya Yorgi'ye çıkmak
2- Faytona binmek
3- Bisiklete binmek -
4- Dondurma yemek
5- Ali baba'da balık yemek

Evet genelde yazılanların özeti buydu. Ama tüm bunların yanında yapılması gereken en önemli şey (ki bunun için hiçbir çaba harcamaya gerek yok, o kendiliğinden oluyor zaten) anın tadını çıkarmaktı. Çok değil 20 dakikacık uzağımızda kalan şehrin keşmekeşliğinden, araba egzosundan, korna sesinden kaçmış insanları izlerken, kendimizi uzakta çoooook uzakta bir tatil beldesindeymiş gibi hissetmek en güzeliydi ve en özleneni...

Böyle hissetmemizi biraz da adadaki güzel mimariye ve her biri ayrı bir ruha sahip evler sağlıyordu.

Bisiklete mi binsek, yürüyerek mi turlasak, faytona mı binsek? İşte adada insanın kafasını en çok karıştıran sorular. Biz de bu konuda çok tereddüt yaşadık. Basında çok tepki gösterildiği için ilk başta faytona binmek istemedik ama sonra o yokuşu gözümüz kesmedi ve başka ulaşım aracı olmadığı için ne yazık ki buna mecbur kaldık.
Tur yapmadık ama Aya Yorgi'ye çıkmak için Lunapark denilen yere kadar faytonla gittik (iskeleden buraya 35-TL ödeniyor) ve enerjimizi o dik yokuşa sakladık, ki iyi ki de öyle yapmışız.
Adadan manzaralar...
Adanın dik yokuşlarının kahrını çeken faytonlar her şeye rağmen buranın ruhunu yansıtan en özel unsuruydu bence.

Gezdirecekleri turistleri bekliyorlar.
İşte Aya Yorgi'ye gitmek isteyenlerin faytonla gidebilecekleri son durak Lunapark denilen bu meydan. Biz de buraya kadar faytonla geldik ve o meşhur patika yolu tırmanmaya başladık.
Tırmandık tırmanmasına da... E insan onca yokuşu çıkıp da böyle küçücük bir yapıyla karşılaşınca bozulmuyor değil hani. Yani, Sümela gibi bir yapıyı hayâl ediyorsun ister istemez ama kan ter içinde tırmandığın o yokuşun sonunda insanı asıl etkileyen şey, o tepeye adını veren bu minik manastır değil de tüm adaları ve İstanbul'u izlemeye doyamadığımız şu müthiş manzarası oluyor. 
Muhteşem değil mi? Bence de öyle... 

Ve buraya gelirken de o dik yokuşu tırmanırken de bunun farkında değildim ama burası benim hayatımda çok önemli bir yere sahip artık. 

Neden mi? Şimdi bunu sana nasıl anlatsam bilemiyorum blogcuğum? Son günlerde biliyorsun ki sana fazla vakit ayıramıyorum. Aslında bunun sebebi de bu anlatacağım şeyde gizli biraz. Ama, evet bir açıklama yapmam gerek artık ve bunu nasıl yapmam gerektiği konusunda halâ hiçbir fikrim yok. Tamam kelimelerle anlatmaktan vazgeçtim ve sanırım şu iki fotoğraf sana her şeyi açıklayacak...


:)
İşte böyle blogcuğum... Aya Yorgi'ye çıkarken biri bana evlenme teklifi alacağımı söyleseydi asla oflamaz, puflamazdım ve koşa koşa tırmanırdım o yokuşu :) (Bu arada yokuşu tırmanırken Gökhan'ın neden hiç oflayıp puflamadığını da anlamış oldum :) )


17.04.2016 Pazar


13 Ocak 2016 Çarşamba

Mutluluk

Mutluluk üzerine düşünmek, onu anlamaya çalışmak yaşamımız boyunca yapmaktan kendimizi alıkoyamadığımız bir davranış olmuştur herhalde. E çünkü hep mutlu olmak isteriz ve bunun formülünü de arar dururuz doğal olarak.

"Sahi nedir mutluluk?" ve "sahiden hep mutlu olmak mümkün mü?" İşte, hayatımız sadece bu iki sorunun cevabını ararken şekilleniyor belki de.

Bazen yapamadıklarımızda gizlidir mutluluk bazen de yaparken mutlu olmayı unuttuklarımızda ve aslında bizler her iki şekilde de ıskalamış oluyoruz onu. Sonra da böyle o ıskaladığımız duygunun formülünü arayıp duruyoruz.

Bence mutluluk içimizin herkesten bağımsız olarak her şeye ve herkese rağmen özgürlük ve huzurla dolu olmasıdır. Eğer böyle hissediyorsak gerçekten mutluyuz demektir. İnsan kendi mutluluğunu başkalarında aramamalı. Başkalarına bağlı olan hayatında insan asla mutlu olup olmadığını anlamıyor çünkü. İnsan mutluluğundan ancak ve ancak yalnızken emin olabiliyor. Başkalarıyla yaşanan mutluluklar gelip geçicidir. Varlığı başkalarının varlığına bağlıdır çünkü.

İnsanoğlunun sosyal bir varlık olduğunu düşünürsek kendimizi başkalarından soyutlamak da imkansız evet ama belki de bu noktada mutluluk, kendimiz için yaptıklarımızla başkaları için yaptıklarımızın huzurlu dengesidir diyebiliriz. Başkaları için ne kadar ödün verebileceğimizi belirlediğimiz zaman ve kendimiz için de ne kadar bencilleşebileceğimize karar verdiğimizde mutluluğu yakalamamız mümkün olabilir.

Ya da mümkün değildir. Bilemiyorum. Ve belki de bu düşüncelerin hepsi boştur. Boşu boşuna uğraşıp duruyoruzdur bu saçma formülü bulmak için. İpler sandığımız gibi bizim elimizde değildir. Bu konuda bazı hastalıklı şüphelerim de var çünkü.

E baksanıza; dünya var olduğundan beri bir tarafta ağlayanlar, bir tarafta gülenler hep oldular. Bir tarafta mutluluktan havaya zıplayanlar bir tarafta mutsuzluğun dibine vuranlar aynı anda yaşamaya devam ettiler. Bu bir denge midir acaba? diye düşünürüm zaman zaman. Aranan formül bu olabilir mi gerçekten? (biliyorum aklım çok karışık)

Yani, evrendeki toplam enerji nasıl sabitse mutluluk oranı da öyle sabittir ve bizler de bu dengenin birer piyonuyuzdur belki ne dersiniz? Ve bu dengeyi sağlamak için de birileri gülerken başka birileri de ağlamak zorundadır. Bu yüzden de ne zaman çok gülsek "ay çok güldük, çok ağlayacağız" diyoruzdur, kim bilir? Olamaz mı?

