Wikipedia

Arama sonuçları

31 Mayıs 2015 Pazar

Atarlı Gizem ve Erasmuslu Jack ile İngilizce Gramer - Part 4 (Both, Either, Neither )

Duymayan kaldı mı bilmiyorum ama haftaya tatile gidiyorum :)  Hazırlık, işler güçler derken ingilizce çalışmayı aksattım biraz. Hal böyleyken, gitmeden diyoruuum... çalışalım mı biraz diyoruuum... he ne dersiniz? Arayı açtıkça, sonra daha çok üşeniyorum ben.  :)

Bunu yazması çok sıkıcı ama geçen bölümü okumayanlar ya da unutmuş olanlar için bir özet yapmam lazım. Yeni hikayenin heyecanlıyla fazla detaya girmeden jet bir özet geçiyorum hemen.

 Geçen bölümde "will" ile "be going to" arasındaki farkı anlayabilmek için Gizem'i meşhur doğum günü partisinin olacağı kafeye yollamıştık. Kendisine aşık olan Jack'e bir önceki bölümde atarlandığı için pişman olan Gizem, o partide ingilizcesini geliştirmek için Jack'le arasını düzeltmeyi ümit ediyordu.

Arkadaşlarını beklerken garsona atarlandığı sırada kafeye ilk gelen Cesur olmuştu. Atarlı olan Gizem'in aynı zamanda ayran gönüllü olduğunu da Cesur'a ayran ayran bakmasından anlamıştık :) Ama asıl merak ettiğimiz şey, Jack geldiğinde ne olacağıydı ki Jack de içeri girdiğinde "will"'ler "going to"lar da tükenmişti. Ben de en heyecanlı yerinde kesivermiştim bu saçmalığı :)

Ama bu garip hikayemsi şeyin sonunda anladık ki; will"ler "going to"lar böyleymiş işte; gelecekle ilgili konuşma anında karar verilen bir durum varsa " yapayım, edeyim" demek için "will", önceden planlanmış bir durumdan bahsediliyorsa "yapacağım, edeceğim" demek için de "going to" kullanacakmışız.

İngilizcede "tense" konuları derya, ben de garip bir sandalım arkadaşlar :) bu yüzden ben o topa fazla girmeyeyim şimdilik diyorum. :)

Tenseleri bir kenara ittirip, "both, either, neither" üçlemesine değinmek istiyorum bugün. Biliyorum çok garip bir çalışma sistemim var :) ne zaman neyi çalışacağım hiç belli olmuyor. Allahtan böyle kıytırık bir hikaye uydurdum da nereye istersem oraya çekiyorum :)

Veee entrika ve heyecan dolu olayların anlatıldığı muhteşem hikayemdeki kahramanlarımın başına neler geleceğini merak ederek başlıyorum hemen Part 4'e .

Siz de hazır mısınız gençlik? "Let's go!" o zaman :)

----------------------------------------------------------------------------------

Kendi kendiye Türkçe konuştuğunu fark eden Gizem, bakışlarını hızlıca Cesur'dan Jack'e çevirerek;
 "Hımm, Jack is also handsome like Cesur!" (hımm, Jack de Cesur gibi yakışıklıymış canım) diye geçirir içinden ve "Oh my gosh! Both Cesur and Jack are very handsome" (aman tanrım, hem Cesur, hem de  Jack  çok yakışıklı) diyerek ingilizce saçmalamaya devam eder.

Yeri gelmişken (biraz zorlama da olsa yeri geldi sonuçta :)) öncelikle şunu belirtmeliyim ki; bir cümlede "both" "either" ve "neither" varsa orada "iki şeyden" bahsediliyor demektir.

"Both" bu iki şey için "her ikisi de" anlamını verir, "either" "iki şeyden ya şu ya bu" anlamını verir, "neither" ise "ikisi de değil, hiçbiri" anlamını verir.

Yani Gizem son cümlede, Jack ve Cesur yakışıklı olduğu için "both"u kullanmıştı. Bu iki yakışıklıdan birini seçmek zorunda kalsaydı "ya Cesur'u ya Jack'i seçmeliyim" demek için "either"ı, ikisini de yakışıklı bulmasaydı "neither"i kullanacaktı. :)

Jack Gizem'in yanına giderek;

-Hi Gizem! You look so beautiful. (Selam Gizem! Çok güzel görünüyorsun.)

