Bugün, günlerdir bize kendimizi cennete düşmüşüz gibi hissettiren, kalbimizin ve aklımızın bir parçasını yaylalarında bıraktığımız Doğu Karadeniz'e veda ettik artık. Umarım en kısa zamanda uğrayamadığımız diğer cennet köşelerine de uğrama şansına sahip oluruz.
6. günümüzün sabahında Doğu Karadeniz'le böyle vedalaştıktan sonra, Tüik'in geçen sene yaptığı bir ankette "Türkiye'nin en mutlu şehri" seçilen, caddelerinde trafik lambasının ve korna seslerinin olmadığı, kadınların sabaha kadar bile rahatça gezebildikleri Karadeniz'in en şirin illerinden biri olan Sinop'a geldik.
Aslında buraya gelirken Sinop hakkında tek bildiğim şey Sinop'ta çok ünlü bir cezaevi olduğuydu. Onun dışında Sinop'un nasıl bir şehir olduğu hakkında çok fikrim yoktu. Doğu Karadeniz'in az çok fotoğraflarını görmüştüm bu yüzden gördüğüm o güzellikler beni çok şaşırtmadı ben zaten bayılacağımı bile bile gitmiştim oralara ki öyle de oldu zaten :) Ama Sinop bu turda beni en çok şaşırtan 2 yerden biri oldu. (diğeri bir sonraki yazıda anlatacağım Amasra olacak)
Hani bazen kimse tarafından bilinmediğini zannettiğin güzel bir şarkı keşfedersin de kendini salakça çok özel hissedersin ya. Bir tarafın bu şarkıyı kimseyle paylaşmak istemezken, bir tarafın da o şarkıyı tüm dünyaya duyurmak ister ya hani... (size de olmuyor mu öyle ya, bi ben miyim böyle salaklıklar yapan? ) işte böyle anormal ama güzel şeyler hissettirdi bana Sinop ve Amasra.
Bizler tatil yeri ararken gözlerimizi hep aşağılara kaydırıyoruz da biraz daha yukarılara bakmayı akıl edemiyoruz maalesef. Oysa güzel ülkemiz her bir köşesinde ayrı bir cennet barındırıyor.
Ya da tamam, unutun bu dediklerimi, bu saklı cennetlere el değmesin de her zaman böyle doğal, böyle bakir kalabilsinler ve her zaman bir yerlerde bizi şaşırtacak saklı cennetlerimiz olsun :)
Sinop çok eski bir yerleşim yeri. M.Ö 7.yy'lara kadar uzanıyormuş geçmişi. İsmini "Sinope" adlı bir su perisinden aldığı rivayet ediliyor. Bir başka rivayet de yine "Sinope" adlı bir amazondan geldiğini söylemekte. Diyeceksiniz ki; "E ne farkeder? Ha su perisi, ha amazon... Sinope isimli bi hatun yüzünden kurulmuş işte" Hayır efendim, çok şey farkeder! Şöyle ki; eğer Sinope bacımız amazon ise şehir, Anadolu yerli halkı tarafından, su perisi ise Yunan koloniciler tarafından kurulmuş demek oluyormuş.
Her neyse, her kim kurduysa ellerine sağlık diyerek konuyu burada kapatmak istiyorum ben; Yunanlılar'ın derdi kendine yetiyor zaten bir de ben gitmeyim üstlerine :)
Sinop kalesi M.Ö 7.yy'da kenti korumak amacıyla yapılmış ve Roma, Bizans, Anadolu Selçukluları dönemlerinde onarılmış, Osmanlılar zamanında da genişletilerek günümüze kadar ulaşmış tarihi bir yapı olarak bilinmekte. Ayrıca müthiş bir manzaraya sahipmiş. "Miş" diyorum evet, kalenin karşısında öylece durduk ve çıkmadık oraya. Çok ayıp ettik biliyorum ama süremiz çok kısıtlıydı. Biraz da denizi görünce heyecanlandık ve deniz kum güneş tatili hayallerine kapıldık. :) E günlerdir kültür turu yapmaktan canımız çıktı diğer tatilden de istiyorduk işte :)
Biz güneş ve maviyle buluşunca, turu, kaleyi, manzarayı, nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi... herşeyi unutup limana attık kendimizi :) Öyle şapşal şapşal liman boyunca tur atıp, denizi seyrettik, ikinci tatilimizi hangi deniz aşırı yerde geçireceğimizi düşündük. Deniz düşmüştü bir kere aklımıza...