Safça, filmler hep mutlu sonla bitsin isteriz ya, oysa ki mutluluk bir son değildir. Sonu olmayan bir histir. Bu yüzden de hiç bitsin istenmez aslında. Ama nedense hep yarım kalır. Ve sonra ummadığın anda kaldığı yerden devam eder, tabi bu söz konusu dengeye göre başka birileri mutsuzluğun dibindeyken devam edersin o yarım bıraktığın mutluluğa... Sonra mutsuz olma sırası sana gelir, daha sonra bir başkasına... Böyle devam eder. Hayat işte, çok garip... (Sizin de aklınızı karıştırdım di mi?)

E, bu kadar formülden sonra söyleyin bakalım; "Mutluluk nedir?"



30 Ağustos 2015 Pazar

Ölüdeniz'de Kanatlanmak (Likya Turu Babadağ'da Yamaç Paraşütü)



Yine bir maceramla karşınızdayım blogdaşlarım. Likya bölgesini turladık bu sefer. Turla ilgili postlar hazırlayacağım daha sonra ama şu an sizlerle benim paylaşmak için sabırsızlandığım başka bir konu var.

Ne zamandır aklımda olan, durup durup Youtube'dan daha önce deneyim yapanların videolarını izlememe neden olan yamaç paraşütü yaptım nihayet. Evet Babadağ'ın 1700 metrelik noktasından Ölüdeniz'e doğru özgür kuşlar gibi süzülerek uçuverdim. İşte şu yukarıda görmüş olduğunuz manzara da benimle birlikte uçan pilotun kamerasından çekildi. Bu manzarayı canlı canlı izlemek inanın muhteşemdi. Üstelik uçakta olduğu gibi herhangi bir çerçeve, cam ya da motor sesi yoktu.

Tabi böyle düşününce kuşları çok kıskanıyor insan. Biz bu mutluluğa erişmek için paralar döküp herhangi bir aksilik çıkar mı düşüncesiyle, korkarak ve daha önce hiç tanımadığın, kura çekerek tanıştığın bir adamla uçarken onlar özgürce istedikleri yere tek başlarına kanat çırparak ulaşıyorlar. Bizim neden kanatlarımız yok, neden ama neden, neden? :)


Aaaa burada bi kanat buldum takıp uçayım o zaman :)

Gökyüzünde uçarken o muhteşem özgürlük hissi "belki biraz eğitimle single da uçabilirim" şeklindeki cesur yürek vari düşüncelere de sebep olabiliyor.Özgürlük böyle bir şey olsa gerek; hiç kimseyle paylaşmak istemiyorsunuz işte. Tandem uçuşla kuşlardan orta hallice hissettiğim bu uçuşu tek başıma yapabilme düşüncesi bile beni daha çok havalandırıyordu sanki. Evet, evet tek başıma da uçabilirim, belki bir gün...

Yamaç paraşütü yapmadan önce insanların çekindiği 3 konu var: birincisi düşme ihtimali, ikincisi ücreti, üçüncüsü de pilotun arkada olması sebebiyle pilotun kucağında oturuyormuş gibi bir görüntü vermek :) (ya da bu saçma detaya takılıp gereksiz muhabbet yapanlar)

İlk iki mevzu için size yardımcı olamam, yani cesaret ve para toplamak insanın kendi elinde olan mevzular sonuçta :) ama üçüncü konuda sizi aydınlatabilirim, çekinilecek bir konu değil çünkü.

Bir kere; pilotun kucağına oturmuyorsunuz, arkada sırtınızı da dayayabileceğiniz yeri olan harness denilen koltuğa oturuyorsunuz. Bu harness da birlikte uçabilmeniz için pilotun oturduğu harness ile birbirine bağlanıyor doğal olarak. Pilotla aranızda hiç bir temas olmuyor ama. En azından şu kadarını söyleyebilirim ki; bu konuda yamaç paraşütü yapmak metrobüse binmekten daha güvenli bence :)

Tamam  fotoğraflara bakınca biraz komik duruyor ama daha cool pozlar vermek için biraz daha cesaret ve eğitimle tek başına uçmak gerek, o da yerse! :)

Gerçekten profesyonel çalışan firmalarla irtibata geçerseniz bu konuda çekinceğiniz hiç bir şey olmaz merak etmeyin. Bizim tur, Gravity firmasıyla anlaşmış, biz de onların sayesinde bu firmayı tercih ettik ve hizmetlerinden çok memnun kaldık. Gönül rahatlığıyla önerebilirim size. Adamlar çok profesyonel, ilk ofislerine gittiğimizde koca koca ekranlara bakan onlarca kişiyi görünce "borsa mı burası yahu" diye sorduk birbirimize :) İniş yaptığınız plaja yakın bölgede de ayrı bir ofisleri var. Pilotların hepsi profesyonel ve güler yüzlü, kendinizi rahat hissediyorsunuz.



Onu bunu boşverin, bu uçma hissiyle şu manzarayı şu açıdan canlı canlı kesinlikle görmeniz lazım. Ölmeden önce yapılması gereken bilmem kaç şeyler listeleri var ya hani, işte onların en başında olmalı Babadağ'da yamaç paraşütü.





E biraz da video ister misiniz?



Gravity Paragliding'den tandem pilotu Emrah Kaygusuz'la uçtum.
Ve rüya gibi bir manzara eşliğinde keyifli bir uçuşun ardından ayaklarımız tekrar yere değdi ama yüzümdeki salak tebessüm bir kaç saat geçmedi :) Aynı yüz ifadesine sahip diğer 14 arkadaşımla birlikte pilotlarımıza veda edip korktukları için gelmeyen diğer tur arkadaşlarımıza ballandıra ballandıra maceralarımızı anlatarak Fethiye'nin güzel koylarını keşfetmeye devam ettik.

Likya turunu düzenli bir şekilde gün gün anlatacağım. Ama fotoları toparlamam lazım. :) Canım ülkemin cennet köşelerinden manzaralarla döneceğim bekleyiniz...




9 Nisan 2015 Perşembe

Herşeyden Az Biraz

Herkese selam,
Bir baktım Nisan ayında hiç yazı yazmamışım, Nisan'ın 9'u ne zaman oldu onu da anlamadım ya, neyse. Yani bu yazıyı biraz da sadece yazmak için yazıyorum ve nasıl bir yazı olacağı hakkında şu an hiç bir fikrim yok.

Gündemde ve kafamda yazılacak çok şey var aslında ama ben içlerinden bir seçim yapıp da sadece bir konuya odaklanamıyorum. Bu ara böyleyim. Her çiçekten az az bal alarak yaşıyorum. Azıcık ondan, azıcık bundan her bir şeye öyle yetişmeye çalışıyorum işte. Hal böyle olunca da hayatımdan size aktarabileceğim şöyle kısa kısa notlar geçiyor:

İşyerinde yoğun bir dönem geçiriyoruz, şirket olarak yeni bir projeye hazırlanıyoruz ve ayrıca fuara katılıyoruz. Bu yoğunluğun üstüne, departman olarak da bizim ekstra olarak her yıl rutin yaşadığımız mart nisan yoğunluğumuz var. İş yerinde durumlar işte böyle.

