Wikipedia

Arama sonuçları

30 Eylül 2015 Çarşamba

Likya Turu 4.Gün (Belcekız, St. Nicholas Adası, Kelebekler Vadisi, Kayaköy)

Hatırlarsanız 3.gün, turumuzun en uzun mesafesi Kalkan-Kaş-Kekova bölgesini (yaklaşık 300km) gezmiştik ve çok yorulmuştum. 4.gün ise sanırım turun en kısa mesafesini yaptık. Çünkü o gün sadece Belcekız koyunda dolanıp durduk. Belki mesafe olarak yaklaşık 40 km dolaştık ama o günün sabahında yaptığım yamaç paraşütü ve daha sonra gezdiğimiz yerler beni milyonlarca kilometre uzağa, harikalar diyarına götürdü diyebilirim :) Paraşüt maceramı daha önce anlatmıştım bu yüzden şimdi size ondan sonra gittiğimiz yerleri anlatacağım.

Biz çılgın paraşütçüler (!) indiğimiz Belcekız plajında çılgın olmayan arkadaşlarımızla ve rehberimizle buluşup, tekneyle Belcekız koyunda yer alan Kelebekler Vadisi, St.Nicholas adası gibi doğa harikası yerleri gezdik.
Fotoda görüldüğü üzere sol tarafta duran durgun bir gölü anımsatan yer Ölüdeniz, sağ taraftaki daha canlı duran yer de Belcekız. Ölüdeniz'in aşağısında bulunan kulakçık da (lagün) en fırtınalı günlerde bile Ölüdeniz'in sakinliğini korumasını sağlıyor. Tabi bu jeolojik açıklama dışında daha romantik açıklamalar da var :)

Rivayet o dur ki; eskiden buradan geçen gemiler açıkta demir atar ve içme suyu almak için kıyıya sandallarla çıkarlarmış. Bir gün yaşlı bir kaptanın genç ve yakışıklı oğlu kıyıya çıktığında güzeller güzeli Belcekız'ı görmüş ve ona aşık olmuş. E Belcekız da boş durur mu? O da biscolata'dan hallice olan bizim oğlana pek tabii sevdalanıvermiş hemen. İşte bunlar gel zaman git zaman böyle cilveli cilveli bakışıp dururlar, su alıp vermece oynarlarmış birbirleriyle.

Bir gün denizde bir fırtına kopmuş, oğlan babasına denizde sığınabilecekleri havuz gibi bir koyun olduğunu söylemiş. Babası ise oğlunun Belcekız'la cilveleştiğini bildiği için oğlunun sevgilisini görmeyi bahane ettiğini zannederek ona çok kızmış ve o fırtınada kavga etmeye başlamışlar. O esnada gemi tam bir kayalığa çarpacakken kaptan bir kürek darbesiyle oğlunu denize atıvermiş ve sonra dümene yapıştığında da karşılaştığı manzara kaptanın içini kavurmuş, çünkü oğlu haklıymış ve o bahsettiği göl gibi olan koya girmek üzereymiş. Ama maalesef oğlu orada ölüvermiş.

Kayalıklarda sevdiceğinin yolunu bekleyen bizim Belcekız da oğlanın öldüğünü öğrenince "bundan gayrı yaşamak bana haramdır" diyerek kendini kayalıklardan atmış ve o da oracıkta can vermiş. İşte bu efsaneye göre; o gün bugündür kızın öldüğü yere Belcekız, oğlanın öldüğü yere de Ölüdeniz denmekteymiş.

Bilmiyorum bu hikayenin ne kadarı doğru? Ama böyle hikayeler dinleyince insan başka alemlere dalıveriyor. Ve anlatılan o yer sizin kalbinizde o efsaneyle özel bir yere sahip oluyor nedense. Hasanboğuldu gibi, Sarı kız ve daha niceleri gibi...

Neyse efsaneleri bir yana bırakıp gezimize kaldığımız yerden devam edelim.

Belcekız'dan tekneyle açıldık ve yine müthiş koylarda mola verdik, en güzel maviliklere kendimizi bıraktık. Tabi ben Ölüdeniz'de yüzme şansını yakalayamadım çünkü turumuz Ölüdeniz'de yüzme molası verdiği sırada ben yukarıda Ölüdeniz'in daha derinliklerine dalıyordum. (Ama ters açıyla :) )

İşte bu da İlknur'un gözüme gözüme soktuğu ben uçarken onun düz açıyla daldığı Ölüdeniz'de çektiği karelerden biri :(

Soru şu: yukarıdaki denizde yüzmek mi yoksa yamaç paraşütü yapmak mı? (Neden bazı sorulara "hepsi" diye cevap veremiyoruz?)  :( O zaman bu soruya şu aşağıdaki fotoyla cevap vererek kendimi avutmak istiyorum :)