... der ve Gizem'in eline kazanovalara yakışır bir hareketle, bir öpücük kondurur. Bunun üzerine lahmacun gibi yayılan Gizem de bir yandan Cesur'u kıskandırdığını sanmış olmanın verdiği garip bir ukalalık ve yapmacıkla;

-Ooh dear Jack, you also look so handsome as usual! (ooo Jackciğim, sen de her zamanki gibi çok yakışıklısın) der. Bunun üzerine pek bir alçak gönüllü olan erasmuslu Jack de;

-Yeah baby, I guess, you and I will be great couple. Both of us look great. Mary told me that you wanted to make peace with me. (evet bebek, bence, sen ve ben muhteşem bir çift olacağız. Her ikimiz de muhteşem görünüyoruz. Mary bana senin benimle barışmak istediğini anlattı)

Fark ettiyseniz burada "both" dan sonra "of" gelmiş. Çünkü "both"dan sonra zamir gelirse (us, you, me...) araya bir "of" koymak gerekiyor (isterseniz "ooof offf" da koyablirsiniz :) ). "both of you" "both of us" kulağımıza aşina geliyor zaten. Sürekli kullanılan kalıplar bunlar. "Her ikiniz de", "her ikimiz de" anlamına geliyor işte.

Kafe kısa zamanda Gizem'in arkadaşlarıyla dolar. Gizem'in Efsun için düzenlediği sürpriz partiye çağırdığı herkes gelmişti.

Sadece bir kişi yoktu. O da, o da....... Oh my goodness! (ay pardon ben de ingilizce düşünmeye başladım) aman allahım :)  Efsun! Evet, Efsun yoktu yahu! Şaşkın kız Gizem, Cesur mu Jack mi derken, Efsun'u bir bahane uydurup kafeye çağırmayı unutmuştu.

Gizem Efsun'u kendisi için düzenlenen bu partiye nasıl getirtebilirdi? Tabi ki iki seçenek olmalı ki biz de o arada "either"i kullanabilelim ve hatta o iki seçenek de gerçekleşmez de "neither" ı da kullanabilirsek tadından yenmez :)

Gizem'in yüzündeki şaşkın ifadeyi hemen anlayan Jack Gizem'e sorar;

-Gizem, you look worried, is everything ok? (Gizem endişeli görünüyorsun, her şey yolunda mı?)

- I think, we have a problem. I've forgotten to call Gizem.

-Huh! Well, Ok. keep calm and relax baby. Let me think about it. (Ha! Şeyy, tamam. Sakin ol ve rahatla bebişim. Ben bir düşüneyim.


------------------------------------------Jack is thinking............... :) (Jack düşünüyor)

-Okay baby; either Cesur or I'll call her here. (Tamam bebişim, ya Cesur ya da ben onu buraya çağıracağız.

Jack'in bu dahice (!) fikri sayesinde biz de "either" ın ne işe yaradığını görüyoruz :)  Jack "Ya Cesur arayacak ya ben" demek için kullandı (either Cesur or I) .

- Ooh Jack! You are very smart. I'll let you talk about it with Cesur,  you can do that right now. I need to go to the toilet to freshen. (ooo Jack sen çok zekisin yaa! Hadi siz Cesur ile konuşun ve bu işi hemen halledin. Benim makyajımı tazelemek için tuvalete gitmem gerek)



diyerek yüzünde hınzır bir gülümsemeyle tuvalete doğru gider Gizem. "Allahım beğendiğim iki erkek de benim için seferber oldu hahahaha" diye kahkaha atar içinden.

Döndüğünde Jack ve Cesur'u yan yana hareretli konuşurken bulur ve

"What's the problem boys?" diye sorar her ikisine de. (sorun ne çocuklar?)

Jack üzgün ve mahçup bir tavırla

-I'm so sorry honey, Efsun didn't accept neither of us. (Çok üzgünüm tatlım, Efsun her ikimizin teklifini de kabul etmedi)

Görüldüğü gibi iki durumun her ikisinin de olmadığını belirtmek için "neither" kullanılıyor.

Gizem'in sinirden saçları karıncalanmaya başladı tekrar. Etrafa baktı, tüm arkadaşları çılgınca partinin keyfini çıkarıyordu ama Efsun hala ortalıkta yoktu.



Ve bu iki yakışıklı görünen adam bir haltı becerememişti. Gizem atarlanmasaydı da ne yapsındı?

-You idiots. F.. you! (Sizi beyinsizler. Canınız cehenneme!) diyerek atarlı bir şekilde hava almak için dışarı çıkarken garson, Gizem'in yolunu keser ve

- Excuse me madame, if you want I can help you abut your matter. (Afedersiniz bayan, eğer isterseniz size sorununuzla ilgili yardım edebilirim) der.

Garson'un ilgisine ve öz güvenine şaşıran Gizem garsona alıcı gözüyle bir süzer ve hepimizin aklından geçen o soruyu sorar

-How are you going to do this? (Bunu nasıl yapacaksın?)