Evde ise garip bir vardiya sistemi sürmekte. Annem kışlık bunalımında yine, uykusuzluk problemi devam ediyor. Ona bir hobi bulmam lazım. Ali ise bu aralar hep gece çalışıyor, ikimiz hiç görüşemiyoruz. Yani evde hepimiz vardiyalı yaşıyoruz.

En son Eylembilim'i okudum. Yeni bir kitaba başlayacağım ama seçim yapmaya bile fırsatım olmadı. Hayır seçmeye bile fırsat bulamazken okumaya nasıl fırsat bulacağım o beni düşündürüyor. Neyse tamam şu an seçtim Aziz Nesin okuyacağım. Bu aralar bana iyi gelecek tek yazar Aziz Dede...

Pilates vardı bir de benim hayatımda di mi? Hala var galiba, yani ilişkimiz ilk günkü sıcaklığını korumasa da, ondan da az biraz var işte.

Sosyal ağlara da pek uğradığım yok bu ara. Haftalar olmuştur ki Instagrama girmemişimdir. Eski cazibesi yok artık. Hep aynı kareler... "Twitter kapandı" deniliyor, "doğru mu gerçekten" diye ona bile bakamadım. Anlayın işte, o kadar bile umurumda değil.

Facebook bana saçma bir şekilde alakasız konularda sık sık etkileşim göndermeye devam ediyor, en vefalısı da o sanırım, beni asla unutmuyor :)

Facebook yine şöyle bir etkileşim göndermişti "Tülay shared a new photo"... Kim bu Tülay yahu? Ne zaman ekeldim böyle birini hatırlamıyorum bile. Neyse biraz gezineyim de kafam dağılsın diye tıkladım Tülay'ın benim için hiç bir anlam ifade etmeyen fotoğrafına ve böylece giriş yaptım gerçek görünümlü sanal dünyaya.

Tülay'ın fotosundan jet hızıyla ana sayfaya geçtim ve orada gezinirken Öznur ablanın o kalbime dokunan cümleleriyle karşılaştım. Bir kaç kere okudum kardeş acısıyla yanan birinden dökülen o cümleleri. Bu boğazımı düğümleyen cümleleri okuyunca 14 sene öncesine gittim. Çocukluk arkadaşım Burçin'i kaybedeli tam 14 sene olmuş...

Sonra, daha öncesine, çocukluğumuza, onunla yaşadığımız o deli dolu, gamsız, bol kikirdemeli yıllara gittim. Bir daha asla geri gelmeyecek o güzel yıllara... Onu çok özlediğimi farkettim...

Burçin ve ben... Bol kahkahalı yıllarımızdan



Neyse, bunalım bir yazı olmaya başladı bu. Bugünlerde böyleyim işte, her şeyden birazcık... Hüzünden, neşeden, stresten, rahatlıktan, uykudan, uykusuzluktan, sinirden, vurdum duymazlıktan, herşeyden az biraz... Hayat gibi...

Bu tempoda bloglarınızı da fazla takip edemiyorum. Bu, "herşeyden az biraz durumu" blogger için de geçerli anlayacağınız. Fırsat buldukça, arada bir bakıyorum ve ilgimi çeken postları gördükçe okumaya çalışıyorum ama, kaçırdığım postlarınız olursa da kusuruma bakmayın artık. Normale dönünce  geri dönüp de okurum yazdıklarınızı çok çok.

İngilizce de yazamadım ne zamandır, farkındayım. Ama hergün ingilizce birşeyler okumaya çalışıyorum. Hiç bir şey okumasam gelen mailleri okuyorum. Aklıma geldi de şimdi, bu yazıyı çevirmeye çalışıyım ben. Evet, evet günlük gibi oldu bu. Ama şimdi değil, "az biraz sonra" :)

Bu yazı da yeterli sanırım şimdilik. "Az biraz" yazdım işte değil mi ama?


21 Mart 2015 Cumartesi

Ne Güzel Şeyim Ben Yaşım Hep 34

Hahaha oldu mu bu başlık yaaa? Olmadı ama bugün kendime şarkılar söylemek, şiirler yazmak istiyorum. Ne bileyim işte, kendimi sevmek, şımartmak istiyorum. "Canım kendimim üzülme, sen hala çocuk gibisin" diyerek teselli etmek istiyorum.

Bir de fena halde yaşımı İstanbul'a bağlamak istiyorum. Sabahtan beri aklımda "Hımm bugün benim doğum günüm, 34 oldum, İstanbul'un plakası" gibi saçma bir benzetme var ve tam bağlayacağım mevzuyu, birden kaçıveriyor. Dur, dur bak, yine geliyor işte;

"34, güzel rakam. İstanbul'u hatırlatan herşey güzel değil midir zaten? Umarım bu yaşım, İstanbul kadar güzel olur benim için. Her ne kadar arada sızlansam da, şikayet etsem de benim için dünyanın en güzel şehridir kendisi."

Ayy ne bu böyle? Hiç samimi değil, daha geçen gün İstanbul'u yerin dibine sokmamış mıydın? Evet İstanbul'dan vazgeçemezsin biliyorum ama ne bileyim "Gezelim, Görelim" programını sunar gibi oldu sanki. Olmadı bu cümle olmadı? Biraz daha samimi olsun, bıcır bıcır olsun, doğum günüm olduğu için mutluluktan havalara uçuyormuşum gibi olsun. Tamam bi de şuna bak:

"Yaşım 34 oldu. İstanbul gibi olayım ben bu sene. Evet ya, çok istiyorum bunu. Hem başıma buyruk olayım hem de kimse vazgeçemesin benden. Şarkılar yapsınlar, şiirler yazsınlar bana. Haha, martılarım olsun bi sürü, simit atsınlar onlara. Boğazımdan vapurlar geçsin (!)"

Oldu canım, 3.köprüde geliyor, artık sırtın yere gelmez! Yok, bu da olmadı. Olmayacak da. Bağlayamayacağım ben. Güzel, aklı başında bir doğum günü yazısı çıkmayacak benden bugün.

Neyse iyice saçmaladım galiba. Zaten 34 olmuşum, gidip yatayım ben en iyisi. İnsan bi yaştan sonra böyle oluyor demek ki. Hayır aslında bu İstanbul fikri güzeldi bence ama bağlayamadım işte.

Üff, tamam ben gidiyorum. Tebrik ve kutlamalarınız için teşekkürler, teşekkürler...

Ama cidden İstanbul en güzel şehir değil mi? Tıpkı 34'ün en güzel yaş olması gibi... (Tamam, son kez denedim. İyi geceler!) :)

14 Ocak 2015 Çarşamba

Kaçamak

Yılın bu zamanlarını hiç sevmiyorum. Ben muhasebeciyim. Bir muhasebeci için yıl, marttan hatta nisandan sonra başlar. Bu tarihlerden sonra da işleri anca yoluna koymuşken, bir bakıyorsun yıl bitivermiş. Hadi bakalım hooop sar başa tekrar. Bu kısır döngü her yıl böyle tekrarlanıyor ve ben bu durumu hiç sevmiyorum.