İlknurlar Ölüdeniz'de yüzerken ben de bir ayağımı Ölüdeniz'e ötekini de Belcekız'a soktum işte. :)

Şimdi soruyu tekrar alayım: "Ölüdeniz'de yüzmek mi yoksa yamaç paraşütü mü?" cevap veriyorum: yine de "hepsi" demek isterdim!!! Ay içime dert olmuş benim ya, şimdi farkettim vallahi. :)

Yok yok gönül rahatlığıyla diyebilirim ki iyi ki uçmuşum, yine olsa yine aynı kararı verirdim. Küçükken böyle top şeklinde bir haritam vardı benim çevirir çevirir bakardım. Babadağ'dan atladıktan bir süre sonra bu manzaraya yaklaştığımda elimde o küre şeklindeki harita varmış ve orada Ölüdeniz'e dokunuyormuşum gibi hissetmiştim. Böyle söyleyince belki basit bir anlatım oldu ama bence "dünyaya dokunabilmek" kelimelerle tarif edilemeyecek kadar müthiş bir his.

Neyse bu müthiş hislerle biraz da Ölüdeniz'de yüzememiş olma ezikliğiyle Kelebekler Vadisi'ne adım atar atmaz kendimi arı ölüleriyle dolu denize atıverdim. Evet anlam veremedim ben de ama hayal kırıklığına uğradım maalesef. Gerçi rehberimiz Gökçen bizi Kelebekler vadisi hakkında uyarmıştı. Yani; "fazla bir beklentiniz olmasın" demişti ama zaten benim Ölüdeniz'i unutturacak bir denizden başka bir beklentim yoktu. O da olmadı. Bu sefer denize girmeyip vadinin yukarısını tırmananları kıskandım :)
Bilemiyorum belki günü birlik turların yoğun olduğu saatlerde gitmemizin etkisiyle, denizin de o anda pek iyi olmaması sebebiyle Kelebekler Vadisi bende tekrar gitme isteği uyandırmadı. Ama tabi belki kamp yapıp orada tatilini geçirenler için günü birlik turlar gittikten sonra daha cool daha dingin bir ambiyans olabilir.
Aslında burası sahip olduğu endemik (belirli bölgelerde yaşayan) canlı türleriyle de meşhurmuş. Örneğin kaplan desenli kelebekler varmış burada. Tabi ben insan ve ölü arı dışında başka bir canlı görmedim ama dediğim gibi etrafı gezmedim.  Tepelelere çıkanlar müthiş bir doğanın olduğunu söylediler.
Bir de bu aralar parmak arası terlik kazalarıyla da meşhurmuş bu vadi. Siz siz olun eğer yolunuz buralara düşerse ve şelaleye kadar  tırmanmak isterseniz deniz ayakkabısı ya da spor ayakkabıyla çıkın yola.
Kelebekler vadisinden ayrıldıktan sonra "atın beni denizlere, yalan dünya size kalsın" şarkısnı söylememe neden olan St Nicholas Adası (Noel Baba Adası) olarak da bilinen Gemiler Adası'nda yüzme molası verdik.

Bu adanın zirvesine ulaşanlar Ölüdeniz'i, Kelebekler Vadisi'ni, Göcek Körfezi'ni ve açık denizleri görebilirlermiş. Ama tabi ki ben sabah manzaranın alasını gördüğüm ve güzel bir denizde yüzme isteğiyle kavrulduğum için kendimi hemen bu güzelim sulara bırakıverdim.

Ama blogumu da unutmadım tabi; aklım bu sefer de manzarada kalmasın diyerek fotoğraf makinemi gruptan arkadaşlarımız olan Sinan ve Harun'a verdim. Biz yüzerken onlar da şu yukarıdaki ve aşağıdaki güzel kareleri çekmişler sağolsunlar :)
Ortaçağ denizcilerinin rehber kitaplarında Noel Baba'nın bir dönem burada yaşadığına dair çeşitli efsaneler bulunduğundan daha çok "St.Nicholas adası" olarak bilinen bu adanın M.S 240 lı yıllarda meydana gelen depremle sulara gömülen kısmında derin bir tarihin yattığı söylenmekte.

Ada son zamanlarda Japon arkeologların ilgisini de çekmiş ve yaptıkları çalışmalarda ortaya çıkardıkları kilise ve şapel kalıntılarında bu kilise ve şapellerin Aziz Nikola döneminde ve gözetiminde yapıldığına dair yazılar bulmuşlar ve böylece söylenen efsaneler doğrulanmış.