--------------------------

Evet , Gizem yoldan daha fazla çıkmadan bu bölümü bitirelim dedim :) "both, either ve neither" konusu bu kadar. Anlatacak fazla bir şey yok zaten. Bulundukları bir kaç cümleye dikkat edildiğinde mantığı çözülüyor zaten. Ama ben tekrar yapmak istedim. Aklımın estiği bir başka gramer konusunda Atarlı Gizem'in maceralarında görüşmek üzere. Take care! :)

Not: Hikayenin gidişatı ya da çalışmamı istediğiniz gramer konuları hakkında önerileriniz varsa bana yazın lütfen, beraber çalışıp eğlenelim. :)

28 Mayıs 2015 Perşembe

Bekleyin Bizi Uşaklar Biz Celiyiruzz

Selam blogdaşlarım, görüşmeyeli nasılsınız bakiyim? Günlerdir okuyamıyorum postlarınızı, özledim ben sizi yaaa!  "9 ayın çarşambası bir araya geldi" gibi bir söz vardı ya onun gibi bir hallerdeyim işte bu sıralar yine.

İşlerimi azaltmaya çalışıyorum, tatil zamanı yaklaşıyor, tatilden dönünce dağ gibi yığılmış işler beni karşılasın istemiyorum. Alttaki ve üstteki şekillere bürünmemek için uğraşıyorum işte :)



Tüm çabam aşağıdaki şekildeki gibi bir tatil dönüşü yapmak için :)


Tabi benim tatilim biraz yorucu olacak, güneş kum deniz tatili yapmayacağım çünkü. Dağ tepe gezilen Karadeniz Turu'na çıkacağız. Kafama, ruhuma iyi gelecek bir koşturmaca olacak benim için.

Tatil sırasında o hengamede post yazabilir miyim bilemiyorum ama instagramdan güzel güzel fotolar eklemeye çalışacağım. O kadar sosyal hesabımız var, biz de nimetlerinden faydalanalım azıcık değil mi ama? Boş boş duruyorlar biraz da işe yarasınlar :)  Karadeniz maceralarımı oradan takip edebilirsiniz. Yorum da yazsanıza banaaa, foto ekleyip de hiç beğeni ve yorum alamayınca kendimi azıcık ezik hissediyorum da :) Instagram hesabım yanda bir yerlerde olacaktı şu an hatırlayamadım sağda mıydı solda mıydı ama ekleyiverin işte oralardan.

Sağ sol demişken, kısmetse 07.06.2015 pazar günü oyumuzu da kullandıktan sonra akşam yola çıkıyoruz. :) Bekleyin bizi uşaklar biz celiyiruzzz!

19 Mayıs 2015 Salı

Atarlı Gizem ve Erasmuslu Jack ile İngilizce Gramer -Part3 (Will & Be Going To)

Araya bir sürü konu girdi, ingilizce derslerimizi aksattık bu ara. Olmuyor ama böyle, siz de hiç demiyorsunuz ki; "Ne oldu bizim conjunctionlar, Gizemler?"  :)

Laf aramızda bu conjunctionlar biraz sıktı değil mi? Sizi bilmem ama ben fazla sıkıntıya gelemem. Konuyu değiştirelim mi ne dersiniz? Ben derim ki biz geleceğe bakalım ve  "will" ve "be going to" çalışalım.

"Future tense" kullanırken nerede "will" nerede "be going to" kullanmamız gerektiğini hep karıştırırız ya, işte bu yüzden bu konu hakkında bizimkilerden yardım alalım diyorum. Bizimkiler canım, hatırlıyorsunuz değil mi?

Kimler vardı? Bir düşünelim:
Gizem'i biliyoruz zaten atarlı olan hani.. Jack vardı bir de erasmuslu olan Gizem'e aşıktı hani. Gizem ilk başlarda pas vermemişti ona ama sonra pişman olmuştu ve aralarını düzeltmesi için erasmuslu Mary'i aramıştı ve ondan Jack'i  Efsun'un doğum günü partisine getirmesini istemişti. Orada herşeyi düzeltmeye çalışacaktı.