Şu anda, yapılması gereken banka, cari hesap mutabakatları, kur değerlemeleri, işlenmesi gereken fişler... hepsi ama hepsi birikmiş bir şekilde beni bekliyor. Peki, ben ne yapıyorum? Bir kaç gündür uğramadığım blogumla dertleşiyorum tabi ki. E napiyim özlüyorum ulenn seni! 

Gördün mü blogcuk? Aramızda mutabakat mektupları, tutmayan hesaplar, çarpraz kurlar olmasına rağmen yine seni düşünüp, bir yolunu bulup geldim yanına. Evet bunlar yüzünden bir kaç ay, fazla ilgilenemeyeceğim seninle ama ara ara bunaldıkça kaçar gelirim yine yanına, merak etme sen. Zaten yanına uğramayınca garip bir şekilde suçluluk hissediyorum. Böyle böyle, idare edeceğiz artık bir kaç ay ne yapalım? Sonra herşey çok güzel olacak!

Hele bir bahar gelsin bak; ben sana neler neler anlatacağım... Çiçekler açsın, kuşlar cıvıldasın, etraf mis gibi çim koksun bir de... (Ve lütfen, mümkünse bunlar hemen olsun!) O zaman gezmelere gideceğiz ve sana gittiğim yerleri, gördüğüm şeyleri anlatırım olur mu? Hiç bir yere gitmesem bile böyle güzel bir ortamda hayal gücüm zehir gibi çalışmaya başlar benim, sen merak etme hiç. Neler neler anlatırım o zaman, bir bilsen... 

Bu kasvetli ortamda ne anlatayım ki ben sana zaten? Bir yanda kış, kıyamet, kar, yağmur, çamur, soğuk, üşüyen hatta ölen insanlar; bir yandan kavga, kıyamet, aklını, şuurunu herşeyden önemlisi vicdanını kaybetmiş caniler... Oturup da bunları anlatayım da güzel canını mı sıkayım senin? 

Neyse boşver! Ben işimin başına gidiyorum, kur değerlemelerini bitirmem gerek. Sen de burada uslu uslu dur, emi! 



4 Ocak 2015 Pazar

Yazmak Lazım

Yazmak, çocukluğumdan beri vazgeçemediğim, kendimi en iyi ifade edebildiğime inandığım bir anlatım türü oldu benim için.

Ergenlik dönemimde okuduğum bir kişisel gelişim kitabında - hangisi olduğunu şu an hatırlayamıyorum- "Kendinizi kötü hissettiğinizde yazın" diyordu; "Ne kadar saçma, ne kadar yazım kurallarına aykırı olursa olsun önemsemeden, tüm yazdıklarınızı çöpe atacağınızı bilmenin rahatlığıyla yazın. Rahatladığınızı, hafiflediğinizi hissedeceksiniz"...

Tam olarak cümleler böyle değildi ama buna benzer şeylerdi. O kitabı okumadan önce de zaten oraya buraya karalayan bir çocuktum ama bu cümleleri okuduktan sonra yapmış olduğum şeyin doğru olduğunu bilmenin rahatlığıyla devam ettim yazmaya. Sadece kendimi kötü hissettiğimde değil, her modda parmaklarımı susturamadım bir türlü. Çoğunu biriktirmedim belki yazdıklarımın ama yazmaktan asla vazgeçmedim. Vazgeçemedim.

Muhabbeti, sohbeti sevsem de çoğu zaman konuşarak anlatamam derdimi. Daha doğrusu konuşurken derdimi anlatabildiğimi tam olarak hissedemiyorum ben. Hep eksik kalıyor sanki cümlelerim.

Ama yazmak öyle mi ya! Caaaanım yazmak! Tepeden tırnağa hissettirir insana, derdini anlatabilmiş olduğunu. Öyle rahatlatır, öyle hafifletir...

Bir düşün; konuşurken laf arasında "ben manyağım" dedin, neden böyle bir şey dedin bilmiyorum, bir manyaklık yapmış olmalısın. (Üzülme canım ben de yapıyorum arada) Tamam, diyelim ki manyak olan da "manyağım" diyen de benim. Dedim de ne oldu sanki? Hiç! Uçtu gitti söylediğim. Ama yazsaydım onu bir kenara, manyaklığım baki kalacaktı. (Belki yazmanın iyi bir şey olduğunu kanıtlamak için uygun bir örnek olmadı bu. Başka bir örnek vereyim en iyisi)

O zaman şöyle düşünelim bir de; (sanırım bu sefer bu örneği senin üzerinde deneyebiliriz) sevgilin ya da hayatında değer verdiğin her kimse o, senin karşına geçse "aşkım, balım, kaymağım, şekerparem, sütlü nuriyem..." gibi sözler söylese sana, tabi lahmacun gibi yayılırsın ilk başta biliyorum. Ama etkisi ne kadar sürer? Arkanı dönene kadar. Hatta sürekli tekrarlasa bu güzel sözleri, alışkanlıkla duymamaya bile başlarsın bir zaman sonra. Ama o kişiden, hislerini anlatan bir mektup gelse eline şöyle Nazım'ın Piraye'ye ya da Vera'ya yazdıkları cinsinden, alıp döne döne, ezberleyene kadar okursun o satırları. Kendini dünyanın en unutulmaz romanında kıskandığın roman kahramanı gibi hissedersin. Biraz Maria Puder gibi hayali, biraz da Milena gibi gerçek bir kahraman oluverirsin. Dahası onlar gibi tarihe geçme ihtimali bile lahmacundan daha yayık bir tebessüm kondurur yüzüne. Öyle ya neyin eksik senin onlardan değil mi ama?

Yani cancağızım; yazmak lazım.


29 Aralık 2014 Pazartesi

Ben Hazırım 2015'e Girebiliriz

Hindi gibi bir yılbaşı klasiği varsa, o da; yeni yeni kararlar almak ve bu kararlarla dolu uzuuuuuuun listeler yapmaktır herhalde.

Ben de her yıl üşenmeden yaparım böyle listeler, içinde de her yıl aynı maddeler olur genellikle; ingilizcemi geliştirmek, pilates yapmak, daha çok kitap okumak, daha az yemek yemek, daha çok gezmek, daha çok cart, daha az curt, falan filan. He bir de evlilik, çoluk çocuğa karışmak gibi çevresel baskıya maruz kalarak zoraki eklediğim maddelerim de vardır ama burada anlatmayacağım şimdi onu, o ayrı bir post konusu olsun (Bunu da 2015 listeme ekledim bak :) )

Bu kadar dolaylı bir giriş yapmak istemezdim ama bu postu yazma amacım başka aslında. Benim size bir kararımı açıklamam gerekiyor. Geçen gün "Kırtasiye Aşkına" diye bir post yayımlamıştım hatırlarsanız (Hatırlamıyorsan demek ki okumamışsın, çok ayıp! Bu post bitince bi bakıver şurdan ) ve orada demiştim ki; "Ben ne zaman canım sıkılsa kırtasiyeye giderim"  İşte yine öyle bir anımda kendimi D&R'da buldum ve yeni yıl hediyesi olarak kendime aşağıda görmüş olduğunuz şu pembiş defteri satın aldım.

