Wikipedia

Arama sonuçları

26 Eylül 2014 Cuma

Kuzey Ege Turu (Bozcaada)

Acısıyla, tatlısıyla bir yazın daha sonuna geldiiik! Bu sene, tatil hakkımın bir bölümünü Londra'da geçirdiğim için, doyasıya güneş-kum-deniz tatili yapamadım. İşte yazın bu son demlerinde hem görmeyi çok istediğim Bozcaada ve Assos'u görmek hem de ayaklarımı suya değdirebilme şansına nail olmak için canım yol arkadaşım İlknur'la "küçük bir hafta sonu tatili yapalım" diyerek 2 günlük Bozcaada-Assos turuna katıldık.

Anlatmaya başlamadan önce belirtmek istediğim bir husus var. Gezi yazılarımla alakalı bana bildirmiş olduğunuz güzel ve olumlu görüşleriniz ve bu alana yoğunlaşmamı istediğinizi belirttiğiniz kamçılayıcı sözleriniz beni çok ama çok mutlu etse de, "Karalamacalarım" çok yönlü bir blogdur, bu böyle bilinsin isterim. Burada; bazen gezi, bazen kültür-sanat, kah magazin, kah siyaset, kimi zaman günlük tadında, kimi zaman eleştri havasında... kısacası ruhuma o anda iyi gelecek ne varsa onu göreceksiniz. Var olma sebebi de bu zaten; ona içimi dökeyim, hayatımdan izler taşısın ve beni mutlu etsin diye var bu blog, hepsi bu.

Yani dostum, burada patron benim ve canım ne isterse onu yazarım, o kadar!  Anlaştık mı? :) Hadi o zaman kemerlerini tak ve peşime takıl. Yazın son çırpınışlarında yaptığım ve bana ilaç gibi gelen yolculuğumu anlatmaya başlıyorum;

İlk olarak duraklarımızı söylüyorum:
* Bozcaada
* Assos
* Truva
* Çanakkale Şehitliği

Bu bölümde sadece Bozcaada var. Diğer durakları da tek bölümde birleştirip anlatmayı planlıyorum ama söz veremem, canım ne zaman ve nasıl isterse... :)))

Bozcaada

İlk durağımız, tüm günümüzü ayırdığımız Bozcaada oluyor. Bu küçücük adayı gezmek için 1 gün yeter diye düşünürken denizin karşısına geçip, hiçbir şey yapmadan tüm gün orada öylece oturabilirdim. Deniz o kadar güzeldi ki ne gezmek, ne yemek, ne de herhangi bir turistik aktivite... hepsi bir anda uçup gitti aklımdan.

Neyse efendim güneş-kum-deniz benim olsun, size onların dışında gördüklerimi ve pek donanımlı rehberimizden duyduklarımı aktarayım özetle. Sonra da adanın güzelliklerini yakalamaya çalıştığım fotoğrafları paylaşacağım.

Türkiye'nin üçüncü büyük adası olan Bozcada'ya ilk yerleşimin, Antik Çağ zamanında, Midilli'de yaşayan Aiolya halkının bir kısmı tarafından yapıldığı zannedilmekteymiş.

Antik Çağ'dan bu yana da Persler'in, Romalılar'ın, Bizanslılar'ın Venedikliler'in, Cenevizliler'in ellerine geçen Ada'nın bizim egemenliğimize girmesi ilk kez Fatih Sultan Mehmet zamanında olmuş ve bu zamandan sonra Ada, Piri Reis haritasında  "Tenedos" yerine "Bozcaada" olarak anılmaya başlamış. Tabi bu dönemden sonra tekrar Venedikliler tarafından defalarca kuşatılmış, Ruslar tarafından da yakılıp, yıkılmış hatta Çanakkale Savaşı sırasında Fransızlar ve İngilizler tarafından işgal edilip lojistik destek merkezi olarak da kullanılmış. Ama nihayetinde bugünkü siyasi kimliğini 24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşmasında kazanarak Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenliğine girmiş.

Anlayacağınız üzere, Ada'nın başına gelmedik kalmamış ve hatta geçenlerde 3. derece doğal sit alanı olduğu için el sürmenin yasak olduğu Bozcaada'nın "Kentsel Gelişim" adı altında imara açıldığına dair bir haber okudum. Manşet şöyleydi: "Bozcaada Betonada mı Oluyor?" Bu da demek oluyor ki adayı bu çağda da rahat bırakmıyorlar. Neyse, ben bu konuda yorum yapmak istemiyorum, bu yazının gezi yazısı olmasını istiyorum çünkü "Hayırlısı..." diyerek, fotoğraflara geçiyorum.