Alın size aklımın kaldığı bir yer daha! Burayı gezmek, o kalıntıları görmek çok isterdim doğrusu. Ama olsun, denizinde yüzmek de çok ama çok güzeldi. Hayat tercihlerden ibaretmiş, birkez daha anladım.
Bir iki koyda daha yüzme molası verdikten sonra tekrar Belcekız'a geri döndük.
Sabah yamaç paraşütü yapmış olmanın verdiği şapşallıktan etrafıma bakmadan tekneye atlamıştım ve neyi kaçırdığımın farkına dönüşte varmıştım  aslında ben. Döndüğümde gördüğüm bu güzel plaj aklımı başıma getirdi ve tekrar alıcı gözle ve imrenerek baktım oraya.
Anı olsun diye fotoğraflamakla yetinerek, başka zaman bir daha gelmeyi dileyerek bizi bekleyen otobüsümüze atlayıp serbest zamanımızı geçirmek üzere Kayaköy'e gittik sonra.
Dik bir yamacı boydan boya kaplayan evlerin kalıntılarına baktığımda bana Safranbolu'yu hatırlattı Kayaköy. Çünkü burada da birbirine saygı duyarak sıralanmıştı evler. Birbirlerinin güneşini ve manzarasını kesmeden.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan Rum mübadelesi sonucu binlerce insanın evlerini terk ederek doğdukları topraklardan ayrılmak zorunda kaldığı bu hayalet şehir, aradan bunca zaman geçmesine rağmen tüm insanlığa, savaşların sonuçlarının ne kadar acı sonuçlara yol açabileceğini ispatlamak istercesine dimdik ayakta duruyordu. Yıpranmış, sessiz, yıkık, dökük, terkedilmişti ama bu şehrin bir  ruhu vardı; 
acı çığlıklarla sessizliğe gömülen bir ruh. Bunu hissedebiliyorsunuz.

Kayaköy'de bir evin içine girdik, o kadar garip ki; bir zamanlar orada insanlar yaşıyordu, mutfağında çorbaları kaynıyor, o tahta döşemelerde çocuklar koşturuyordu. Ama şimdi boş, tıpkı bulunduğu köy gibi...

Bu garip ruh haliyle otobüse atlayıp Fethiye'de geçireceğimiz son akşamımızı geçirmek üzere dönüşe geçtik. Ay biz de terkedecektik buraları :(

Otobüste rehberimiz grubumuz çok aktif olduğu için o gece Marmaris'in meşhur gece klübü olan Arena'ya götürebileceklerini söyledi. İstekli olanlar vardı ama yeterli çoğunluk sağlanamadı. Çünkü ertesi gün yine erken kalkacaktık ve akşam uçağına kadar yoğun bir program bizi bekliyordu.
Biz akşam yemeğimizi yiyip duşumuzu aldıktan sonra öyle hemen uyumak da istemedik. Otelimizin önünden geçen minibüslerden birine atlayıp Fethiye'nin meşhur çarşısı Paspatur'a gittik.

Ara sokaklarda turladık,

Ve gecenin sonunda otele geri dönüp havuz başında çekirdek çitledik. :)

Vay be! Bu turun da sonuna yaklaştık, epi topu 1 günümüz kaldı. Sanki gerçekten tatilin son günü gibi hissedip hüzünlendim şu an :)

Son gün Gökova'nın muhteşem koylarına, Akyazı'ya, Kleopatra Adası'na gideceğiz. Müthiş yerler anlatacağım size. Beklemede kalın. Görüşmek üzere!



28 Eylül 2015 Pazartesi

Galata Kulesi

İstanbul bağrında ne çok hazine barındırıyor değil mi? Boğaz, Haliç, Sarayburnu, Kadıköy, Sultanahmet, Süleymaniye, Eminönü, Beyazıt, Galata ve daha nicesi. Bunların hepsi farklı bir şehirde olsa tek-tek gidilip görülecek güzellikte ve değerde.

Her birinde ayrı yaşanmışlıklar, ayrı hikayeler saklı. İstanbul'u gezmek bir güne sığmaz bu yüzden. Bu yerlerin her biri için en az ayrı bir gün ayırmak gerekir.

Ama "yok ben hepsini birden göreceğim" diye tutturuyorsanız Galata Kulesi'ne çıkıp hepsini aynı anda panoramik olarak da görmeniz mümkün :) Hatta bunların dışında akan trafiği, koşturan insanları, vapurların coşturduğu Boğaz'ın köpüklü sularını, her yerde uçuşan martıları yani İstanbul'un yaşayan ruhunu da dalgın gözlerle seyredebilirsiniz buradan.
Etrafındaki kişiliksiz, kılıksız beton yığınına inat, gökyüzüne asil bir şekilde uzanıverir İstanbul'un vefalı, çilekeş bekçisi.
Çevresindeki semtlere uğradığımda ya da Boğaz'da vapurdayken aniden "neredeyim ben?" diyerek yönümü şaşırdığım anlarda gözlerimin aradığı yegane yapıdır Galata Kulesi. (Camileri hep uzaktan karıştırıyorum da :) ) Bu sebeple 34 yıllık ömrümde yüzlerce belki de binlerce kez göz göze gelmişizdir kendisiyle ama hayatımda ilk defa dün nasip oldu bu kuleye çıkmak.