Kapak tasarımı çok hoşuma gitti. Üstünde "I write because... i have a lot to say" yazıyordu. İşte bu şirin defterin kapağındaki bu yazıya bakarak yeni yılın ilk ciddi kararını o anda almış oldum: "İngilizce günlük tutacağım"...

Bu, ingilizcemi geliştirmem için eğlenceli bir yöntem olabilirdi. Yazmaya olan tutkumla birlikte ingilizce pratik yapmış olacaktım.

Gerçi daha önceleri bu yöntemi deneyip de bir kaç hafta sonra kek, börek, pasta, güzellik maskesi tariflerinin olduğu komik bir deftere dönüştürdüğüm İngilizce günlüklerim de oldu ama bu sefer böyle olmayacak, olmamalı!

Bu yüzden, işi daha çok ciddiye alıp da kararımdan dönmemem için "dünya için küçük ama benim için büyük önem taşıyan bu kararı herkese bildirmem gerekir" diye düşünerek hemen bir fotoğrafını çekip Instagram'da paylaşıp altına da bu önemli kararı açıkladım. E tabi işi daha da ciddileştirip blogumda da paylaşmam gerekiyordu ki; onu da şu an gerçekleştirdim farkettiyseniz.

Evet yapılacaklar listem her yıl olduğu gibi kabarık ama öyle fazla hayallere kapılmıyorum bu sene. En önemli amacım şimdilik "İngilizce günlük tutmak". E bu kararı herkese yaydım, günlüğümü de aldım, ben hazırım artık; 2015'e girebiliriz.

Herkese iyi seneler! :)





25 Aralık 2014 Perşembe

Kırtasiye Aşkına



Kendimi bildim bileli, ne zaman canım bir şeylere sıkılsa, kendimi kağıtlarla dertleşiyor olarak buldum. Bu sebeple her zaman kendimi en iyi ifade ettiğim anlatım şekli "yazmak" olmuştur.

İlkokul 3.sınıftayken taşındığımız için, okul değiştirmek zorunda kaldığım zaman, kimselere söyleyemediklerimi "ben öğretmenimi, arkadaşlarımı çok özledim, yeni arkadaşlarım çok gıcık biri" gibi cümlelerle defterlerime anlatırdım mesela. Ali tarafından ele geçirilen o defterlerim, (Ali benim abim oluyor o da çok gıcık biriydi küçükken ) evde alay konusu olurdu sonra da. Günlük tutma olayım bu yüzden o yaşlarda bitse de yazmaktan asla ama asla vazgeçmedim. Vazgeçemedim...

Ne garipdir ki; şimdi ise yazdıklarımı insanlar okusun diye göbeğim çatlıyor. Çocukken insan daha utangaç oluyor herhalde. Şimdi ise galiba biraz arsızlaştım. Ali'ye bile yazdıklarımı zorla okutmak istiyorum. O da bana "ya git başımdan" diyor. Hala çok gıcık biri.

Yazmayı sevdiğim kadar defterleri, kalemleri ve yazmayı çağrıştıran her nesneyi de ayrı severim. Kırtasiyeye girdiğimde çok mutlu olurum bir de. İçimde kelebekler uçar sanki. Kelimelerle anlatılması zor hatta 33 yaşında olan birisi için belki biraz tuhaf ama çok güçlü hissettiğim bir duygu bu.

Kırtasiyeye adım attığımda; öğrenciyken yeni yeni defterlere, kalemlere, güzel kokulu silgilere sahip olduğumda hissettiklerim gelir aklıma hep. Bunun da yazmayı sevmekle alakası vardır diye düşünürüm.

Renkli renkli kalemler, cicili bicili defterler, bloknotlar beni çok mutlu eder. Hatta bazen "emekli olduğumda kırtasiye dükkanı açmalıyım" diye düşünürüm. Bu çok basit bir hayal gibi görünse de bana göre çok mutluluk verici.

İçimdeki bu kırtasiye sevgisi yılın bu dönemlerinde zirveye tırmanıyor. Her yerde yeni yıl ajandaları, geyikli-noel babalı blok notlar "pişttt, güzel kız baksana, pişt pişt hatırladın mı beni? Benim büyük büyük dedemle liseyi bitirmiştin hani" diye beni taciz ediyorlar sanki. Hepsini alıp, koklayıp koklayıp, ne yazacağımı bilmeden karşılarına geçip salak salak bakmak istiyorum.

Zaten yeni bir deftere ilk cümlelerimi dökmekte zorlanırım. İlk satırları yazmak her zaman zordur. Alıp da uzun süre yazmaya kıyamadığım ve odamın her bir köşesinden fırlayıp da annemi delirten not defterlerim her zaman olmuştur. Her çantamda da illa ki bir not defterim vardır. Bu her şeyi not eden düzenli biri oluşumdan değil, şuursuz bir kırtasiye canavarı olmamdan kaynaklanıyor.

Canı sıkılınca, soluğu kuaförde alan kadınlar vardır ya işte ben de kırtasiyede alıyorum. Bir şey almasam da o defter, kalem kokusu bana iyi geliyor. Şu emeklilik hayalimi belki de biraz erkene çekmeliyim he ne dersiniz?





18 Aralık 2014 Perşembe

Blogum Şekil Önümden Çekil

Bakıyorum yılbaşı geliyor diye herkes "Blogum Şekil, Önümden Çekil" havalarında. Ne yani ben yıl sonları deliler gibi çalışan garip bir muhasebeciyim diye bloguma vakit ayırıp, onu süsleyemez miyim? Herkesin blogunda kar taneleri düşerken, oradan buradan Noel Babalar fırlarken benim blogum garip mi kalsın? Ben ona kıyabilir miyim hiç? Neyini eksik ettim bugüne kadar? Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, okumadım okuttum, yazmadım, yazdırdım (Yok bu olmadı galiba!)  Her neyse, o benim herşeyim.

Öyle süslü süslü blogları görünce bu psikolojiyle ben de biraz süsleyim dedim blogumu. Evlat işte, kıyamıyorsun. "Gençtir, arkadaşlarına özenir" diyorsun.  Fazla birşey yapmadım tabi, kar yağdırdım, bir de Noel Baba'yı çağırdım. E, bu kadar yeter bize. Benden de daha fazla birşey beklenemez zaten. Nasıl olmuş abileri, ablaları?

Not: Bir de şu; "Son Yorum Eklentisi"ni eklemeyi becerebilsem bizden iyisi yok. (Beceremiyorum onu, güncellenmiyor eklediklerim.) 

17 Aralık 2014 Çarşamba

Özlediklerim

Dedem vardı benim; ismi bir dedeye en çok yakışan "Tosun dedem". Çok severdim Tosun dedemi ben. Bebekken bana hep o bakarmış. "Kimin kızısın sen?" diye sorduklarında "Dedeminnn!" dermişim. Öldüğünde 8-9 yaşlarındaydım.Çok ağlamıştım...