Daha önceleri "Tenedos" diye anılan Ada, Osmanlı zamanında uzaktan bakıldığında boz bir renge sahip olduğu için "Bozcaada" ismini almış. 


Bölgeye hakim olan rüzgarlardan ötürü uzun ağaçlar yetişemeyen Ada'nın bitki örtüsü bodur bitkilerden ibaret. Bu yüzden boz bir görüntüye sahip.
Ada'ya yaklaştığımızda  ilk dikkat çeken yapı "Bozcaada Kalesi" oluyor. Kalenin ilk ne zaman yapıldığı bilinmemekteymiş. Fenikeliler, Cenevizler ve Venediklilerden kalma kalıntılar üzerine yeniden inşa edilerek bugünkü şeklini Fatih zamanında almış. Ancak Ruslar tarafından yıkıldıktan sonra 2. Mahmut döneminde tekrar büyük bir onarımdan geçirilmiş.





Kahvaltıdan sonra rehberimiz bizi meşhur rüzgar türbinlerine götürüyor. Ada'da ciddi bir şekilde enerji üretimi gerçekleştiren 17 adet rüzgar türbini var ve her birine Ayşe, Fatma gibi bayan isimleri verilmiş.

İşin enerjik ve mühendislik boyutu bir tarafa; manzarası çok güzel olduğu için özellikle gün batımı saatlerinde akın akın gelen insanları düşünürsek, ülke ekonomisine turistik açıdan da çok faydalı oldukları söylenebilir bu bacılarımızın :) 

Rüzgar Türbinlerinin ardından 2 saatlik serbest zamanımızda "Ayazma Plajına" gidiyoruz. Yüzmek ya da çevreyi gezmek... İşte bütün mesle buydu! Tercihi bize bıraktı tur rehberimiz. Peki tahmin edin bakalım; araştırmacı blogger kimliğimle benim tercihim ne oldu? Tabi kiiiiiii; Bozcaada'nın kıyıda köşede kalmış güzelliklerini keşfetmek için sokak sokak gezmek yerine, kendimi bu eşsiz sulara fırlattım :) Şu denizin güzelliğine bakın da söyleyin yanlış mı yapmışım? Ayrıca, Bozcaada'nın plajları, denizi ve kumu hakkında yorum yapabilmek adına birilerinin kendini feda etmesi gerekiyordu. Sen etmezsen ben etmezsem nasıl olacaktı bu iş? :) Turdaki teyzeler domates reçeli tatmaya giderken biz de bu anlamlı görevi İlknur'la birlikte seve seve üstlendik :)  

  Cam gibi berrak ve serin suyun içinden hiç çıkmak istemedik. Gerçekten çok güzeldi...

Seyri de doyumsuz... (Dalmış gitmiş pozu veren ikuş da ayrı bir renk katmış tabi :) )

Serbest zamandan sonra rehberimizin güzel anlatımıyla Bozcaada Kalesi'ni gezdik hep beraber. Daha sonra da kahve içmek ve alışveriş yapmak için kısa bir serbest zaman daha verildi bize ki bu kısa zamanı veriliş amacına uygun kullandık biz de bu sefer. Çiçek Pastanesi'nde kahve içtik ve hediyelik eşyalar satan tezgahları dolaştık. Bir de hafızalardan silinmesin diye şu kareleri çektik; biliyorum profosyonel çekim değiller ama idare edin artık, burası da gezi blogu değil zaten tekrar hatırlatırım size :)


Bakın işte bu da "İşler kesat!" adlı çalışmam :)








Polente adanın meşhur eğlence mekanıymış

Mor Meyhane

Deniz Kestanesi

Mavi-Beyaz... 


İncik, boncuk... Her birinde aynı şeyler, ama yine de bakmaktan kendini alamama hallerinin sebebi rengarenk tezgahlar



Veee magnetler...