Böyle bir saçma flashbackten sonra bu emo hikayenin devamı için sorarım size; arrrrrr yuuuuuu rediiiiiii? :)

PART3---------------------------------------------------------------------

Telefonu kapattıktan sonra Gizem, (en son Mary ile konuşmuştu hatırlarsanız) pencerenin önünde düşünceli pozlarda dururken birden gökyüzüne baktı, yağmur dinmişti ama hava hala bulutluydu ve kendi kendine;

"Look at the black clouds! It's going to rain again" dedi.
( Kara bulutlara bak, yine yağmur yağacak)
Yine kendi kendine ingilizce konuşuyordu. (Ne güzel değil mi keşke biz de bunu yapabilsek, o zaman böyle saçma şeyler uydurmak zorunda kalmazdık)

Gizem yukarıda farkettiyseniz "It's going to"yu kullandı. Neden? Çünkü gelecekle ilgili kesin delillere dayanan tahminlerde bulunurken "be going to" kalıbı kullanılıyor da ondan. Burada kara bulutlar delil oluyor. E Gizem de akıllı kız sonuçta böyle bir delil varken yağmurun yağacağını anlıyor ve yapıştırıyor "going to"'yu hemen.

Sonra saate baktı, artık parti için hazırlanması gerekiyordu ve her kadının gardırop önünde sorduğu o sihirli soruyu sordu kendine;

"What will I wear tonight?"  (Bu gece ne giyeceğim ben?)
Normalde "what should I wear" da diyebilirdi (Ne giysem?) ama konumuz "will" olduğu için böyle demesi gerekiyordu.

"Anyway, I will wear my little black dress. " (Neyse, siyah mini elbisemi giyerim)

Burada Gizem, gece ne giyeceğine bir anda karar verdiği için cümleyi "will"le kurdu. Önceden planlasaydı ne giyeceğini "I'm going to wear my little black dress" diyecekti. Aslında yine diyebilir pek bir şey farketmez, yani bu biraz türkçede olduğu gibi "giyerim" ya da "giyeceğim" demek gibi bir şey. Önceden planlarsan "going to" ile "şunu giyeceğim"  o anda karar verirsen de "will"le "şunu giyerim" demiş oluyorsun.

Neyse, şimdi nasıl hazırlandığını uzun uzadıya anlatmayayım bir an önce hazırlanıp parti yerine gitsin de ne olacaksa olsun değil mi ama?

Gizem, Efsun'un doğum günü için arkadaşlarıyla her zaman takıldıkları cafeyi ayarlamıştı. Babası çok zengindi, para sorunu yaşamıyordu ve bu yüzden arkadaşı için hiç bir masraftan kaçınmadı. Aslında cimri biriydi ama Efsun'a çok değer veriyordu. (Bu kadar ayrıntıya neden girdim bilmiyorum, belki ileride lazım olur :))

Gizem cafeye girdiğinde etrafı inceledi. Aslında herşey çok güzeldi. Ama kahramanımızın atarlanması ve "will"'li ya da "be going to" lu bir cümle kurması gerekiyor. Ama Gizem "future tense"te karşılaştığımız başka bir karışıklığa değinmek için garsonu yanına çağırıp hepimizin kafasını allak bullak edecek şu konuşmayı yapar:

- Hurry up! People are coming, soon. Everything should be ready, right now! (Acele edin! İnsanlar birazdan gelecek. Derhal, herşey hazır olmalı!)

Kafamız karışmasın. Burada altını çizdiğim "are coming" ifadesi şimdiki zaman yani "present continuous" kalıbı olmasına rağmen gelecek zamanı anlatıyor. "be going to" planlanmış olaylarda kullanılıyordu değil mi? işte "present continuous" kalıbı da yine önceden planlanmış ama gerçekleşmesi çok kesin olan cümlelerde kullanılıyor. İnsanların gelmesine artık kesin gözüyle bakıldığı için "present continuous" kullanmayı tercih ediyor Gizem.

Aslında böyle bir durumda hepsi kullanılır. Yani biz bu cümleyi "will" le de kursak "be going to" ile de kursak "present continuouns" la da kursak karşımızdaki bizi anlar. Ama bu detayları bilirsek doğru  yerde doğru vurguyu yapmış oluruz.

Garson da kendinden ve herşeyden emin bir şekilde Gizem'e cevap verir;

- Don't worry madame, everything is going to be okay tonight. (Endişelenmeyin hanımefendi, bu gece herşey yolunda olacak) However, I don't understand why you're speaking with me in english. (Fakat benimle neden ingilizce konuştuğunuzu anlamıyorum)

(Ah sorma Garson kardeş, hepsi benim yüzümden :)) (Bu arada, garsonun kesin ve kendinden emin olduğunu belirtmek için " be going to" yu kullanması gözümüzden kaçmadı :) )

Neyse, Garson Gizem'i sakinleştirmeye çalışırken, birden içeriye Cesur girer.  (Cesur'u hatırladınız di mi? Gizem aslında Cesur'u beğeniyordu ama Cesur ona pas vermiyordu)

-Ohh, Dear Cesur welcome! How nice to see you here. (Ooo sevgili Cesur hoşgeldin! Seni burada görmek ne güzel.)