Hiç göremediğim anneannem varmış bir de... İçimi en çok acıtan şeylerden biri de onu tanıyamamaktır. "Bir düşünsene" diyorum bazen kendime; "anne sevgisinin katmerlisi! İnsan çıldırır herhalde sevgiden." Fotoğrafları var sadece. İyi ki de var o fotoğraflar. Annem öyle çok anlatır ki; daha görmeden, dokunmadan tanıyıp sevdim ben anneannemi. Hiç koklamadan nasıl koktuğunu tahmin bile ediyorum ve hatta garip bir şekilde çok özlüyorum daha önce hiç kaşılaşmadığım bu kadını.

Tıpkı anneannem gibi, babamın babası Ali dedemi de hiç tanımadım. Babam da pek hatırlamıyor babasını zaten. Babam 13 yaşındayken, ölmüş. O yüzden hakkında fazla bir şey bilmiyorum. Tek bildiğim abim Ali'nin ismini ondan aldığı...

Annem ve babamın ebeveynleri arasında en çok babaannemi hatırlarım ben. En çok o hissettirmiştir bana torun olma hissini. Öldüğünde yirmili yaşlarımdaydım çünkü.

Yazları Malatya'da yaşardı, kışın İstanbul'a çocuklarının yanına gelirdi. Biraz bizde, biraz halamlarda, biraz amcamlarda, öyle öyle dolaşırdı. Köyden yemiş getirirdi bize. Çok sevinirdik. Dut kurusu isterdim ben hep. Leblebilerin ve bademlerin içinden dutları ayıklar yerdim. Cevizleri annem önceden ayırır saklardı, tatlılara koymak için. Sadece leblebiler kalınca başka seçenek olmadığı için avuçlayarak yerdik onları da.

Bir kere, leblebiyi burnuma sokmuştum ben. Böyle ilginç deneyler yapıyordum zaman zaman. "Burnumun içine leblebi girerse dışardan belli olur mu?" diye merak etmiş olmalıyım. Saatlerce burnumun içinde kalmıştı. İlk başta korkudan kimseye birşey söylememiştim, (e, salak olduğumu bilsinler istemiyordum tabi!) kendi kendine çıkar zannetmiştim. Hep orada kalacak değildi ya! Sonra anladım ki birşey yapmayınca çıkmıyor, mecburen anneme söylemiştim ben de. Salak olduğumu annem de onaylayarak sümkürte sümkürte çıkartmıştı burnumdaki leblebiyi. Biliyorum çok iğrenç. O günden sonra leblebiyi daha az sevdim zaten.

Babannem bize masallar anlatırdı. Çoğunu uydururdu sanırım. Köydeki hiç bilmediğim, tanımadığım akrabalarımızı anlatırdı bir de. Keyifle dinlerdik biz hepsini. Bacakları ağrırdı. O yüzden hep otururdu.Örgü örerdi sürekli. Ama en çok üç-dört şişle rengarenk patikler örerdi bize. Bana da örgü örmesini o öğretmişti zaten. Bana "sen şimdilik sabunluk ör, sonra patik örersin" derdi. İki şişle sabunluk örmeye çalışırdım ben de. Hep delik olurdu aralarında, ama o düzeltirdi. Ben okula giderken babaannem de televizyon karşısında örgüsünü örmeye devam ederdi. Çok özenirdim ona. "Keşke ben de okula gitmesem öyle babaannemin yanında otursam, sabunluğumu bitirsem" derdim kendi kendime. Okuldan gelince de görürdüm ki; o çoktan başka patiğe başlamış.

Onunla vakit geçirirken kendimi, ilkokul kitaplarında yer alan, sobanın etrafında toplanmış nineli-dedeli mutlu aile resmindeki güleç yüzlü kız çocuğu gibi hissederdim. O yüzden hep kıskanırım doya doya anneanne, babaanne, dede sevgisini tadanları ve eşek kadar olup ninesinin, dedesinin koynunda uyuyanları. Bir düşünsene; düğününde dedenle dans ediyorsun! Ne büyük mutluluk... O resimdeki güleç yüzlü kızdan bile daha mutlu olur insan.

Ve hayat öyle garip ki; kimine o mutluluğu yaşattığı için özlettirir, kimine de daha yaşatmadan...

İkisini hiç tanıma fırsatım olmasa da hepsini eşit derecede özlüyorum ben. Mekanları cennet olsun...


Sol baştan sayıyorum: Aysel Teyzem, Dedem, Anneannem,
Bir alt sıra sol baş: Aynur Teyzem, Selçuk Dayım, Ayla Teyzem
ve ortadaki bıcırık da Annem...
Bu fotoğrafı o kadar çok seviyorum ki...
Anneannem ilk torununun nikahında

Babannem ve Annem...
 Annemin kucağında dayımın oğlu Murat.
Sağ yanda duran da babaannemin bize getirdiği tüp çikolatayla aşk yaşayan abim Ali.
  Babaannemle annemin ortasındaki de ben oluyorum ve tabi bir de sarı kırmızı çoraplarım :)

3 Aralık 2014 Çarşamba

Kendime Mektup



Sevgili Kendim;

Bugün Oğuz Atay'ın "Günlük" kitabını okumaya başladım. Şöyle diyordu kitap kapağından bana güzel güzel bakan Oğuzcuğum Ataycığım: "Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız"

İşte bu başlangıç cümlesinden çok etkilendim ve aklıma sen geldin. Ne zamandır dertleşmiyorduk seninle değil mi? En azından sana bir mektup yazmak istedim ben de. Evet, evet mektup. Efendim? Hayır, günlük değil canım! Sen de biliyorsun ki ben günlük tutma işlerini bırakalı çok oldu.

Kim bilir, belki de daha önce izlemiş olduğum "Before Midnight" filmindeki Jesse karakterinin 20 yaşındayken 40 yaşındaki haline yazdığı mektuptan etkilenmiş de olabilirim. Bilemiyorum şimdi. Amaan sen de! Üzümünü ye, bağını sorma. İçimden gelmiş sana mektup yazıyorum işte! Ha mektup ha günlük, maksat seninle dertleşmek değil mi? Yazım türünün bir önemi yoktur herhalde senin için.

Evet, pek de orjinal bir fikir değil belki. "O kitabı okumasaydın ya da o filmi seyretmeseydin umrunda olmayacaktım öyle mi? Hıh!" dediğini duyar gibiyim. İnan bana bu tripli emo yaklaşımında haklı da olabilirsin. Son günlerde sen de dahil hiçbir şeye istediğim gibi vakit ayıramıyorum çünkü. Ama biliyorum ki, beni en iyi anlayacak olan yine sensin Kendimciğim.

Yanlış anlama lütfen, zamanla ilgili bir sorun bu, kişisel değil. Yok, yok vallahi. Aaaa yeter ama! Zaten, bazen izlemek istediğim filmler, okumak istediğim kitaplar, uzun süredir görüşemediğim dostlarım, ingilizce videolar, pilates topu ...  hepsi üstüme üstüme geliyor, bir de sen bunaltma şimdi beni.