Bayram'da İstanbul'un tenhalaşmasını fırsat bilerek birden ani bir karar vererek kendimi Kuledibi'nde buldum ( "Güzel şeyler aniden olur" demişti ya Oğuz Atay; ne doğru!)

Defalarca gözümü kestiremediğim o kuyruğa bu sefer kararlılıkla girdim ve yaklaşık 1 saatin sonunda İstanbul'u kanatlarımın altına aldım ben de.
Bu kule dünyanın en eski kulelerinden biri. Bizanslılar zamanında 528 yılında fener kulesi olarak inşa edildiği 1348 yılında Cenevizliler tarafından da geliştirildiği sanılmakta. Kimi zaman gözetleme kulesi olmuş kimi zaman da zindan... Bugüne kadar ne savaşlar, ne yangınlar ne felaketler atlatmış; kubbesi uçmuş, yanmış, yıkılmış, dökülmüş ama her defasında yenilenmiş ve bugüne kadar ulaşmış.

Galata kulesi için pek çok şiir yazılmış ama en etkileyici olanı, insanın yüreğine en dokunanı şüphesiz Ümit Yaşar Oğuzcan'ın bu kuleden atlayarak intihar eden oğlu Vedat Oğuzcan için yazdığı şiirdir. Aşağıda, Youtube'dan bulduğum videoda Ümit Yaşar'ın kendi seslendirmiş olduğu bu şiiri dinleyebilirsiniz.


Bunun gibi pek çok intihar olayına ve daha nelere nelere tanıklık yapmış bu kule...

Ayrıca hakkında -Kız Kulesi'yle olan aşkı gibi- pek çok efsaneler de anlatılmakta. Bu efsanelerden bana en mantıklı geleni Ahmet Çelebi'nin tahtadan yaptığı kartal kanatlarını takıp bu kuleden Üsküdar'a kadar uçmayı başarmasıdır herhalde.

Sadece efsane de olsa bunu hayal etmesi bile insanı heyecanlandırmaya yetiyor. Ayrıca bu olayın Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde geçtiğini düşünürsek doğru olma olasılığı bence yüksek. Rivayet o ki; halkın "Hezarfen" (Bin ilim bilen) lakabı taktığı Ahmet Çelebi bu başarısını tehlikeli bulan dönemin padişahı IV.Murat tarafından Cezayir'e sürülmüş. İşte bana göre, bu olayın gerçek olma ihtimali tam da bu yüzden yüksek...

Yukarıdaki videoda kuleye girebilmek için beklemek zorunda olduğumuz uzuuuun kuyrukta çektiğim görüntüler var. Etraf çok canlı; sokakta müzik yapan gençler, ellerinde biralarıyla ayaküstü sohbet eden insanlar, kuleyle aynı karede olmaya çabalayanlar, kulenin dibindeki kafelerde bir şeyler atıştıranlar, selfie çubuğu satıcıları, etrafa şaşkın şaşkın bakan turistler...  hepsi ve daha fazlası yukarıdaki videoda :)

E bize sıra gelene kadar hava karardı. Maalesef kuleden gündüz manzarasını seyredemedik. İstanbul'un ışıl ışıl olan gece görüntüsünün seyri doyumsuz elbette ama pek fotojenik olmuyor. Bu yüzden ben pek güzel kareler yakalayamadım.

Tamam itiraf ediyorum; fotoğraf makinesinin ayarlarıyla oynamak yerine manzaranın tadını çıkarmak istedim :)

Ama yine dayanamadım da. Bari biraz videoya çekeyim dedim :) Buyrunuz:


Orada bulunmanın nasıl bir his olduğunu anlatmama gerek yok herhalde. Hangi manzaraya bakacağını şaşırıyor insan ama yine de bir eksiklik hissediyorsunuz; çünkü baktığınız 360 derece İstanbul manzarasında Galata Kulesi'ni göremiyorsunuz :)
İnsan istanbul'a bakınca bu kuleyi de görmek istiyor...

Bu da kulenin dibinden gece görüntüsü.

