Wikipedia

Arama sonuçları

30 Kasım 2015 Pazartesi

Edebiyat Mutluluktur

Zülfü Livaneli, daha önce hiç okumadığım bir yazardı. Bu yazarla tanışmak için "Mutluluk" ya da "Leyla'nın Evi" romanlarını seçecektim aslında. Ama yazarın kitaplarını incelerken karşıma, bu güzel kapağa ve isme sahip kitabı çıkınca tercihimi bundan yana kullanmak istedim.

Bu tercihim tamamen ön seziydi. Kitap için yapılan yorumlar nasıldı? Çok satılmış mı satılmamış mı? Hiçbir fikrim yoktu. Sadece "Edebiyat Mutluluktur" cümlesi ve kapaktaki kanatlanan kitaptan beyaz güvercin yetmişti bana sanki.

İki gün önce okunmayı bekleyen kitaplarıma göz atarken tesadüfen elime aldım bu kitabı ve saatlerce bırakamdım elimden. Her bir satırında ilerlerken aklımda sürekli şu soru vardı "Neden daha önce okumamışım ben Zülfü Livaneli'yi?"

Bu kitapta yazar, hazinesinde edebiyata dair  ne varsa her şeyi sermiş ortaya ve edebiyatı o kadar güzel anlatmış ki; kurduğu her cümle benim gibi edebiyat delisi bir insan için altın değerinde.

Daha önce de söylemiştim, kitapların altını çizmek istemem pek ama bu kitabı okurken kalemi elimden bırakamadım. Altını çizdiğim, beynime kazımak istediğim ve dönüp dönüp tekrar okuduğum o kadar çok cümle var ki...

Yazarın Vatan Gazetesi'nde çıkan yazılarından derleyerek oluşturduğu bu kitap, gerçekten edebiyata gönül vermiş herkesin başucu kitabı yapabileceği bir eser bence. İyi ki almışım, iyi ki okumuşum dediğim kitapların en en en başında geliyor. Tanıştığıma çok memnun oldum Zülfü Livaneli.



24 Kasım 2015 Salı

Bu da Böyle Bir Anımdır

Bazı meslekler, hata ve özür kabul etmiyor. Bir şarkıcının şarkıyı yanlış okuması ya da ne bileyim bir futbolcunun kendi kalesine gol atması kimsenin hayatını etkilemez, pardon deyip geçilebilir hatalardır bu mesleklerdeki hatalar. Ama yanlış teşhis koyarak hastasının ölümüne sebep olan bir doktorun "pardon" demesi saçma olur değil mi?

Bana göre öğretmenlik de böyle bir meslek. Tamam "bugün 24 kasım, neşe doluyor insan, örtmenin canım benim canım benim" falan filan ama böyle de bir gerçek var. Eğitim ve öğretime gönül vermiş olanlar, bu mesleği severek yapanlar baş tacı onları ayrı bir yere koyuyorum ama sadece salla başı al maaşı şeklinde mesleğini icra edenler de bana göre yanlış teşhis yapan doktorla eşdeğerdir. Çünkü hayatlar bir nevi bu iki mesleğin avuçlarının arasında şekilleniyor.

Ben ilkokula gitme zamanım geldiğinde, okula başlayacağım için çok hevesliydim. Okumayı da yazmayı da okula başlamadan önce evde kendi kendime öğrenmiştim. "Oooo okumayı, yazmayı biliyorum zaten, kim bilir daha neler öğreneceğim?" diyerek bir hevesle gitmiştim ilk gün okula.

Kırtasiyeden mis gibi kokan yeni yeni defterler, kalemler, silgiler almıştık. Bir an önce bu güzel kokan varlıkları kullanmak, sayfalarca yazmak, yazmak istiyordum. Ama kendimi de frenlemek zorundaydım nedense. Diğer arkadaşlarıma ayıp olmasın, aralarından sivrilmeye çalışan şımarık bir çocuk gibi görünmemek için belli etmiyordum okuma yazma bildiğimi.