Tüm bu karmaşanın içinde seninle ilgilenmeyi unutuyorum doğal olarak. Kızma bana. Vakit yetmiyor işte. Zaman değişti canımcım. İlgi duyduğum şeyler o kadar arttı ki. Hepsine yeterli vakti ayırmak için süperman olmak gerekiyor. İnsan karşısına sunulan her baldan tatmak isterken kendinden feragat etmek durumunda kalabiliyor bazen, anlıyorsun değil mi?

Nasıl? Efendim? Hımmm, evet çok haklısın, benim için en önemli şey sen olmalısın tabi ki. Canım benim.

Bak görüyor musun lafa daldım yine, sormayı unuttum; sahi sen nasılsın?

13 Kasım 2014 Perşembe

Bir Bloggerın İtirafları

Uzun süredir blogumda yazılar yazmama rağmen diğer bloglarla takipleşmenin ve onlarla etkinliklere katılmanın önemini yeni yeni anlamaya başladım. İtiraf etmeliyim ki; ilk başlarda, tek bir takipçisi bile olmadığı halde "Canlarım, biliyorum bir hayli ihmal ettim sizi" gibi cümleler içeren şuursuz postlar yayınlayan, kendi halinde, garip bir bloggerdım ben :)

Bu durumda, herhangi bir Word belgesine yazıp kaydetmekle, bloga yazıp yayınlamak arasında hiç bir fark olmuyor tabi. Ama yine de "Niye kimse bana yorum yapmıyor ya!" diye sızlanmama engel olamıyordum. Hatta hiç unutmuyorum bir arkadaşıma zorla yorum yaptırmıştım (kendimden utanıyorum şu an ama gerçek bu, üzgünüm ben böyle karanlık bir geçmişe sahibim :) )

Evet evet, itiraf etmem gereken başka şeyler de var; Blogger'dan beklediğim ilgiyi göremeyince çevresinden göremediği ilgiyi arayan ergenler gibi ben de sosyal ağlara çevirmiştim gözümü ve büyük bir özgüvenle demiştim ki kendime; "Bu yazdıklarımı Facebook'ta, Twitter'da -Allah ne sosyal ağ verdiyse artık- hepsinde paylaşayım da yeri göğü yerinden oynatayım, Allah Allah tutmayın ulen beni!" Öyle dedim demesine de, sosyal ağlarda asla tutarlı bir şekilde varlık göstermeyi başaramayan biri olarak, o özgüven nereden geliyordu bilmiyorum ama sesimi duyuracağım kitlenin de boyutunu içten içe tahmin ediyordum aslında.

Buna rağmen bir umut işte, postlarımın linkini sosyal hesaplarda paylaşıp, blogumun okunma sayısını takibe koyuldum yine de. Sadece okunmak ve okunduğumu bilmek istiyordum hepsi bu. Okunma sayısında bir nebze hareket olsa da öyle yeri göğü oynatacak bir sonuçla karşılaşmadım doğal olarak ama profillerimde yayınladığım postları like edenler, hatta linkin altına yorum atanlar ( kendi rızalarıyla :) ) bile oluyor diye nasıl da seviniyordum ilk başlarda görmeliydiniz, kıyamam kendime yaa! :)

Bu çabalarım sonucunda da okunma oranlarına baktığımda; 400 kişilik Facebook hesabımdaki okuyucu kitlemin tahminen 30'u geçmediğini, "takibe takip" vaadiyle edindiğim Twitter takipçilerimin aslında birer hayalet olduklarını gördüm. (Böyle :) mi yapsam, şöyle :( mi yapsam bilemedim şu an)

Bunun dışında yakın çevremde yazılarımı takip eden özellikle Meryem Teyzem (kendisi, yazılarımda ondan bahsetmemi istiyor, Ayla Teyzem'den bahsedip ondan bahsetmediğim için azcık gücenmiş bana, "teyzelerin en entellektüeli, seni çok seviyorum!" ) kuzenlerim ve arkadaşlarımı da işin içine katarsam toplamda 60'ı geçmeyen korsan takipçim vardı. "Korsan" diyorum çünkü blogumda resmi olarak beni takip etmeyen takipçilerimdi bunlar. (Yeri gelmişken buradan mesajımızı da verelim "Korsana hayır, takibe evet!" :) )

Sonra vakit buldukça farklı bloglar okumaya başladım ve gördüm ki, bu blog işleri benim sandığım gibi yürümüyormuş. Ben şekil-şemayı çözmeye çalışırken; diğer bloggerlar etkinlikler yaparak, oyunlar oynayarak Blogger'ın dibine kadar sefasını sürüyorlarmış. Ben de boşuna kendi kendimi "Niye kimse beni okumuyor yaa?" diye yiyip duruyormuşum.

Hal böyleyken, "Attan düşenin halinden attan düşen anlar" (Yoksa eşek miydi o? Hep karıştırıyorum) diyerek, yazdıklarımı okuyacak ve okuduğunu belli ederek beni çok ama çok sevindirecek blogger arkadaşlarımla kaynaşıverme çabalarına giriştim ben de. İyi de etmişim. Çünkü yazdıklarımın "gerçekten" okunduğunu bilmek ve aynı dili konuşan yeni dostlar edinmek çok güzel.

Tüm bu aydınlanmanın ardından bile Blogger'ı hala etkin bir şekilde kullandığım söylenemez. Buna vaktim yok çünkü. Ama blogla ilgili bir sorun yaşadığımda bana yardımcı olmaya çalışacak güzel dostlar ediniyorum, daha ne olsun?










11 Mayıs 2014 Pazar

Bir Tek Annem Olsun Bana Bişey Olmaz

Ağladım ilk önce; korktum, çekindim. Yabancısı olduğum bu dünya ürkütmüştü beni. Kendimi savunmasız ve küçücük hissediyordum. Kim bilir ne gibi tehlikeler vardı beni bekleyen? Evet, çok korkuyordum...

Vay canına! Her şey, herkes ne kadar da büyüktü öyle! Kocaman gözler, kocaman kafalar, kocaman eller vardı etrafımda. Minicik görünüyor olmalıydım onların yanında.

Çevremdekiler büyük ve korkunç olmalarının yanı sıra biraz da gariptiler doğrusu; tuhaf tuhaf hareketler yapıyorlardı bana. Komiklerdi hatta bazen eğleniyordum diyebilirim. Evet, evet, sanırım benden hoşlandılar. Ha haa! Bana uzaktan öpücük bile yolluyorlar, gerçekten çok komik bunlar yaa! 

Ne oldu ama? Nereye kayboldular? Gözümü kapatmaya gelmiyor arkadaş, ne biçim bir yer burası? Tam da alışmıştım oysa. Sevmeye hatta güvenmeye bile başlamıştım. Arkamı döner dönmez neden hepsi yok oldu? Hiç tekin değilmiş demek ki bu koca kafalar, komiklikler yapıp kayboluyorlar sonra, olacak iş mi bu? 