Kuleye giriş ücretleri biraz kafa karıştırıcı. Şöyle ki; öğrenci ve yerliysen 5-TL, öğrenci değilsen ama yerliysen 10-TL, öğrenci ol ya da olma turistsen 25-TL. :)

Ben bu garip tarifeyi bilmiyordum oraya gittiğimde. Daha önce bir yerlerde girişin 6-TL olduğunu okumuştum ve sanırım okuduklarım eski yıllardan kalma yazılardı. Benim de aklımda öyle kalmış ve kuyruğa girdiğimde aklımda bu bilgi vardı. Turistin biri hayatının hatasını yaparak bize yanaştı ve biletin nereden alınacağını, kuyruğun nereden başladığını ve biletin fiyatını sordu :) ben de gayet kendinden emin ve konuksever bir tavırla 6 TL dedim (!) Şu an nasıl bir vicdan azabı içersindeyim anlatamam. :)

Biletin satıldığı danışmaya geldiğimde fiyatları görünce gözlerimin nasıl pörtlediğini tahmin edersiniz. Hayır kendim için değil turist içindi bu göz pörtlemesi :) Bir de kulede o kadını görünce içimde koca bir vicdan azabı nasıl çiçek açtı bilemezsiniz. O çiçeklenen vicdan azabıyla birlikte görünmemeye çalışarak sıvıştım ben de :) Sanırım görmedi beni.

Olur ya; belki bu kadıncağız ülkemizi çok sever, burada yaşamaya karar verir, ardından dilimizi söker ve günün birinde internette dolanırken bu yazıya rastgelir de bu yazdıklarımı okursa; kendisinden çok ama çok özür dilerim :)

Neyse; günah çıkarmayı da yaptıktan sonra gönül rahatlığıyla yazımı bitirebilirim.
Herkese mutlu haftalar diliyorum... :)













22 Eylül 2015 Salı

İnternet Serüveni


Geçen gün, iş yerimizin sokağında yapılan asfaltlama çalışması sebebiyle telefon hatlarında bir arıza oldu ve tüm gün boyunca telefonlar çalışmadı. Telefonların çalışmaması hayatımızı pek değiştirmedi aslında, çünkü çok şükür herkesin cebinde en akıllısından ve mobilinden en az birer tane mevcuttu.

Telefon hatları kesilince, asıl elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı bilemememize neden olan olay; internetin de gitmesiydi. Herkes tüm gün boyunca elindeki o çok akıllı cihazların 3G'sinden faydalanma uğruna boyun fıtığı olma riskiyle karşı karşıya kaldı. Bir de bize çay getiren ablanın bizi her boynu bükük gördüğünde "noldu? internetiniz gelmedi mi hala" diye kikirdemesine sebep oldu. :)

Hal böyleyken; internet ne ara yerleşti bizim hayatımızın en baş köşesine? sorusunu sordum kendime o gün. Yo yo, "Nerde o eski ramazanlar" tadında olmayacak anlatacaklarım ama biraz nostalji yapmadan da alamıyorum kendimi.

Evet, ben internetin bu kadar yaygın olmadığı ve hatta internetsiz bilgisayarların olduğu dönemlerde çalıştığımı hatırlıyorum. (Maalesef bunu hatırlayabilen azınlıkta yer alıyorum ama neyse ki bilgisayarın olmadığı dönemlerde çalışmadım :) )

İlk başlarda çok masum, ürkek ve aslında zorlu bir ilişki yaşadık internetle. Bir kere ona bağlanabilmek ayrı seremoniydi. Öyle ADSL, WIFI falan yoktu. Çevirmeli ağ bağlantısı yapılırdı. O bağlanırken telefon hattından gelen sesler hala kulağımdadır. (nasıl heyecanlandıran bir sesti o yarabbi!) Telefon hattını da meşgul ediyorduk bi taraftan. İnternetteyken telefonla konuşabilme gibi bir lüksünüz yoktu anlayacağınız, ikinci bir telefonunuz yoksa tabi. Eğer birinin ev telefonu sürekli meşgul çıkıyorsa anlıyorduk ki aradığımız kişi internette sörf yapıyordu. ( Böyle de torunlarını dizlerine oturtmuş cumhuriyetin nasıl kurulduğunu anlatan nineler gibi hissettim kendimi :) )

Aslında iş ortamında internetin e-posta gönderebilmek dışında ne işe yaradığını bile tam olarak bilmiyorduk. Bilmediğimiz sularda sörf yapmaya çalışıyorduk işte :) Yine de umudumuz çok fazlaydı internete dair, çünkü bu meretin nasıl bişey olduğunu bilmesek bile gücünü hissedebiliyorduk.

Bir taraftan bakıldığında bugünkü gibi internetle çok haşır neşir olacak vaktimiz de olmuyordu hani. Örneğin, her gün değişik kuyruklarda, değişik görevlerimiz olurdu bizim. Tabi! Kuyruk bizim hayatımızın bir parçasıydı o yıllarda. Yani, bugün internette geçirdiğimiz vakti o zamanlar kuyruklarda geçiriyorduk biz. Bankalarda, sigortada, vergi dairelerinde, belediyelerde, odalarda... Ama bugün numara alarak oflayarak beklediğimiz 5-10 kişilik kuyruklardan bahsetmiyorum. Uzunluğu sokaklar boyu devam eden, önünde ve arkanda bulunan insanlarla öğlen tatilinde yemeğe gittiğin ve o insanlarla bildiğin kanki olarak ayrıldığın kuyruktu onlar.