Zaten okuma yazma bildiğimi belli edebileceğim bir ortam da oluşmamıştı ilk günlerde. Çizgi çizip duruyorduk ilk zamanlar. Enine, boyuna, çapraz... "Ama ne zaman sayfalar dolusu böyle yazılar yazacağım ben ya!" diye kendi kendimi yiyordum. Benden yaşça büyük çocukların yazılarla dolu defterlerini gördükçe özeniyor, özendikçe kendi kendimi yiyordum. Annem de "dur evladım, acele etme, öğretmen de müfredatın dışına çıkamaz ki" diye beni dizginlemeye çalışıyordu. "MüRfedat ne demek anne?" diye sormuştum anneme, annem de çok güzel açıklayamamıştı ne demek olduğunu ama ben gıcık bir şey olduğunu anlamıştım.

Yine de her gün, yeni bir umutla okula gitmeye devam ediyordum. Çizgiler bitti, artık biz de yazı yazmaya geçeriz herhalde demiştim daire çizmeye başladığımız günün sabahında. Daha sonra üçgen, A, B, C derken o senenin yarısını o "müRfedat" diye bildiğim müfredat yüzünden böyle sıkıcı geçirmiştim.

Sonra bir gün -ne olduysa?- öğretmen beni yanına çağırmıştı ve işaret parmağıyla önündeki satırları göstererek; "oku şurayı" demişti. Ne yazdığını şimdi hatırlamıyorum ama okumuştum o satırları. Sonra başka sayfa çevirmişti; "şurada ne yazıyor" diye sormuştu, onu da okumuştum. "E sen okuyorsun yahu" diyerek şaşırmıştı. (Çok şükür farkına varabilmişti) "evet örtmenim" diyerek gururlu bir şekilde onaylamıştım onu. "Yarın anneni çağır" demişti. "Peki, örtmenim" diyerek arkadaşlarımın meraklı bakışları altında yerime geçmiştim.

Bir heves güle oynaya eve gidince "Anne, anne örrrttmen, seni çağırıyor" demiştim anneme. "Aaaa, niye kız?" diye şaşkınlıkla sormuştu annem. "Okuyabildiğimi görünce, şaşırdı. Herhalde seni tebrik edecek, madalya falan takacak" demiştim ben de.

Neyse, annem de böbürlene böbürlene bizim öğretmenin yanına gitmişti ertesi gün. Öğretmen, anneme "Oya ile Tekir" adlı hikaye kitabı serisinin pazarlamasını yapmış (müfredatta olmamasına rağmen) bir de 1 kilo kuru pasta istemiş (bunun da müfredatla bir ilgisi yoktu pek tabii). O zamanlar maddi durumumuz çok iyi değildi ama annem hem bana o seriyi almıştı hem de 1 kilo kuru pasta alıp okulda dağıtmamı söylemişti. Ben ise çocuk aklımla, aylarca beklediğim günün gelmesine hayal ettiğim gibi sevinemeden, başarımın çok da farkında olamadan anneme külfet olmuşum gibi garip bir suçluluk hissetmiştim.

Daha sonra öğretmen beni emir eri yapmıştı adeta, nerede ıvır zıvır angarya işler var bana yaptırıyordu. Çorabı kaçıyordu meselâ, bana para verip çorap almaya yolluyordu. Oğlu da abimin sınıfındaydı. Yine para veriyordu okulun karşısındaki büfeden tost yaptırtıyordu, tostu alıp beslenme saatinde onu oğluna götürmemi istiyordu. Okulun hademesi gibiydim. Hay o cümleleri okuduğum güne lanet olsundu. Okuldaki herkes beni tanıyordu. Bir yandan bu saçma popülerlik hoşuma da gidiyordu. Bazen sınıfta olduğum zamanlar (!) okumayı henüz sökememiş olan arkadaşlarımı çalıştırmamı istiyordu. Tabi sırtı ya da başı ağrımıyorsa. Çünkü öyle zamanlarda ona masaj yapıyordum. E ne yapalım? MüRfedat böyleydi demek ki!

İşte, ilkokulda ilk 3 senem böyle geçmişti. Sonra oturduğumuz semtten taşınacağımız için okulumu değiştirmek zorunda kalmıştık. Yine de çok üzülmüştüm. Çünkü öğretmenimi (e başka öğretmen görmemiştim) ve arkadaşlarımı çok seviyordum. Ama sanırım öğretmenim benden daha çok üzülmüştü bu duruma. Anneme "aaa, ben sağ kolumu kaybetmişim gibi hissediyorum şu anda" demiş. Bir daha da görüşmedik.

Sonraki ilkokul öğretmenim de ders verme takıntısı olan bir öğretmendi. Onunla olan maceralarımı da başka zaman anlatırım.