Cesur'la garson şaşkın bir şekilde birbirlerine bakarlar ve Gizem'in ingilizce konuşmasına bir anlam veremezler. İki seçenek vardı; ya Gizem kafayı sıyırmıştı ya da kızların böyle partiler için aptal saptal konseptleri vardır ya, o sebeple böyle davranıyordu. Cesur ikincisine inanmayı tercih eder ve Gizem'e konsepti bozmamak için ingilizce yanıt verir;

- Ohh, Thank you Gizem. How are you? Everything looks amazing! (Hoşbulduk Gizem. Naber? Herşey muhteşem görünüyor.)

-Really? I hope, Efsun will like it, too (Gerçekten mi? Umarım Efsun da beğenir)

Yukarıdaki gibi, gelcekte gerçekleşmesinden emin olamadığımız olayları anlatırken yine "will" kullanıyoruz. Bir de cümlede "hope", "think" "promise" gibi sözcükler varsa "will" kullanılıyor.

Gizem Cesur'a alıcı gözlerle bakar "OMG! he is very handsome" der kendi kendine. Sonra gözü kapıya kayar birden. Karşıdan gülümseyerek gelen Jack ve Mary'i görür. "Üff ya nereden çıktı şimdi bunlar, ne güzel Cesur'la konuşuyordum" der kendine (Evet şaşırtıcı bir şekilde Türkçe konuşur kendisiyle bu sefer)


Not: Resimler Google Görsellerden alınmıştır. Bu sebeple her resimde kişiler farklı bir şekilde karşımıza çıkıyor :)


19 Mayıs 1919...





Türk tarihi boyunca yapılan, gelmiş geçmiş en "çılgın projenin" temellerinin atıldığı tarihtir 19 Mayıs 1919...

Bağımsızlık yolunda atılan ilk adım...

Atamızın gençlere armağanı...


                                                                 

                                                      Gençler, bilmem hatırlatmama gerek var mı?





"Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!"


18 Mayıs 2015 Pazartesi

Kitap Yorumu "Melekler ve Şeytanlar - Dan Brown "



Bu kitap Dan Brown'un "Da Vinci Code" dan önce yazdığı kitapmış aslında.  Ama benim kitaplar konusunda sıralamayı tutturamama özelliğimden Dan Brown da nasibini aldığı için Da Vinci Şifresi'nden sonra okudum bu kitabı. :)

Dan Brown'un diğer kitapları nasıl bilmiyorum ama okuduğum bu iki kitap da birbirine çok benziyor. Hatta başlangıçları bile aynı; roman kahramanı Robert Langdon'un sabahın 5'inde bir cinayet haberiyle uyandırılması ile başlıyor her iki kitap da. Da vinci Code'dan sonra aynı başlangıçla karşılaşınca "adamı bir uyutmadınız yahu" dedim kendi kendime :) Her iki kitapta da simge-bilim-sanat-din temalarıyla ilgili ilginç saptalamalar bulunuyor.

Bu iki kitabın bir diğer benzer özellikleri de insanda çok fena gezme isteği uyandırması. "Da Vinci Code" okurken Paris'e, "Melekler ve Şeytanlar" okurken de Roma'ya gidip gezmek istiyor insan.

Aslında düşündüm de; Dan Brown'la bir anlaşma yapıp onu turizm elçisi olarak atasak da olayın İstanbul'da geçtiği bir roman yapsa ne güzel olurdu. Vallahi turizmde beklenen patlama bu kitapla gerçekleşirdi. Hele ki turizmin dibine vurduğumuz bu yıl ilaç gibi gelirdi. (Ya ben de siyasete mi girsem ne yapsam? Alın size vaat işte! Üstelik gerçekleşme ihtimali çok daha yüksek ve çok da mantıklı. Üretim yapamıyoruz, turizme yönelelim bari değil mi ama?)

Bak hadi Dan Brown'a yazacağı kitap hakkında ucundan azıcık ipucu da vereyim; Aya Sofya'da  esrarengiz bir cinayet olur ve New York'daki roman kahramanımız sanat tarihçi Robert Langdon her zamanki gibi sabahın beşinde uyandırılarak olay mahaline esrarengiz adamlar tarafından ultra ötesi bir jetle 62 dakikada getirtilir. Jet-lag, uykusuzluk hak getire, hiçbirinden etkilenmeyen Robert atar kendini İstanbul'un sokaklarına.