İşte o kuyruklarda hissediyorduk ki; bizi bu dertten kurtarsa kurtarsa sadece internet kurtarabilirdi. "Zamanla kurtulacağız bu kuyruktan, oturduğumuz yerden bir tuşla beyanname verebilecekmişiz" gibi şeyler bir şehir efsanesi gibi o kuyruklarda anlatılırdı.O zamanlar internet sadece bilgisayarlar arasında iletişim kurmak, en fazla birbirine mail atmak için kullanılsa da umutla dinlerdik o efsaneleri.

İnternet zamanla yaygınlaşmaya başladığında da umut etmekte ne kadar haklı olduğumuzu gördük ve yavaş yavaş oh çekmeye başladık.

Hislerimizde yanılmıyorduk evet, kahraman kurtarıcımız ilk önce internet bankacılığı, sonra internet vergi dairesi, sigorta, belediye.. derken bugünkü rahatımıza kavuşturdu bizi çok şükür. Ve hatta bugün alışverişlerimizi bile oturduğumuz yerden yapabilmemizi sağladı. Tüm bu iş yükünü hafifletici özelliği yanında istediğimiz bilgiye de anında ulaşabilme rahatlığına kavuşturdu bizi.

Şimdi geriye dönüp bakıyorum da herşey ne kadar hızlı gelişti ve biz ne kadar hızlı bir şekilde hayatımıza yedirdik bu değişimi. Tüm dünyayı saran o ağ bugün o kadar büyüdü ki bizler içinde kaybolduk artık.

Daha başka neler yapılır ki? Ben artık hayal etmiyorum. Umut da etmiyorum aslında internetin yapabilecekleri için. Çünkü insanlara en değerli şeylerini; zamanlarını geri verdi. Daha ne olsun? Gerçi insanlar geri kazandıkları o zamanı günümüzde fazlasıyla internete iade ediyorlar yine ama bu insanların keyfi tercihidir :)
Sanırım, gelinen bu noktadan sonra hissedilecek duygu umut değil de korku olur herhalde :)


Not: Tüm görseller internetten alınmıştır :)












20 Eylül 2015 Pazar

English Diary (16.09.2015) "My Sweet Summer" (and turkish translation :) )

Hello dear diary,

I'm sorry because I couldn't spare you any time for while.You know, I was very busy this summer because I've traveled to Black Sea region and Lykia region and than I've written my experiences on my blog. (Of course in turkish) Surely, I must also tell you about that.

I've seen a lot of beautiful places in my travels and I just want to tell you about these.

First of all; I traveled around The Black Sea region in June. It was really fantastic. It has many fascinating places and brilliant flatlands. I love all of them. Especially the flatlands, they are so beautiful, like a heaven on earth and I've felt like Heidi there :)

Then, I traveled around Lykia region in August.  It is in the west of the Mediterranean region. Lykia is known for the coves, the sea and the beaches first. I've swam at a lot of beautiful coves and beaches. It was fantastic. I've never seen so many different shades of blue before! The water was really amazing.

By the way I've had a great experience in Ölüdeniz and I've done paragliding. Can you believe it? :) Yes, you can be sure that I've done this mad thing. However, it was incredible. It was fantastic. It was gorgeous... I cannot tell you how I feel. Watching Ölüdeniz from the sky is like a dream.

So, my travels were very funny this summer.What a lovely summer! I love summer days. It's September already and unfortunately winter is coming :( Ooh this is bad news for me because I hate winter. I wish summer never would end.

Anyway, I want to finish this post with 2 beautiful photos about my travels. Look at these:

Çamlıhemşin - Rize (The Black Sea Region)
Ölüdeniz - Fethiye (Lykia Region)
(Turkish Translation)

Selam sevgili günlük,
Bir süredir sana vakit ayıramadığım için çok üzgünüm. Biliyorsun ki; bu yaz Karadeniz ve Likya bölgelerini gezdiğim ve oradaki deneyimlerimi bloguma yazdığım için (tabi ki türkçe) çok yoğundum. Elbette sana da anlatmalıyım bunları.

Seyahatlerimde bir çok güzel yer gördüm ve sana bunları anlatmak istiyorum.

Öncelikle; Haziran'da Karadeniz turu yaptım. Olağanüstüydü. Orada bir çok büyüleyici yer ve muhteşem yaylalar vardı ve hepsine bayıldım. Özellikle yaylalar çok güzel, tıpkı yeryüzündeki cennet gibi. Orada kendimi Heidi gibi hissettim :) 

Ayrıca, Ağustos ayında Likya turu yaptım. Orası batı Akdeniz'de yer alyor. Likya, öncelikle koyları, denizi ve plajlarıyla tanınmakta. Bir çok güzel koy ve plajda yüzdüm. Harikaydı. Daha önce mavinin bu kadar farklı tonunu görmemiştim. Su gerçekten harikaydı.