İlkokul hayatımı düşününce, kendimi yanlış teşhis konulmasına rağmen şans eseri hayatta kalan bir insan gibi hissediyorum. Ama neyse ki daha sonraki yıllarda beni masadan çekip kurtaran öğretmenlerim de oldu.

Doktorlarla öğretmenler arasında yaptığım bu benzetme belki çok abartılı gelebilir ama ikisi de geleceğe dair umut vermeyi başaran yegâne mesleklerdir.

Umutlarımızı her daim yeşil tutmayı başarabilen tüm öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun. İyi ki varsınız!



  

22 Kasım 2015 Pazar

English Diary (22.11.2015) "Learning English With Songs"


As you remember from my last english post, I had written about a few english songs I memorized. I'm still listening to them over and over again. I've also been learning new songs day by day. I would like to share them with you here, right now.

1- "We Are Young" - Fun : This is my favorite song, recently. I listen to it tirelessly over and over again. Actually, I've discovered this song through Pink. I'd got the chance to know Nate Ruess when I've listened to "just give me a reason". His voice was so impressive. So then, I've researched him and got to know his band "Fun" and their beautiful songs. So, I've listening to this song since I found it. The lyrics are so funny and witty. I love to sing it really loudly, especially the chorus, like this;

"Tooooonighhhhhtt
 Weee aree young
 So let's set the world on fireeee
 We can burn brighteeeeer
 than the suuuuuunnnn"

It is a lot of fun, like the band's name...

2- "English Man in NY" - Sting : This song is so cool and makes me feel realy different without any reason. I'm not English, I'm not in New York and I'm not a man but I feel like these. This is so interesting. I like this song but I don't know why. Who knows, maybe I relate to this song because I sometimes feel like an alien in my own country.

3- "I'm Not The Only One" - Sam Smith : Such a beautiful song in every way. Everything is awesome; the lyrics, the music, Sam Smith's voice... The song's clip is just impressive as itself. I feel like watching a beautiful romantic film when I saw the clip.

4- "Loving You" - Tammy Wynette : This song is my cousin's wife Esma's favorite song. She recommended this song to me and now I'm listening to it.  It is a very romantic song. Tammy Wynette is one of the greatest female country singers of all the time. She has beautiful, strong and clear voice.

5- "Yesterday" - The Beatles: My blogger friends Berkay and Yusuf recommended this band to me on my last english post. Listening to the Beatles's songs always works to improve english pronunciation. Because, their music is universal and the lyrics are simple easy to understand. So, I've chosen  to add this song to my music list. It is absolutely beautiful and perfect in every way, from the lyrics, vocals and instruments.

As is seen, I keep on learning english with songs. My english music list is building up day by day. I hope, I can go on like this.

See you on my next music list.







19 Kasım 2015 Perşembe

İstibdat Kumpanyası

Uzun süredir bir tiyatroda bu kadar güldüğümü, bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum. Çok güldük, çok eğlendik... Evet ballandıra ballandıra (ama spoil etmeden) anlatacağım ki herkes gidip izlesin bu şahane oyunu.

Oyunun isminden de anlaşıldığı gibi olay, İstibdat döneminde yani II.Abdülhamit'in 1.Meclis'i kapatmasından sonraki baskıcı ve yasaklı dönemde geçiyor. Öyle bir dönem ki; padişaha karşı bir gönderme olabilir korkusuyla en ufak detaylarda bile sansür ve otosansür uygulanıyor.

Bu yönetime karşı olan cumhuriyet yanlısı Şeref Paşa da tiyatroyu kullanarak halkı galeyana getirmek ve bu baskıcı sistemi sinsice çökertmek istiyor. Bunun için Fransa'dan yarı Fransız yarı Türk olan Samuel efendiyi (Levent Üzümcü) getirtiyor ve ondan "Cyrano de Bergerac" adlı oyunu sahneye koymasını istiyor. Çünkü oyunun ana karakteri olan Cyrano'nun Abdulhamit gibi uzun bir burnu vardır.

Paşa, oyun sırasında Abdulhamit'in burun gibi hassas olduğu pek çok konuda göndermeler yapılarak sansürlerin delinmesini ve bu kargaşada Abdulhamit'in tahttan indirilerek tekrar meclisin açılmasını ummaktadır.