Ada'nın yerlisi tarafından yapılan ve adayla özdeşleşmiş domates, kabak, karpuz gibi ilginç reçeller çarşıda boy göstermekte. Benim tersime "domatesten de reçel mi olur yahu" demeyenler, kavanoz kavanoz aldılar bu reçellerden. Pişmanlar mı bilinmez. Ben pişman mıyım? Hayır değilim. Yaşasın "Anne vişne reçeli!" 


Çiçek Pastanesi...
Sabah kahvaltımızı tur şirketinin anlaşmalı olduğu, aslında balık restaurantı olan bir işletmede yaptık. Ancak ne servisinden, ne lezzettinden ne de temizliğinden memnun kaldık. "Neden kahvaltımızı burada yapmadık" diyerek asıl pişmanlığımızı ise akşam üzeri kahvemizi içmek için gittiğimiz "Çiçek Pastanesi"ni görünce yaşadık. Adının hakkını veren pastane gerçekten çiçek gibi bir mekandı. Kurabiyeleri çok güzel ve çok meşhur. Ada'ya gelen herkes elinde Çiçek pastanesi poşetleriyle geziyor :) Poşet demişken, adada naylon poşet yasak. Sadece kağıt poşet kullanılıyor. 


Çok keyifli bir gün geçirdik Bozcaada'da. Şehirden uzaklaşmak için haftasonu gelinebilecek güzel bir yer. Uzun serbest vaktimizi son damlasına kadar Ayazma Plajı'nda geçirdiğimizden, civarı çok gezemediğimiz için kalınabilecek yerler hakkında pek bilgim yok.Yalnız şu kadarını söyleyebilirim ki denizi tek kelimeyle muh-te-şem! Gerisi teferruat zaten.Yani bir tatilci ne ister ki? Muhteşem bir deniz, temiz pak bir oda, akşamları da balık ekmek. Miss! Zaten ada çok küçük olduğu için keşfetmek fazla zaman gerektirmiyor. 2 gün bilemedin 3 gün keyifli bir tatil yapılabilir Ada'da.

Veee uzaktan bakıldığında "boz" ama içindeyken "mavi-beyaz" renkli olan adaya "Hoşçakal!" diyerek yorgun ama keyifli bir şekilde Geyikli'ye giden feribota atladık ve ayrıldık bu güzel yerden.
 Ertesi günü tanışacağımız Kuzey Ege'nin diğer güzellikleri için enerji toplamamız gerekiyordu. Bu arada sırası gelmişken şunu söylemeliyim ki; eğer siz de buraları henüz görmediyseniz ve görmeyi istiyorsanız kesinlikle turla gidin. Hem çok eğlenceli hem de rehberlerin anlatımıyla kültürel açıdan daha faydalı bir gezi oluyor, benden söylemesi.

Rehberimiz ertesi gün için daha kültür ağırlıklı bir gezinin bizi beklediğini ve daha çok yorulacağımızı söyleyerek bizi uyardı. Bu yüzden Edremit'teki otelimize varır varmaz yemeğimizi yiyip odamıza çekildik. Gerçi ilerleyen saatlerde aşağıdan gelen "Angaranın bağları, büklüm büklüm yolları" sesiyle bir an için içimizde deli fırtınalar kopmadı değil ama tabi ki üşengeçliğimiz bu saçma savaştan galip çıktı. Ertesi gün turdaki teyzelerden "Niye gelmediniz? Biz çok eğlendik" soruları gözlerimizin şaşkınlıktan pörtlemesine sebep olsa da şahsım adına ben uyuduğum için asla pişman değilim. Her zaman söylediğim bir söz vardır, yeri gelmişken söyleyim: "Yaşasın uyumak!" :) Ayrıca bizi, yaşlarıyla ters orantılı olan enerjileriyle utandıran o teyzeleri de buradan tebrik etmek istiyorum. Böyle teyzeler etrafımızda hep olsun! Ve hayat tatil olsun!

İşte bu teyzelerle geçirmiş olduğum Assos, Truva ve Çanakkale Şehitliği maceramızı merak ediyorsanız beklemede kalın. Sevgiler...







16 Eylül 2014 Salı

Londra Günlüğü-4

Londra'da 4.Gün (09.08.2014)

Londra, orada gezeceğimiz son günün hatrına bizden güleç yüzünü yine esgirmedi ve tekrar güneşli bir güne uyandık. Çok fazla plan program yapmadık. "Nereye nasıl gideceğiz?" diye, neredeyse ezberlediğimiz haritalara bakma gereği bile duymadık. Planımız şuydu sadece; "Kim nereye istiyorsa oraya gitsin!"