Garip bir simgenin peşinde olan bu karanlık adamların ağa babalarının bir de zeki ve güzel bir kızı vardır ama kız babasının kirli yüzünü bilmez. Masum, zeki ve güzel olan bu kızcağız bir şekilde bizim Robert'la karşılaşır ve olayı çözmeye çalışırlar. (Aaa ben ne yapıyorum ya? Oturmuş burada ne güzel de anlatıyorum ya, mis gibi roman konusu çıkardım yahu. Belki biraz araklama ama olsun süsleyip püslersem kimse çakmaz, biraz da Ahmet Ümit kitaplarından katarım Nevzat komiser falan, kimse birşey anlamaz)

Hay allahım ya, ben size Melekler ve Şeytanlar'ı anlatacaktım ne anlatıyorum. Bakmayın böyle dalga geçtiğime, güzel roman aslında. Konusu işte biraz buna benziyor ama olayın geçtiği yer, bilim-din temalarının ilginç işlenişi falan gayet sürükleyici. Elinize aldığınızda bırakamıyorsunuz. Ben ki elimde kitapla uykuya dalmayı çok severim, bu kitap yüzünden kaç gece uykusuz işe gittim, anlayın artık. Alıp okuyun, okumak güzeldir!

14 Mayıs 2015 Perşembe

Bloggerlar Şiir Okuyor

Blogumu açalı 2,5 sene oldu ama ancak 1 senedir buradaki arkadaşlığın, dostluğun farkına vararak aktif bir şekilde paylaşımlar yapıyorum.

İlk başlarda, arada bir uğradığım ve günlük muamelesi yaptığım bu blog, daha sonraları başka blogları inceleyerek ve onlarla yorumlaşarak renklenmeye başladı.

Böyle olunca da bu renkli alem çok hoşuma gitti, zamanla sadece bloguma yöneldim ve diğer sosyal hesaplarıma girmez oldum -ki buna gerek de duymadım- çünkü burada bana benzeyen, kendimi yakın hissettiğim çok insan vardı. Okudukları kitapları, izledikleri filmleri ya da hayatlarında onları mutlu eden ne varsa bloglarında paylaşıyorlardı. Çoğunun gerçek ismini bile bilmiyordum ve esas ilginç olan da ismlerini, yüzlerini, yaşlarını bilmediğim bu insanların kalplerini görebiliyor olmamdı ve onları tanıyıp sevmem için bu yetiyordu.

Bu güzel arkadaşlarımdan, yeni açılmış her bloga her zaman en büyük desteği veren super blogger deeptone , geçtiğimiz aylarda 2.kitabı olan Derin Mavi 'yi çıkardı. İçinde güzel yüreğinden dökülen şiirler ve öyküler var.

Yine güzel arkadaşlarımızdan, yaptığı paylaşımlar bir yana yaptığı kısacık yorumlarla bile insanı neşelendiren eğlenceli Kreatif Başkan da Deeptone arkadaşımıza jest yapmak istemiş ve içinde benim de olduğum 5 bloggerdan (Helen , Aslı Seymen , Özgül , Yusra ve benden ) DeepTone'un kitabında yer alan şiirlerden birer tane okumamızı ve ona göndermemizi istedi. Biz de seve seve gerçekleştirdik bunu.

Bizim yaptığımız sadece şiiri okumak ve ses kayıtlarımızı Kreatif'e göndermekti. Geri kalan herşey Kreatif'in hünerli ellerinden çıktı ve kendisinin ne kadar kreatif bir kişilik olduğunu bir kez daha kanıtladı bize.

Buradan Deeptone'a, Kreatif'e, bu videoda adı geçen bütün arkadaşlarıma ve birbirimizle düşüncelerimizi, kalbimizi paylaştığımız tüm blogger arkadaşlarıma çok teşekkür ederim. İçinde olduğum bu blog alemini çok seviyorum. İyi ki varsınız...

Blog Kardeşliği'ne...




11 Mayıs 2015 Pazartesi

Bebek Adımlarıyla Yürümek



Bir bebek yürümeyi öğrenirken ortalama 200 kere düşermiş. Bu, herkes gibi benim de yaşamış olduğum ve sonradan hatırlamadığım bilgiyi öğrenince hayatım bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden.

Hayatımda, başarısızlığa tahammül edemeden vazgeçtiklerimi ve sabredemeden "aman canım olmasa da olur" dediklerimi düşündüm. Yürümek dışında, başarmak istediğim hiçbir şey için 200 kere başarısız olmaya katlanmadım ben ve eminim ki benim gibi tüm yetişkinlerde de durum aynıdır. Zaten yürümeye çalışan bebeklerdeki azim yetişkinlerde de olsa, yeryüzünde başarısızlık diye bir kavram olmazdı herhalde.