Böyle anlatınca, kulağa entrikalarla dolu Muhteşem Yüzyılvari bir oyun gibi gelebilir ama öyle değil. Çünkü, Samuel efendinin bu oyunu sahneye koyabilmesi için başka oyunculara da ihtiyaç vardır ama jurnallerle tiyatroların yakıldığı, oyuncuların dövülüp susturulduğu bir dönemde böyle bir oyunda yer almak isteyecek tiyatrocu bulmak da bir hayli zordur. Bu şartlarda ise paşanın bu konu için görevlendirdiği yardımcısı, ancak Recai efendinin topluluğunu bulabiliyor ki; asıl şenlik de işte, birbirinden renkli kişiliklerden oluşan bu toplulukla, Samuel efendinin tanışmasıdan sonra başlıyor.

Sonra neler mi oluyor? Espriler, göndermeler, ince detaylar, müthiş oyunculuklar, danslar, müzikler o kadar çok şey oluyor ki... Ve her şey o kadar güzeldi ki; kendimi tutmasam oyun hakkında Cyrano'nun burnu gibi koooocaaaaamaaaannn bir post yazabilirim. Her şey bir yana sadece Levent Üzümcü'nün performansı için bile ayrı olarak, destanımsı bir yazı hazırlayabilirim. Ama ben hiçbirini yapmıyorum ve yazımı en ballandırılmış yerinde tatlı tatlı kesiyorum; fırsat bulur bulmaz gidin kendiniz tadını çıkarın diye.



12 Kasım 2015 Perşembe

Otomatik Portakal

Daha önce hiç, kötü bir karakter tarafından anlatılan kitap okumamıştım ben.Yani, hiç kötü bir insanın gözüyle bakmamıştım dünyaya, kitaplardan. Okuduğum kitaplarda anlatan, ya objektif üçüncü bir kişi ya da herkesin kendisiyle bir şekilde empati yapmaktan gurur duyacağı iyi kalpli bir roman kahramanı oldu hep. Taaa ki bu kitabı okuyana kadar..

 "Oh kendime geldim yaşasın kötülük" demiyeceğim merak etmeyin. Ama bu kitabı okumak; insanın bakış açısını genişleten, farklılaştıran, empati duygusunu geliştiren bir deneyim.

Kitap "distopik" türde yazılmış bir roman. Yani, geleceğin arzu edilenin dışında olacağını, orada kaosun ve şiddetin hakim olacağını anlatan türden. Ve sanırım ilk defa bu türden bir roman okudum ben.

Romanın kahramanı tüm yasalara aykırı gelen, 15 yaşındaki sokak çetesi lideri Alex. İsminde bile bir mesaj var aslında; "A" olumsuzluk belirtiyor, "lex" de kanun, yasa anlamını taşımakta.

Alex ve çete arkadaşları, kendi aralarında geliştirdikleri rusça kökenli "nadsat" denen argo bir dille konuşuyorlar. Kitabın bir ilginçliği de kullanılan bu dil zaten. Romanda anlatıcı Alex olduğu için bize başından geçenleri anlatırken de bu argo dili kullanıyor. Bu sebeple ilk sayfalarda anlatım bana biraz tuhaf geldi. Ama  argoya karşı olduğumdan değildi bu garipseme, bir argo dilinin çevirisini garip bulmaydı biraz da hissettiğim.

Bence argo, çeviriye girdiğinde tüm özelliğini yitiriyor. Dedim ya; insanın empati duygusunu geliştiren bir kitap bu diye; bunu, kendinizi Alex dışında bir de çevirmenin yerine koyup "vay be, kimbilir ne kadar zorlanmıştır bu çevirileri yaparken" derken fark ediyorsunuz bir de. Yine de 1 kaç bölüm geçtikten sonra alışıyorsunuz anlatıma ama sanırım bu kitabın orjinalini okumak daha güzel olurdu; ileride onu da okumayı planlıyorum. Tabi, haftalardır "The Little Prince"le cebelleştiğimi düşünürsek bu kitabın orjinalini kaç ayda ya da senede bitiririm? Onu bilemem :)

Ben biraz okumakta geç kaldım ama kitap çok ünlü. "Modern Klasikler"den sayılıyor. Bunun bir de filmi varmış, izleyenler anlata anlata bitiremiyor. Film izleme konusundaki özürüm azaldığında, yani boş vaktim arttığında izlemek istediğim filmler arasında 2.sırada (ilki Benjamin Button) yer alıyor.