Sadece biri bırakmıyor beni, sanırım bir tek ona güvenmeliyim. Üstelik içlerinde en güzel o kokuyor; geldiğim cennet var ya, tıpkı onun gibi… Zaten "O"nu kokusundan tanıyorum hemen. O koku sakinleştiriyor beni, ciğerlerime çektiğimde güven doluyor her bir hücrem... Ne kadar huzur verici!

Beni kucağına alıyor, sarmalıyor ve hiç bırakmıyor. Gözlerimi kapasam da gitmiyor, diğerleri gibi... Hiç korkmuyorum onun kollarında. Beni memnun etmek için elinden geleni yapıyor. İhtiyacım olan ne varsa fazlasıyla veriyor. Benden iyi biliyor neye ihtiyacım olduğunu ayrıca. Karnım acıkıyor doyuruyor, altımı temizliyor, canım sıkılıyor gezdiriyor. Gece uykum kaçıyor, bas bas ağlıyorum kalkıp benimle sabahlıyor. Hatta uyumam için danalı, bostanlı şarkılar söylüyor bana, buna pek anlam veremiyorum ama işe yarıyor sanırım. Kısaca hep beni düşünüyor. Ne iyi! Melek dedikleri şey bu olmalı!




Biraz büyüyorum... Konuşmaya başlıyorum, “O”nun kadar kelimeleri düzgün söyleyemesem de çok seviniyor, takdir ediyor bu çabamı. Her söylediğim kelimeye kahkahalar atıyor (biraz fazla mı gülüyor ne?); “O”nu izleyerek daha pek çok şey öğreniyorum ve cesurca sergiliyorum hepsini. Her birinde de çok heyecanlanıyor, çok mutlu oluyor. Hatta bazen abartıp ağlıyor, çok garip... Beni ne kadar sevdiğini iliklerime kadar hissediyorum. Ve bu güvenle yaşamaya devam ediyorum. Muhteşem!

Büyüyorum hayret edici bir hızla. Gelişiyorum, kendimi ispatlamaya çalışıyorum "Ben büyüdüm artık kimseye ihtiyacım yok" demek, kendi kararlarımı kendim vermek istiyorum. Zamanın, gelişen bir kavram olduğunu ve gelişen bu zamana “O”ndan daha iyi ayak uydurduğumu düşünüyorum. “O”nun düşüncelerini artık bebeklik günlerimdeki gibi sorgusuzca kabullenemiyorum. Kendi doğrularımı yaşamak ve herkese bu doğruları kabul ettirmek istiyorum.

Sadece "O"nun kahramanı olmak yetmiyor, dünyayı fethetmem gerektiğini düşünüyorum. Sevgi arsızı oluyorum. Daha fazla insan tanımak, daha fazla sevmek, daha fazla sevilmek ve çok daha fazla insana güvenmek istiyorum. "O" ise koruma içgüdüsünü hiç kaybetmeden, bana sürekli anlam veremediğim hatta gereksiz bulduğum uyarılarda bulunuyor. “O”nunla çatışmalara, kavgalara giriyorum bu yüzden...

Sonra “O” benim bu deliliklerimi, bu asiliklerimi hoş görüyor. (Her ne kadar bunu “ne halin varsa gör!” şeklinde dile getirse de böyle düşündüğünü tahmin ediyorum ben) Çünkü biliyor ki; bazı şeylerin yanlış olduğunu anlatamayacak bana, ancak ve ancak ben yaşayarak anlayabileceğim neyin yanlış neyin doğru olduğunu; işte bu yüzden kulağımın ucuyla dinlediğim öğütlerini de peşime katarak özgür bırakıyor beni, tam da istediğim gibi...

Kanatlarımı takıp uçmaya başlıyorum ben de. İlk başta bulutlar başımı döndürüyor, "Oh be, özgürlük gibisi yok" diyorum. Şaşkın ve meraklı gözlerle dünyaya tepeden bakıyorum, tanımaya çalışıyorum araştırmacı ruhumla dünyayı. “O”nun gözünden kaçanları, yakalamaya çalışıyorum ukala bir kâşif gibi. Etrafımda bana hayran hayran bakan gözleri fark ettikçe, gururum okşanıyor. Kendimi dünyanın en güzel, en cesur, en mükemmel uçan yaratığı zannediyorum. Tüm dünya bana hayran... Kendi kanatlarımla başım dönüyor adeta... Ne hoş!

Deliler gibi kanat çırpmaya devam ediyorum. Yükseliyorum; yükseğe, daha yükseğe, en yükseğe... Sonra, ne kadar yüksekte olduğumu merak edip aşağıya bakıyorum. O anda içim ürperiyor; her şey çok minicik kalmış, sesimi kimse duyamayacak kadar uzaklaşmışım herkesten ve kendimi olmak istediğimden de çok büyük ve bir o kadar da  yalnız hissetmeye başlıyorum aniden.  “Evrenden çıkmak üzereyim” diye telaşa kapılıp kanat çırpmayı kesiyorum. Zaten çok yorulmuştum, daha fazla kanat çırpacak gücüm de kalmamıştı diyorum kendimi teselli ederek.

Sonra o da ne? Kanatlarımı bir yerlere taktığımı fark ediyorum, kırmışım kanatlarımı. Daha çok paniğe kapılıyorum bu sefer. Başlıyorum kontrolsüzce düşmeye, düşerken de etrafımdakilerin alaycı bakışlarını hatta kahkahalarını fark ediyorum. Çaresiz gözlerle hızla düşmeye devam ediyorum. "Anneeeeeeee, anneeeeeeeee" diye ağlayarak, hoppp (!) popomun üstünde buluyorum kendimi. Dizlerim, kollarım her yerim yara bere içinde kalıyor. Canım çok acıyor. Kontrolsüzce ağlıyorum sadece... Ne yazık!

Dünyaya yeni gelmiş o bebek halim gibi savunmasız ve acemi hissediyorum tekrar kendimi. Korunmaya ve sarmalanmaya ihtiyacı olan küçücük bir bebek... 

Kafamı çevirdiğimde ise bir tek “O”nu görüyorum yanımda yine. Elinde pamuk, tentürdiyot ve şefkatli (aynı zamanda “gördün mü dünyanın kaç bucak olduğunu?” diye soran) bakışlarla yaralarımı sarmaya çalışan, milyonlarca kez dünyaya gelsem de milyonlarca kez “annem” olarak tercih edeceğim  o melek kadını buluyorum sadece... 

"Bir tek annem olsun bana birşey olmaz" şarkısı çalıyordu sanki fonda. Ve bana güven veren o kokuyu ciğerlerime, alabildiğince çekiyordum tekrar... Ne şans!

Şans diye bir şey varsa eğer, o da böylesine koşulsuzca sevilmek olmalı. 
Bu şansla yeryüzüne düşmüş bebeklerden koşulsuz sevgilerini esirgemeyen tüm meleklere sevgiyle....