Günleri sayılı kalmış bir hasta gibi tek günü kalmış birer turist olarak, canımız nereye gitmek istiyorsa oraya gittik biz de. "E bunun için tek gün yetti mi?" diye sorarsanız yetmedi tabi ki ama Londra'ya gelmişken görmeden gitseydim gerçekten çok üzüleceğim Notting Hill'i ve Hyde Park'ı gezip görmek beni çok ama çok mutlu etti.

4. günü gezi rotam şöyleydi:

1-Notting Hill (Portobello Market)
2-Oxford Street (Buluşma noktası olarak belirledik)
3-Hyde Park
4-Picadilly

Notting Hill & Portobello Market

Bu şirin semtin adını ilk kez 90'ların sonu ya da 2000'lerin başında sinemada aynı adlı filmi izlediğimde duymuştum. Hatta evde hala, donduktan sonra ileri sarıp tekrar geriye sararak izlenme teknolojisiyle çalışan bozuk bir dvdsi de mevcuttur.

Başrollerini Jullia Roberts ve Hugh Grant'ın paylaştığı, aslında artık yeşilçamın bile uğraşmaktan bıktığı basit bir aşk hikayesini anlatılmasına rağmen ne zaman rastlasam kendimi izlemekten alamadığım, müziklerinin, oyunculukların ve tabiki mekanın muhteşem olduğu bir filmdi "Notting Hill" (türkçe ismiyle "Aşk Engel Tanımaz").

Bu filmi sinemada izlediğimde "Allahım ne kadar güzel bir yer burası" demiştim ve Londra'ya gitme planımız çıktığında da "muhakkak görmeliyim" diyerek aklıma ilk gelen yerlerdendi bu renkli semt. Aslında bizden iki hafta sonraya denk gelen tarihlerde gerçekleşen karnavalıyla da ünlü bir semt burası ama maalesef biz karnavala yetişemedik.


William'ın (Hugh Grant) kitapçı dükkanında, bu afiş hala asılıydı. (filmin ülkemizde gösterime girdiği yıllarda bir okulun duvarında, çılgın bir romantiğin yazmış olduğu "notting hill Ayfer!" yazısını görmüştüm. Bu filmi ne zaman görsem o gelir aklıma gülerim, yine aklıma geldi de hep beraber gülelim dedim :)
Londra'daki son gezi günümüzün ilk saatlerini İrem'le ikimiz Notting Hill'de geçirmek istedik. 


              Düzenli, samimi, sıcacık, iç açıcı Notting Hill sokakları...                 


Notting Hill en çok, Portobello Road'da her cumartesi kurulan pazarıyla meşhur aslında. Bu pazarda 2.el kitap, cd, plak, antika eşyalar ağırlıklı olmak üzere sebzeden, meyveye, geleneksel yiyeceklere kadar aklınıza gelebilecek her şey gerek pazar tezgahlarında gerekse pazarın kurulmuş olduğu yolda karşılıklı bulunan minik sevimli dükkanlarda sergilenmekte ve satılmakta.

Portobello Market hakkında "Puslu Londra'nın en renkli yeri" gibi bir cümle okumuştum bir yerlerde... Cumartesi günleri insanlar akın akın bu renkli yeri görmeye geliyorlar.

Hugh Grant'ın gayet karizmatik bir şekilde yürüdüğü ve fonda "ain't no sunshine" çalarken mevsimlerin değiştiği o sahne kadar etkileyici pozlar da yakalamak isterdim tabi ama kalabalıkta bu pek mümkün olmadı :)

Portobello Market'te; yiyeceklerden, 2.el kitap-cd ve antika eşyalardan tutun da "good girls go to heaven, bad girls go to London" yazan uyduruk t-shirtlere kadar her çeşit ürüne rastlamak mümkün... 


Bu bölgede aynı zamanda; İtalyan, Fransız, Hint gibi çeşitli dünya mutfaklarından tatların olduğu cafeler ve lokantalar da var...