Her ne kadar sinema tarihinde en başarılı roman-film uyarlamalarından biri olarak sayılsa da 1971 yılında Stanley Kubrick tarafından çekilen bu filmi, kitabın yazarı olan Anthony Burgess beğenmemiş. E çok normal ama, kimse bir başkasının hayal dünyasını olduğu gibi filme aktaramaz ki. Yine de sinema dünyasında film, kült filmlerden sayılıyor.

Yeri gelmişken yazara da değinmek isterim ki; yazarın kendi hayat hikayesi de ayrı bir post konusu zaten. Yazara 40'lı yaşlarında beyin tümörü yüzünden 1 yıllık ömrünün kaldığı söyleniyor. Bunun üzerine yazar, eşinin geçimi ve para kazanmak için 12 ayda 6 kitap yazıyor. Sonra yanlış teşhis konulduğunun farkına varsa da yazmaktan vazgeçmiyor. İşte bu psikolojiyle yazdığı 6 kitaptan biri de "Otomatik Portakal"mış.

Yazarın ilginç hayatından bir kesit daha; bir gün karısıyla birlikte Otomatik Portakal'da anlattığı türden serseriler tarafından saldırıya uğramış, hamile olan karısı bu saldırıda bebeğini kaybetmiş ve bu yüzden de eşi daha sonra alkolizme yenilerek hayatını kaybetmiş.

Yazdığı tüm kitaplarda kendi hayatından kesitler eklemiş yazar. En kısa zamanda diğer kitaplarını da okumak istiyorum. Okuduğumda (etkilenirsem) diğerlerini de burada paylaşırım :)








8 Kasım 2015 Pazar

Atam'a (3)


Bu sene de ezberlenmiş 1 dakikalık saygı duruşuyla anılacaksın. Ve ardından herkes bu saygı duruşunu yapmış olmanın haklı gururuyla, yarım bırakılan gündelik işlerine geri dönecek.

Oysa sen, seni böyle yüzeysel anmamızı, tabulaştırıp, ilahlaştırmamızı değil de gerçekten anlamamızı isterdin. Bu yüzden "Beni görmek behemehal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir" vecizini söylememiş miydin, hasta olduğun söylentileri yayıldığında yüzünü görmek isteyenlere?

Peki ya "benim naciz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, lakin Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır" cümlesini kim için, ne için kurdun paşam?

"Ah keşke" diyorum bazen; bi 10 senecik daha yaşasaydın da canınla, kanınla uğruna savaştığın demokrasi ve cumhuriyetin ne demek olduğunu gerçekten kavrayabilmemizi sağlasaydın. O güne kadar dahice sarfettiğin o cümleler yeterli gelmemiş bize demek ki...

Senin 100 yıl önce anladığını, hatta anlamakla kalmayıp Türk insanına layık bulduğun yönetim şeklini üzgünüm ki biz bu devirde bile anlayamıyoruz. Özgürlük de cumhuriyet de bize göre değil sanırım. Senin adını kullanıp kahraman olmaya çalışanların bile cumhuriyetin ve demokrasinin gerçekten ne demek olduğunu bildiğini düşünmüyorum.

Bizi fazla gözünde büyütmüşsün ve fazla güvenmişsin bize. Hani; -çok afedersiniz paşam-alışmadık kıçta don durmazmış ya, bizimki de o hesap. Biliyorum biraz kaba oldu bu örnek ama maalesef durumumuzu anlatacak başka atasözü, deyim, benzetme bulamadım ben. Durumumuzu en iyi bu benzetme anlatıyor, affedin.

Aslında bir de Aziz Nesin'in "bir yokmuş, iki yokmuş, üç yokmuş..." şeklinde başlayan bir masalı vardı; çocukken okumuştum. O zamanlar çok iyi anlamamıştım ama bu aralar hep onu düşünüyorum. Şu anki durumumuza, donsuz kıçtan bile daha cuk diye oturan bir masaldı o ama anlatamam şimdi, çok uzun.