He bu arada, Ölüdeniz'de mükemmel bir deneyim yaşadım ve yamaç paraşütü yaptım. Buna inanabiliyor musun? Evet, bu çılgınlığı yaptığıma emin olabilirsin. Ama inanılmazdı. Büyüleyiciydi. Mükemmeldi... Neler hissettiğimi sana anlatamam. Gökyüzünden Ölüdeniz'i izlemek rüya gibiydi.

Yani, bu yaz seyahatlerim çok eğlenceliydi. Yaz ne güzel ya!. Yaz günlerini çok seviyorum. Şu an Eylül'deyiz ve kış geliyor. Bu benim için kötü bi haber, çünkü ben kıştan nefret ediyorum. Keşke yaz hiç bitmese!

Herneyse, bu yazımı seyahatlerimle ilgili 2 fotoyla bitirmek istiyorum. Bkz:

See you! :)




18 Eylül 2015 Cuma

Likya Turu 3.Günün Devamı (Kalkan-Kaş-Kekova)


Büyülü Saklıkent'ten otobüsümüze atladık ve yukarıdaki haritada görülen Kalkan, Kaş Üçağız Köyü  rotasını izleyerek Likya turunun otobüsle yaptığımız en uzun yolculuğunu gerçekleştirdik. Aslında bir gece önceki bar programı nedeniyle uykusuzduk, sabah da erkenden kalkıp Saklıkent'te bir hayli enerji sarfetmiştik. Otobüsle uzun bir yolculuk yapacağımızı öğrenince otobüste uyuruz diye hayaller kurmuştuk ama pencereden gördüğümüz muhteşem manzaralar buna müsade etmedi.
Pencereden böyle görüntüler akarken insan nasıl gözlerini kapatabilir ki? Olmaz, yazık olur...
Yol üzerinde ihtiyaç molası vermemiz gerekti. Mola verme sebebi olan ihtiyaçlar, penceresinde böyle manzarası olan bir yerde giderildi. İhtiyaç gideren herkes için bu ilginç bir deneyimdi :) Ve bu ilginç deneyimin ardından otobüsümüze atlayıp tekrar yolumuza devam ettik.
Güzel Kalkan manzarasını tepeden görünce dayanamdık tekrar bir fotoğraf molası verdik ama kapattığımız için siz şimdi arkamızdaki o muhteşem manzarayı bu fotoda göremiyorsunuz. Manzara için sizi bir aşağıdaki fotoya alalım lütfen...
Nasıl? Kalemle çizilmiş gibi değil mi? Ben burada hiç kıpırdamadan, sadece şu manzaraya bakarak saatlerce kalabilirim. Şu hemen önümde duran en tepedeki evin en üst katında yaşayan insanları çok ama çok kıskandım (muhtemelen de İngilizdir onlar). Uykum iyice açılmıştı. :)

İlginçtir ki Kalkan'ın sadece 150-200 senelik bir geçmişi varmış. En yukarıdaki haritada görmüş olduğunuz Meis adasından gelen tüccarlar tarafından kurulduğu sanılmaktaymış. 3000 yıl önce varlık gösteren Likya uygarlığının topraklarında olmasına rağmen o dönemlere ait herhangi bir kalıntıya rastlanamamış Kalkan'da.

Anlaşılan, uzun yıllar ulaşım zorluğu nedeniyle kendisini biz insanların gazabından korumayı başarmış. Günümüzde ise özellikle İngilizler'in başı çektiği yabancı nüfus ağırlıklı bir beşeri yapısı var. Biz de gelip geçerken böyle hayran hayran bakıyoruz işte :)

Kalkan'ın yaklaşık bir kaç km ilersinde yer alan meşhur Kaputaş plajında park yeri problemi nedeniyle duramadık.Bu nedenle burayı da transit geçtik. Rehberimiz bu kadar ilginin olması sebebiyle bu güzel plaja 15 yıl ömür biçti. E haklıydı; insan elinin değdiği güzel yerlerin sonu maalesef ortadaydı.

Hiçbir yere uğramadan bizi güzel koylara götürecek olan Kekova tipi teknemize binmek üzere Üçağız Köyü'ne gittik.
Bu sevimli köydeki limandan Kekova koylarını gezdiren tekneler kalkmakta. Biz de turumuzun bizim için hazırladığı tekneye binip Kekova koylarıyla, Batık Şehir'le ve Kaleköy'le tanışmak için denize açıldık.