İşte meşhur filmdeki William'ın Anna'ya Türkiye hakkında bir seyahat kitabı sattığı kitapçı dükkanı. Şu anda hediyelik eşyalar satılıyor. (Duvarı görünce aklıma geldi yine: Notting Hill Ayfer! :)) )

Londra'nın her yerinde olduğu gibi sokak sanatçılarına burada da rastladık


Veee İrem'le Notting Hill'e hayran hayran bakarak diğerleriyle buluşmak üzere Oxford Street'e doğru yöneldik.

Oxford Street'i bir turlayıp ve bir yerde hep birlikte toplaşarak birbirimize neler yaptığımızı anlatık. Ardından, oyuncu değişikliği yaparak gezi rotamızı uygulamaya devam ettik. Ben, Neşe ablam ve Hasan'la Hyde Park'a yönelirken, Nilüfer ablam ve İrem de Oxford Street'de kalıp Londra mağazalarının dibine vurmak istedi.

Hyde Park

Yaklaşık 350 dönümlük bir alana kurulu olan ve Londra'nın merkezindeki en büyük parkı olan Hyde Park için, "parka bakış açımı değiştiren park" diyebilirim. Öyle park deyince aklıma, iki tahterevalli, bir salıncak, hadi olmadı üzerinde kadınların çılgınca spor yaptıkları jimnastik aletlerinin bulunduğu ya da en fazla bir süs havuzunun olduğu yeşillendirilmiş pek de büyük olmayan bir alan gelirdi. Bu parkı gördükten sonra kendimi park konusunda kandırılmış hissettim, yani bu parksa eğer, küçükken "anne payka didelim" diye tutturduğumuz yer neydi? Anlayamadım :)

Şehrin göbeğinde insanı şehrin dışındaymış gibi hissetiren, dinginlik, huzur, mutluluk gibi duyguları barındıran müthiş bir yer burası.




Çimlere yayılmış gençlerin yanından birden çıkan ve herkesi güldüren yaramaz sincap

The Wellington Arch

Hasan çimlere yayılıp sabah Hamles'dan aldığı ve yapmak için sabırsızlandığı legoyu yapmaya başlarken biz de etrafın keyfini çıkartmaya devam ettik

İsrail'in Filistin'e saldırısını protesto eden duyarlı insanlar sanırım Speakers Corner'den dönüyorlardı. Speakers Corner, insanların özgürce konuştukları, parkın Marbel Arch tarafına yakın bir yer.


Günün yorgunluğu mu desem, günlerdir fotoğraf çekmekten bıktım mı desem bilmiyorum ama böyle bir yerde elbet daha güzel kareler çekilebilirdi ancak biz bunun yerine tercihimizi, kendimizi bu sakinliğe kaptırıp anın keyfini çıkarmaktan yana kullandık. O mis havayı ciğerlerimize çektik, bisiklete binen, yürüyüş yapan, çimlere yayılan, sohbet eden insanları ve bu insanların arasında birden bire peydahlanan onların atıştırmalıklarını aşıran yaramaz sincapları izledik.

O huzurlu ortamın şehrin göbeğinde olmasına hem çok şaşırdım hem de çok gıpta ettim. Benim caanım İstanbul'umun göbeğinde avmler boy gösterirken Londra'nın göbeğindeki bu parkı tüm samimiyetimle söylüyorum ki çok ama çok kıskandım. Alıp onu da yanımda İstanbul'a götürmek ve avmlerin, binlerce kişilik konut inşaatlarının, residenceların üstüne oturtmak istedim.

Hyde Park'tan ayrılırken içimde; huzur, keyif, mutluluk, aynı zamanda bu kısacık ama dolu dolu geçen gezinin sonuna yaklaşmış olmanın verdiği garip bir hüzün, tekrar buraya gelme isteği gibi karma karışık ama güzel duygular taşıyordum. İşte bu duygularla canım kuzilerimle Piccadilly'e doğru yöneldik ve orada birleştik.

Piccadilly Circus

New York için Times Square ne demekse, İstanbul için Taksim Meydanı ne demekse, Londra için de Piccadilly Circus o demek.

