Wikipedia

Arama sonuçları

31 Aralık 2015 Perşembe

Hoşçakal 2015


Herkes 2016'ya odaklanmış durumda. Seni düşünen çok az. Kimi bir an önce senden kurtulmak için, kimi hayallerine hemen kavuşmak için garip bir telaş içinde senin bir üst modelini bekliyor.

Bu saçma telaşın arasında ben ise seninle vedalaşmak istedim. Ülkem için olmasa da benim için çok kötü olmayan, iyi bir seneydin neticede. Hakkını yiyemem canım benim. Birlikte bol bol gezdik, yeni insanlar tanıdık, hayatıma kattığın çok fazla tecrübe çok fazla değerler oldu. Tüm bunlar için sana teşekkür ederim.

İlkokul kompozisyonlarında eski yılın yaşlanmış bir dede, yeni yılın ise yeni doğmuş bir bebek gibi gösterildiği resimlerden mi kaynaklanıyor bilemiyorum ama nedense çocukluğumdan beri eski yılla aramda duygusal bir bağ oluyor benim böyle. Eski yılın o elden ayaktan düşmüş, perişan bir halde bastonuyla bize el sallarken temsil edildiği o yaratıcı(!) resimlere bakarken içime garip bir hüzün çöküyordu işte böyle.

Yo yo! Kendini böyle elden ayaktan düşmüş, bir kenara itilmiş muhtaç bir yaşlı gibi hissetme sakın. Bir sene önce elma yanaklı olan yeni doğmuş bir bebeğin, bir sene sonra böyle bastonlu ak sakallı dedeye dönüşmesi pek mantıklı değil zaten biliyorsun. Sadece biz insanlar biraz böyleyiz işte; biraz fazla hızlı tüketiyoruz her şeyi ve biraz fazla çabuk bıkıyoruz her şeyden. Sen üstüne alınma. Bak şimdi 2016'ya yeni doğmuş bebek muamelesi yapıp; "ay maaşallah kuzuma" şeklinde sevgi gösterileri yapılıyor ya, bak buraya yazıyorum: 1 sene sonra ona da aynısını yapacaklar. Seneye birlikte okuruz, görürsün.

Neyse canım, artık vedalaşma vakti geldi sanırım. Şimdi içeri gidip mandalina, portakal soyup, çerez çitleyip kanaldan kanala zaplayıp 2016'yı karşılamam gerek. E geliyor sonuçta karşılamamak olmaz.

Söz veriyorum seni unutmayacağım. Gider ayak bize son bir kıyak yapıp bembeyaz bir yılbaşı bıraktın ya, şu ahir ömrümüzde torunlarımıza anlatacağımız karlı bir yılbaşı gecemiz oldu nihayet. İşte sırf bu yüzden unutulmayacak bir yıl oldun bence sen.

Hoşçakal 2015

30 Aralık 2015 Çarşamba

Cyrano De Bergerac


İstibdat Kumpanyası adlı oyunu izlediğimden beri görmek istediğim bir oyundu Cyrano De Bergerac.

Eserin konusu dramatik; hayranlık uyandıracak şekilde kılıç kullanan ve inanılmaz bir şairliğe sahip Cyrano haddinden fazla büyük burnu olduğu için kendini çirkin bulmakta ve aşık olduğu kuzeni Roxane'a bu yüzden bir türlü açılamamaktadır. Açılmak bir yana dursun, Roxane'ın Cyrano'nun bölüğünde genç ve yakışıklı Christian'a aşık olduğunu da öğrenince aşkından vazgeçip onları kavuşturmaya çalışıyor üstelik bu güzel yürekli kahramanımız,

17. yüzyıl Fransa'da yaşamış şair ve silahşör Cyrano de Bergerac'ın hayatından esinlenen bu oyun anlayacağınız üzere, aşkı, kahramanlığı ve gururu anlatıyor.

Edmond Rostant'ın eserini Sabri Esat Siyavuşgil dilimize çevirmiş ve bunu öyle güzel yapmış ki; Cyrano'nun oyun sırasında yaptığı bazı tiratların orjinalinden bile daha güzel olduğu söylenmekte.

Buna rağmen oyundan çok etkilendim diyemem. Bazı detaylar beni rahatsız etti çünkü. Ses, görüntü ve sahnedeki kalabalığın nerede ne zaman duracağını bilemez halleri de bu detayların arasında. Ama.....