Öğle yemeği ve yüzme için Hamidiye, Tersane, Soğuk Su ve Akvaryum koylarında mola verdik. Sıralamayı karıştırmış olabilirim, önemi yok. Bu tatilimde sosyal hesaplarımda check in yapmadığım için çok pişmanım.Gittiğim koylarda etiket yapsaydım kendimi "Soğuk su koyu çok soğuk bırrr!" filan gibi, bu yazıları yazarken bu kadar zorlanmayacaktım hatırlamakta. Neyse, siz bu kadar hatırladığıma şükredin :) Allahtan fotoğraflar var işte!
Ve Batıkşehir'e geldik. Aslında tamamen bir kara parçasıyken çökerek suların da yükselmesiyle adaya dönüşmüş Kekova. Öyle ilginç ki; şehrin yarısı su altında yarısı karada kalmış.
Kekova turu için tabanı cam olan tekneler varmış, bir daha gelirsem o teknelerle gezmek isterim.
Kekova adasında antik çağda gerçekleşen depremler sonucu su altında kalan tarihi kalıntıları gördük. Bu batık olan yerlerde dalış ancak özel izinle yapılabilmekteymiş.
Aslında depremden önce Kekova adasının sol tarafında kalan Simena ve Kekova bir bütünmüş. Ama deprem sonrası orta kısım çökünce şehir sular altında kalmış. Sonra Kekova adasının üzerine tekrar bir yerleşim kurulmuş ama yaklaşık 200 yıl sonra tekrar bir deprem olmuş ve bu sefer yarısı sular altında yarısı adanın üstünde olan bugünkü görüntüsüne kavuşmuş.

 Kekova kıyılarından Simena'ya doğru yaklaşırken sular altında kalmış Batık Şehir'deki pek çok yapıya garip duygularla baktık. Yaşanmışlıklar, hayat, dünya... ne garip!
Binlerce yıl önce pek çok yaşanmışlığı suların altına gömerek hala onların yasını tutar gibi bir sessizliğin hakim olduğu Kekova'nın karşısında "yıkılmadım ayaktayım!" dercesine capcanlı duran Simena tüm ihtişamıyla bize el sallıyordu. Tüm albenisine rağmen maalesef uğrayamadık oraya. Ama oraya dalmak, karış karış gezmek için nasıl yanıp tutuştum anlatamam. (Başka sefere inşallah!) 
 Kaleköy hakkında pek çok şey duydum ama şimdi anlatmayacağım, çünkü buraya bir kez daha gidip ayrı bir post hazırlayacağımı hissediyorum :)
 Şu kaleye tırmanıp Batık Şehir'e oradan bakacağım.

Kaleköy'e iç çeke çeke panoramik olarak el salladıktan sonra tekrar Üçağız Köyü'ne geri dönüp otobüsümüze bindik ve serbest zamanımızı geçireceğimiz Kaş'a doğru yöneldik.
                         Veee en sevdiğim zaman Serbest Zaman! :)
 Kaş'a gelince adetmiş; buzlu badem yenirmiş. Ama ben dondurma yedim, ne bileyim daha mantıklı geldi :) Bu arada dondurmanın tadı hala damağımda...
 Burada eskiden Kaş'ın tüm su ihtiyacının karşılandığı su sarnıcı olduğunu duydum. Gidip bakalım dedik. Bizim Yerebatan gibi hayal etmeyin, o kadar küçük ki; içeriye ancak tek tek girebiliyorsunuz.
Simena için hissettiklerimi Kaş için de hissettim. (Dilek buralara tekrar gelip, doya doya gezmelisin!)

O kadar yorgunduk ki (hiç selfie çekmemişiz anlayın artık!) Kaş'ta bir bankta oturup o lezzetli dondurmayı yedikten sonra otobüsün olduğu yere gidip otelimize gitmek için serbest zamanın bitmesini bekledik ilk defa.

Dönüş yoluna geçince yine aynı güzel manzaralar ayılttı bizi tabi :) Ertesi günün programı yapıldı; sabahtan, yamaç paraşütüne gidecek olanların son istekleri soruldu :) Ben, yamaç paraşütüne gidecek 14 kişinin isimlerinin Fethiye'de birer koya verilmesini önerdim :) Şapkamı İlknur'a, fotoğraf makinemi Kadir'e vasiyet ettim. :) Aramızda böyle şakalaşmalar geçerek otele vardık ve yemeğimizi yiyip erkenden yattık.

Yamaç paraşütü maceramı daha önce anlatmıştım, biliyorsunuz. Biz paraşütçüler(!) uçtuktan sonra turumuzla Ölüdeniz'de buluşup yine çok güzel yerlere gittik. Nerelere mi? İnanın şu an ben de hatırlamıyorum :) Ama fotolara bakınca hatırlayacağım merak etmeyin. İşte o fotoğraflarla en kısa sürede geri döneceğim. Bekleyiniz...