Yani paşam; biz kim, cumhuriyet ya da demokrasi kim? Sana da zahmetler verdik ama biz çobansız yapamıyoruz. Bizim atalarımız da böyleydi hatırlasana; sen de onları çekip çevirmeye çalışmadın mı yıllarca? Sen, her ne kadar muhtaç olduğumuz kudret için damarlarımızı işaret etsen de; ıııh ıııh! Yok paşam. Bizim damarlar kurudu ya da tıkandı, bilemiyorum ne oldu o damarlara? Ama bir bozukluk var, işte.

Biz özgür olamıyoruz, maalesef. Başımızı bekleyecek bir çoban ya da bizi içinde bulunduğumuz saçma düzenden kurtaracak ulu bir kahraman bekliyoruz hep. O da olmadı senin mezardan kalkıp gelmeni bekliyoruz. Aklımıza damar falan gelmiyor bizim. Kurtuluşu hep başkalarından bekliyoruz. Başkaları üretsin biz tüketelim istiyoruz. Başkaları düşünsün, biz uygulayalım; başkaları başarılı olsun biz kendimize pay çıkarıp övünelim istiyoruz...

Olmuyor paşam, üzgünüm... Hayâlini kurduğun cumhuriyet bu değildi sanırım. Ben kendi adıma senden özür dilerim.

Ve affına sığınarak;

saygıyla ve minnetle seni anmaktan başka çare gelmiyor benim de elimden...






1 Kasım 2015 Pazar

Tiyatro Önerisi "Hayal-i Temsil"

Nihayet, dün tiyatro sezonunu açtım. Haftalar öncesi ilk boş bulduğum oyuna almıştım bileti. Üsküdar Müsahipzade sahnesinde izlediğim oyun hakkında pek bilgim yoktu aslında. Sadece Afife Jale ve Bedia Muvahhit'in hayatlarını anlatan bir oyun olduğunu öğrenmiştim online bileti onaylamadan önce.

Ama şimdi bu oyunu izleyen biri olarak gönül rahatlığıyla diyebilirim ki; "iyi ki almışım o bileti ve iyi ki izlemişim bu oyunu". Hayatımda izlediğim en büyüleyici oyunlardan biriydi hatta biraz daha zorlarsam en muhteşemiydi diyebilirim. Oyunculuk, dekor, sahne... her şey kusursuzdu.

Gerçek hayatlarında hiçbir zaman yan yana gelmemiş olan ama aslında aynı zamanlarda yaşamış ilk Türk müslüman kadın tiyatro sanatçılarından olan Afife Jale ve Bedia Muvahhit bu oyunda hayali bir temsil ile bir araya geliyorlar. Kurgu çok güzel. Oyunculuk muhteşem. Ama beni asıl etkileyen sahne ve dekor oldu. Bu yaşıma kadar izlediğim oyunlar içinde dekoruna hayran kaldığım tek oyundur diyebilirim. Tahta duvarların içinden çıkan farklı mekanlarla farklı zamanlara yolculuğa çıkıyorsunuz adeta.

Bedia Muvahhit rolünü Hümay Güldağ, Afife Jale rolünü Şebnem Köstem canlandırıyor ve onlara da başta eski makyör Dikran olmak üzere birbirinden farklı çeşitli rollere jet hızla bürününen pek yetenekli Yiğit Sertdemir eşlik ediyor. Yiğit Sertdemir aynı zamanda oyunun yönetmenliğini yapıyormuş; ki oyun sırasında o yönetmenliği sahne hakimiyetinden hissediyorsunuz zaten.

Oyunun hayran bırakan etkisi bir yana bir de bu oyundan pek çok şey öğrendim ben. Mesela, Selahattin Pınar ile Afife Jale'nin aşkını bilmiyordum. Birlikte "Bir bahar akşamı  rastladım size" şarkısını söyledikleri sahne çok güzeldi. Onları izlerken "vay be, bu şarkı Afife Jale için mi yapılmış acaba? oyundan çıkınca araştırmam lazım" dedim. Aslında içimde hep bir araştırma isteğiyle izledim oyunu. Afife Jale'yi, Selahattin Pınar'ı, Bedia Muvahhit'i, kendi gibi tiyatrocu olan Bedia Muvahhit'in eşini, Darülbedayi'yi ... ve bugüne kadar araştırma gereği duymadığım için kendime kızdığım pek çok konuyu.

Daha fazla detay vermek istemiyorum. Gidip izleyin ama gitmeden bu kişilerin hayatlarına bir göz atın, öyle izleyin. Gerçekten etkileyici hayatlar ve etkileyici bir oyun.