Bu "ama"dan sonraki noktaları, oyunda Cyrano karakterini canlandıran ve bu sene tesadüf olarak sahnede 2 kere seyretme şansını yakaladığım Yiğit Sertdemir ile doldurmak istiyorum. Çünkü seyirciye bu oyunu sonuna kadar izletme başarısını Yiğit Sertdemir'in muhteşem oyunculuğu sağlıyor ve bence sadece bu güzel oyunculuğu izlemek için bile gidilir bu oyuna. Bunun dışında güzel olan bir diğer şey de müziklerdi. Evet, onlar da oyuna renk katmıştı. Kostümler ve makyaj da güzeldi aslında ama ışık yetersiz olduğu için fazla muhteşem durmuyorlardı.

Diğer oyunculuklar için ise çok kötü denemez ama ortalamanın altında kalıyorlardı diyebilirim. Tamam, belki Yiğit Sertdemir'in muhteşem performansı yüzünden ben öyle hissetmiş de olabilirim. Ama özellikle Roxane rolü için Ayşecan Tatari'den başka isimler düşünülebilirdi. Şehir Tiyatroları'nda bu rolün hakkını verecek çok başarılı ve güzel kadın oyuncular var biliyorum çünkü.

Neyse, kaba taslak oyun hakkındaki izlenimlerim böyle işte. He bir de küçük bir not düşmek isterim; ben Ümraniye Sahnesi'nde izledim bu oyunu. Bir daha adım atmak istemeyeceğim bir yerdi. Yerin bana çok uzak olması, sahnenin ışık ve ses düzeninin kötü olması, gelen seyircilerin çoğunun oyunla ilgilenmeyip telefonlarının ışıklarıyla sinirleri tavana zıplatmalarını mı anlatsam size bilemedim. Ümraniye Sahnesi denilen yerin aslında bir spor salonu olmasından hiç bahsetmiyorum bile.

Sanırım seyircilerin tavırları da ortama göre değişiyor. Yani güzel tarihi bir tiyatro binasında insanlar böyle davranmaya cesaret edemezdi herhalde. Buna da şükür tabi ki ama yine de insan düşünmeden edemiyor; her bir tarafından vinçler yükselen, şantiyeyi andıran güzel şehrimde birkaç inşaatcık da tiyatrolar için yapılsa, bizler de AVM'ler ve spor salonlarına hapsedilmiş muhteşem eserleri hakkını vererek ve büyülenerek daha güzel yerlerde izleyebilsek güzel olmaz mıydı?

Not: Fotolar İbb.gov.tr'den alınmıştır.






17 Aralık 2015 Perşembe

Bloglayarak Zengin Olmak

Üzgünüm ki, zannettiğiniz gibi size " bloglarımız sayesinde kısa yoldan köşeyi nasıl döneriz?" "nasıl hem sevdiğimiz işi yapıp hem para kazanırız?" gibi hepimizin ağzını sulandıran soruların cevabını veremeyeceğim.(Baştan söyleyim dedim)

Gerçekten bloglarımızdan para kazanarak voleyi vurmak mümkün mü? İnanın bilmiyorum. Belki evet, belki hayır bu sorunun cevabı ama inanın benim için hiçbir önemi yok. Çünkü ben inanmıyorum hem gerçekten sevdiğim işi yapıp hem para kazanabileceğime. Yani işin içine para kazanma fikri girince insan hafiften kasmaya başlıyor ve dünyadaki en değerli şeyini yani özgürlüğünü kaybetmiş gibi hissediyor. Bu durumda da parasız severek yaptığın iş para için zorla yaptığın işe dönüşüyor.