Filmlerden aşina olduğum Piccadilly Circus




Ben, Neşe ablam ve Hasan Piccadilly Circus'ta Eros'un kanatları altında oturup İrem'le Nilü'yü beklerken, İsrail aleyhinde sloganlar atan savaş karşıtı bir grubun (ki aynı grubu Hyde Park'ta da görmüştük), polislerin gözleri önünde son derece medeni bir şekilde sergiledikleri protesto gösterisini izledik. İster istemez gözlerimiz toma aradı, canımız biber gazı çekti ama etrafta, herhangi bir olası taşkınlık sırasında halkı korumak için hazır kıta bekleyen polis arabaları ve güvenlik için kafamızın üstünde dört dönen polis helikopterleri dışında herhangi bir atraksiyon yoktu. Ne toma ne de biber gazı... Çok sıkıcıydı (!) Taksim meydanına benzeteceğim ama içimden gelmedi. 

Arkamızdakiler gibi Eros'un altında polislerle fotoğraf çekilebilirdik eğer Neşe ablamı dinleseydik tabi. Ama "biz bize yeteriz" dedik ve bu pozu verdik. (Şimdi farkettim ki Eros Heykeli de çıkmamış ama olsundu :)))
Piccadilly'de bir turlayıp valizimizi hazırlamak üzere bizi çok rahat ettiren sevimli dairemize yöneldik. Ertesi gün erken saatlerde bu güzel şehirden ayrılacaktık çünkü.

Ertesi sabah erkenden hazırlandık ve gelen görevliye daireyi teslim ettik. Gezip gördüklerimizle mutlu, gezip görmeye yetişemediklerimiz için azıcık buruk ama umutlu bir şekilde hava alanına gitmek üzere son kez ayrıldık o güzel daireden.

İşte bu da havaalanına giderken otobüste çektiğim Londra'daki son fotoğraf... Kısa gezimiz boyunca sadece müzikal çıkışında yakalandığımız (o da çisenti şeklinde) Londra yağmuru bu sefer hıçkıra hıçkıra yolcu etti bizi.  
Dolu dolu 4 gün boyunca gezdiğimiz bu büyüleyici şehri kendi gözümden 4 post halinde bloguma aktarmaya çalıştım. Elbette gezemediğimiz bir sürü yer kaldı (En içimde kalanı British Museum oldu :( ) ama "keşke şuraya gitmeseydik de British Museum'a gitseydim" dediğim bir yer olmadı hiç. Demeye fırsatım da olmadı zaten. Her anından, her saniyesinden keyif aldığım bir gezi oldu benim için. Bu geziyi keyifli kılan kuzenlerim Nilüfer ablam, Neşe ablama, İroşuma ve Hasan Berk'ime çok ama çok teşekkür ediyorum.

Londra için ise söylenecek çok şey var; tüm yazılarımı okuduysanız ve bir nebze de olsa gördüklerimi tam olarak buraya aktarmayı becerebildiysem anlayacaksınız ki ben bu şehirden çok etkilendim. Şimdi bunları yazarken "en çok beni etkileyen ne oldu" diye düşündüğümde, daha önceki yazılarda da belirtmiş olduğum gibi kozmopolitliği diyebilirim. Londra adeta içinde her milletten insanın olduğu minyatür bir dünya gibi ve bu dünyanın içinde herkese yer var. Oradayken sen de kendini o dünyanın bir parçası gibi hissediyorsun. Bir de modernliğin; yüksek binalar inşa etmekle bir ilgisinin olmadığını, yeşilin, tarihi yapıların yüksek binalardan daha değerli olduğunu ve tüm bunların şehri nasıl güzelleştirdiğini net bir şekilde görüyorsun.

İşte bu kısacık gezi de bütün bunları tüm duyularımla hissettim. Yeni ülkeler, yeni şehirler görmek insanın ufkunu genişletiyormuş bunu da farkettim. Umarım daha farklı ülkeler ve farklı şehirler görme şansına da sahip olurum. Ancak  bu güzel şehre tekrar giderek içimde ukde olarak kalan yerlerini gezip görme isteği hep içimde olacak ve Audrey Hepburn'un Paris için söylediği sözü ben de çoğu insan gibi Londra'ya uyarlayacağım; "London is always a good idea!"

Çok şükür ki bu mini yazı dizimin sonuna alnımın akıyla gelmiş bulunmaktayım. Londra Günlüğü yazımın akıbeti Gezistanbul gibi olmadı :) "İstanbul anlatmakla bitmez" lafını bahane ederek, inşallah onu da tamamlamak nasip olur diyerek ve bana değerli vaktinizi ayırdığınız için size kucak dolusu sevgilerimi göndererek yazımı artık bitirmek istiyorum.

Mutlu Son :)