Şu an biri bana "100 kere poponun üstüne düşüp kalkarsan uçmayı başaracaksın" dese onuncu denememde "ne gereği var canım, uçak diye bir şey var değil mi ama! " der, vazgeçerim. Bebeklik günlerimdeki azim kalmadı bende de herkes gibi :)

İnsan, yürümeyi aklı başında olduğu bir yaşta öğrenmeye çalışsa sanırım asla yürüyemezdi. Bir düşünsene, iki ayağının üstünde dengede durmaya çalışarak ilerleyeceksin ve bunun için 200 kere  düşeceksin kalkacaksın, tekrar düşeceksin tekrar kalkacaksın... Tam 200 kere...

Fiziksel olarak canın yanması bir yana, başarısızlık  hissi de cabası. E eşek kadar oldun, çevrende düştüğünde seni gülerek, ellerinden tutup hoppala diyerek kaldıracak insan da pek fazla bulamazsın ve müthiş bir yalnızlık ve mutsuzluk hissiyle "Üff yaa, yürümeyeyim ben, kalayım böyle" der ve vazgeçersin doğal olarak. E bu yaşta en mantıklısı.

Neden böyle peki? Neden böyle kolay vazgeçiyoruz isteklerimizden? Acı eşiğimiz mi azaldı yoksa çevremizin bize olan ilgisi ve desteği mi?




10 Mayıs 2015 Pazar

Anneler Günü



Çocukken anneler günü deyince bu resim canlanırdı kafamda. Hatta anneler günü ile ilgili resim ödevi verdiklerinde hep buna benzer bir resim çizerdim ben de. Bence anne sevgisini en yalın anlatan resim budur.

Yalın, içten, özel... Anne ve çocuk. Onlara şahit olarak da çiçek ve gülümseyen kalp. Ne kadar güzel anlatır annesinin anneler gününü kutlayan çocuğu.

Bugün anneler günü, evet çok özel bir gün. Ama bugün nedense televizyonlarda, sosyal medyada bangır bangır kutlanırken, her "anne" kelimesi geçtiğinde yüreği yananlar gelir aklıma biraz da... Yutkunurum. Bu sebeple bu resim gibi sade kutlanması gerektiğini düşünürüm.

Her zaman söylerim ki; şans diye bir şey varsa eğer o da koşulsuz sevilmektir. İnsana da bu sevgiyi sadece annesi verir...

Kutlamadan da geçilmez, anne baş tacıdır çünkü. Yer yüzündeki tüm annelerin ve evlatlarının yanında olamayan cennetteki tüm annelerin anneler günü kutlu olsun.







8 Mayıs 2015 Cuma

English Diary (08.05.2015) "Dear Diary"



Hi my sweet diary,

I'm sorry because I couldn't spare you any time for while. However, I've been studying english every day, so hard that I haven't even been able to write to you. Sometimes, I've read english posts, sometimes I've watched educational videos and sometimes I've written something in english. So, I've tried to keep going at my own pace in my own way :)

Also, I've written a story in english. Yes, maybe it is a bit silly, but it is very funny even if I do say so. I've tried using to several conjunctions when I wrote this story. This was really funny. Moreover I've written the second part. I'm probably, going to write more parts in the following days to come (I hope)

By the way, I've explored several websites about english education. I'm watching them as soon as I have a bit of free time. They are very useful. Especially, English Coach Chad's website "Practice Paradise".  Chad is telling how to speak english well. He is a real motivator. I can understand him very well. I also receive a daily video from the website. This is really working

I'm reading the book outside of study english, also I'm trying to follow my blogger friend's new posts, but sometimes I'm missing them. Because, I'm very busy again and I'm fed up of being like this, but there is nothing I can do, Life...

As I said before, I love my blog. I love writing my feelings and my ideas on my blog. Besides, I love to read other blogs so much. I've made a lot of friends through "Blogger". We know each other better as long as we read our posts. So, we are like a family. Although we have never seen each other we feel like this.

We've experienced a sad event recently. We've recieved the news of the death of a blogger friend. She shared full of life posts before her death, it was really interesting. We have read her posts over and over again.

Her death was very demoralizing. We are all so sad. I never visited to her blog before, but her death affected me so much that I wish, I had read her blogs earlier.

Then, I have put myself in her place. I've thought about my blog, my posts, my comments... all of them will stay on forever, even I am gone... This is a very strange feeling.

Anyway dear diary, It's been very sad an emotinal recently. I think, it's better to write about sad things in english rather than turkish. I slog on when I writing about somthing bad in turkish. So I'll come to you when I feel like this. I love you my dairy. You will always be here for me.

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Küçük İstavrit

Günaydınlarrrr, yoğunum yine. Demin bir şiir okudum, çok sevdim. Buraya da yazıp paylaşmak istedim.

"Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp
hızla atıldı çapariye
Önce müthiş bir acı duydu dudağında
gümbür gümbür oldu yüreği
Sonra hızla çekildi yukarıya...

Aslında hep merak etmişti
denizlerin üstünü
Neye benzerdi acep gökyüzü?
Bir yandan büyük merak
bir yandan ölüm korkusu.

"Dudağı yarıklar" denir,
şanslıdır onlar, hani
görüp de gökyüzünü, insanı
oltadan son anda kurtulanlar.

Ne çare balıkçının parmakları
hoyratça kavradı onu
Küçük istavrit anladı yolun sonu
Koca denizlere sığmazdı yüreği
Oysa, şimdi yüzerken
küçücük yeşil leğende,
ansızın uzanıvermiş dostlarına
değiyordu minik yüzgeci.

İnsanlar gelip geçtiler önünden
bir kedi yalanarak baktı gözünün içine
Yavaşça karardı dünya,
başı da dönüyordu.
Son bir kez düşündü derin maviyi,
beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.

İşte tam o anda eğilip aldım onu
Yürüdüm deniz kenarına
bir öpücük kondurdum başına,
İki damla gözyaşından ibaret sade
bir törenle saldım deniz sularına.

Bir an öylece baka-kaldı
Sonra sevinçle dibe daldı
Gitti tüm kederimi söküp atarak
teşekkürü de ihmal etmemişti
Bir kaç değerli pulunu
elime, avuçlarıma bırakarak

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme
Sorar gibiydiler; neden yaptın bunu, niye?
Bir gün dedim, bulursam kendimi 
yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz,
son ana kadar hep bir umudum olsun diye.."

(Serdar Sırlar -Diş Hekimleri Odası Dergisi 1997)

Küçük istavrit gibi umutlarımızı son ana kadar kaybetmeyelim biz de...








2 Mayıs 2015 Cumartesi

Depresyon ve Şarkı Seçimi Mimi (Berika'nın Günlüğü'nden)

Sevgili Berika'nın Günlüğü mimlemiş beni, ben de hemen cevaplıyorum:

1) Depresyona ne sıklıkla girersin?

Vallahi elimde olsa, bir girip bir daha da hiç çıkmazdım depresyondan. E düşünecek olursak; hiç bir şey yapmıyorsun, boş boş oturuyorsun ve  herkes seni depresyondasın diye mazur görüyor. Hatta seni neşelendirmeye çalışıyorlar falan. Oblomov hırkası giyip tatlı, çikolata, pasta, börek ne varsa hepsiyle masayı donatıp içine gömerdim kafamı, ne güzel :)



Ama depresyona girmeye bile fırsatım yok benim ve galiba ben hiç depresyona girmedim. Çevremde yeteri kadar depresif insan olduğu için bana fırsat kalmıyor zaten. Üstelik vaktim de yok benim depresyona girmeye.  Biliyorum belki bu mim için uygun kişi değilim ama gerçekten hiç girmedim depresyona. Ama sıradaki soruyu girmişim gibi yanıtlayacağım söz :)

2) Bu gibi zamanlarda ne dinlersin?

Diyelim ki fırsat buldum da ben de girdim depresyona. Doğru olan; Bulutsuzluk Özlemi'ne  "Yaşamaya Mecbursun" la eşlik etmek, Candan'la "Elbette" yi söylemek, Demet Akalın şarkılarıyla gider yapmak ya da Ankaralı Namık'la "Bas, bas paraları leylaya bi daha mı gelicez dünyaya" diyerek umursamaz bir hale bürünmeye çalışmaktır herhalde (Bu şarkıyı Namık değil de öbür ankaralı söylüyordu di mi? Ay ben depresyondan ne dediğimi biliyor muyum? Neyse...) Yani, mantıklı olan şey depresyondan çıkmamıza yardımcı olacak şarkılar dinlemektir.

Ama tabi depresyondaki insanda mantık aranmayacağı için Halil Sezai ile depresyonun karanlıklarına gömülürdüm... de diyemeyeceğim (Aslında öyle diyecektim de cümlenin başından sonuna kadar fikrimi değiştirdim. Çünkü ben herhalde depresyondayken bile katlanamazdım Halil Sezai'ye)  Tamam, Teoman'dan yana kullanıyorum depresyon hakkımı.

Duygularımızı sonuna kadar yaşayalım, depresyona da girelim ama çıkmasını da bilelim.
Yani şöyle;


Mim için Berika'nın Günlüğü 'ne teşekkür ediyorum. Depresyonda olan varsa o da yapsın bu mimi, yaparken de içini döksün, rahatlar. Depresyonsuz günler diliyorum hepinize...