İlk bloglamaya başladığım zamanlarda "yazarak para kazanmanın püf noktaları" türünden yazılara bazı bloglarda rastlar okurdum. Ama bugüne kadar bu konuda beni ikna eden bir yazı okumadım. Zaten bir süredir de okumayı bıraktım öyle yazıları. Gülüp geçiyorum sadece. Bana göre işler değil çünkü bunlar. Şu dünyada sadece kendim için yaptığım ve en zevk aldığım şey buraya yazı yazmaktır benim. Bunu da ticarete çevirirsem gönlümün istediği gibi yazamaz olurum sanırım. Öyle davranamasam da yazmaktan zevk alamam ki ben.
Yine de bir kere tanıtım yazısı yayınlamışlığım vardır bu blogda ve aslında bunu para kazanmak için değil de benimle irtibata geçip beni farkettikleri için bir hevesle yapmıştım. Hatta onların hazır formatta hazırlanmış yazılarını reddederek kendim özenerek hazırlamıştım tanıtım yazsını, hakkını tam vereyim diye. Ama sonra düşündüm ki evet bu yazıyı zevkle hazırladım ve blogda yayınladım ama bunu iş haline getirirsem zamanla bu iş ve blog bana bugünkü kadar zevk vermez, yazmak görev, blogum da bir ticarethane gibi gelir bana. Ayrıca belli kalıplara uyarak yazı hazırlamak insanın özgürlüğünü elinden alacaktır  ve bu da insanı asla mutlu etmez.

Siz şimdi başlığı ve yazdıklarımı görünce hayâl kırıklığına uğramış olabilirsiniz, (üzgünüm yine köşeyi dönemedik) ama aslında düşünürseniz ve gerçekten yazmaya gönül verdiyseniz size kaybetmemeniz gereken zenginlikten bahsettiğimi anlarsınız. Çünkü bizim için en büyük zenginlik hiçbir kaygı duymadan özgürce yazabilmektir ve hayattaki en büyük mutluluklardan biri de böylesine özgür hissedebilmektir. Herkese iyi bloglamalar (özgürce)...

15 Aralık 2015 Salı

Kış Kâbusu


Hiç bana öyle "ama sahlep var, boza var, sıcak çikolata var, battaniye var" falan demeyin, kandıramazsınız beni. Hiçbir kuvvet benim kışa olan duygularımı değiştiremez.

Oldum olası bir husumet vardı kışla aramızda. Küçükken, sobalı olan evimizde başlamıştı sanırım bu husumet. Sobanın uzak olduğu odaya gitmek zorunda kaldığımda tavana çıkardı kışa olan nefretim. Okula gitmek için uyandığım karanlık sabahlarda sıcacık yatağımdan kalkıp buz gibi odanın içinde kol bastı hareketleriyle giyinmeye çalışırken de, okula gidip gelirken ellerimin, oramın buramın donduğunu hissettiğimde de az kulağını çınlatmazdım hani.

Çoğu insan bu olumsuzlukları hatırlamak yerine sobanın etrafında yapılan sıcak sohbetleri, kestaneleri, portakal kabuklarını falan hatırlar ama nasıl bir tramva geçirdiysem artık kışa dair ben de bu nefret anlarını hatırlıyorum hep.

Yaz ne kadar mavi ve yeşilse kış da bir o kadar siyah ve griydi. Yaz ne kadar aydınlık, ışıltılı ve sıcaksa kış da bir o kadar karanlık ve soğuktu (ki hâlâ öyledir) benim için 

Hâl böyleyken de bir anlam veremem "kış" için böyle güzellemeler yapanlara. Maalesef onlar gibi "kış" deyince sahlep, boza, battaniye, kitap, sıcak bir pencere önünden elinde fincanla şehri seyretmek gibi şeyler gelmiyor benim aklıma. Kış deyince, karanlık sabahları, koyu bir gökyüzünü, çamuru, soğuğu, can sıkıntısını, üşüyen, depresyona giren ya da burnunu çeken sümüklü insanları anımsıyorum daha çok.

Her şeyi bir kenara koyun, kışın kaç kere gözünüzü açtığınızda yüzünüze vuran güneşin mutluluğuyla uyanabiliyorsunuz? İşte ben en çok bu yüzden sevmiyorum kışı. Karanlık sabahlar karşılıyor beni. Oysa yaz öyle mi ya! Pırıl pırıl güneşle yanağımıza bir öpücük kondurur adeta sabahları. Kuşlar neşeli şarkılarla eşlik eder onun bu anaç uyandırışına üstelik. Böyle güzel uyanmak varken güne, kasvetli sabahlara uyandığım bir mevsimi nasıl severim ki ben?

Çalışmak zorunda olmadığım, boğaza bakan, sıcacık bir evde camın önünde sıcak çikolata içerken şehri seyredecek bir hayata sahip olmak bile kışa bakış açımı değiştiremez herhalde.

Çok sıkılıdım, anladığınız üzere. Yaz gelsin, maviye ve yeşile doyalım yine...