Rize'nin bulutlu havasından sonra bu mutlu şehirde açan güneş bizi de mutlu etmeyi başarmıştı... Tüik gerçekten haklıymış :)
Şu yanda görmüş olduğunuz ve hepimizin çocukluğundan beri bildiği "Başöğretmen Atatürk" denilince kafamızda canlanan resim var ya, işte o Sinop Ortaokulu'nda zeytin ağacı altında çekilmiş.
Sinop'u çok beğenen Atatürk bu beğenisini "Ne olurdu Sinop'un yarı güzelliği Ankara'da olsa idi" cümlesiyle dile getirmiş.
Bu arada küçük bir dipnot; Sinop 1924'te il olmadan önce Kastamonu'ya bağlı bir sancakmış.
Aslında biz, Sinop'ta limandan önce tarihi cezaevine uğradık ama ben böyle daha iç açıcı bir başlangıç olsun diye cezaeviyle başlamak istemedim yazıma. Zira cezaevi fotolarını görünce anlayacaksınız ne demek istediğimi.
Ve işte Tarihi Sinop Cezaevi...
Üç yanı deniz olan tarihi kalenin içersini duvarla ayırarak 1/4'lük bölümü içersine mahkumlar denizi göremesinler diye derin çukurlar kazılarak inşa edilen bu bina, resmi olarak 1887 ve 1996 yılları arasında cezaevi olarak kullanılmış. 1999 yılından itibaren de müze olarak ziyarete açılmış. Aslında iç kalenin cezaevi olarak kullanımı 1500'lü yıllara kadar dayanmaktaymış. Evliya Çelebi'nin notlarında bile geçmekteymiş burası.
Herhalde dünyada insan ruhuna en acımasız eziyeti yapan yerlerden biridir burası. Bir düşünsenize; dalgaların sesini duyup da denizi görememek...
"...
Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma
Görmesen bile denizi
Yukarıya çevir gözü
Deniz gibidir gökyüzü
Aldırma gönül aldırma
..."
İşte Sabahattin Ali de yukardaki dizeleri bu ruh haliyle yazmış olmalı.
Sabahattin Ali bir dost meclisinde Atatürk'ü yeren bir şiirini okuduğu için 1932-1933 yılları arasında ceza alıp bu koğuşta yatmış.
3.Kısıma girdiğimizde duvarlarda Sabahattin Ali'nin şiirlerini gördük.
Burası ününü, burada yatan ünlü isimlerden, burada yazılan şiirlerden, yapılan bestelerden ya da daha sonraları çekilen filmlerden dizilerden almış değil esasında. Burası aslında katı disiplin uygulamalarıyla nam salmış bir hapishane olmuş her zaman.
Rehber size şurası "Parmaklıklar Arkası"nın çekildiği bölüm, burası Sabahattin Ali'nin koğuşu diye turistik bir anlatım yapsa da siz hiç tanımadığınız, hiç bilmediğiniz insanların çektiği acıları merak edip, döktüğü gözyaşları için hüzünlenebiliyorsunuz.
"Anadolu'nun Alcatraz'ı" olarak bilinen meşhur Tarihi Sinop Cezaevi tarihinde 3 firar vakası olmuş.
ilk firar eden kişi ayakkabısının tabanına küçük bir testere koyarak parmaklıkları kesip denize atlayıp uzaklaşmış ama ekmek istemek için bilmeden bir polisin evinin kapısını çalınca tekrar yakalanmış ve geri dönmüş. Diğeri lağıma girerek yüze yüze denize ulaşıp kaçmayı becermiş, bir diğeri de aynı taktiği denemiş ama başaramamış boğularak can vermiş. Yani sadece bir kişi kaçmayı becerebilmiş.
Şu avluda kimler ne düşüncelerle ne voltalar atmıştır diye düşünmemek elde değil...
Aşırı nem ve rutubetten astım ve solunum yolu hastalığına yakalanmadan çıkan olmamış
Zindan karanlık, aşırı rutubetli ve soğuk. Mahkumların bağlandığı zincir hala duruyor. kenarda bir tuvalet var ama lavabo yok.
Garip bir yer... İnsanı garip duygulara sevkediyor. Her köşesinde neler yaşandığını düşünmek, o karanlık hücrelerde ne acılar, ne hasretlikler çekildiğini düşünmek bile insanı başka bir boyuta sürüklüyor. Elbette bir taraftan da "e orada yatanlar da kim bilir ne suçlar işlemiş, kim bilir kimlerin canını yakmış" diye de düşünmek gerekiyor ama canım ülkemde adaletin ne şekilde dağıtıldığı ortada olduğu için haksız yere yatanlar ya da kader kurbanı olanların da diğerleriyle aynı muameleye maruz kalma ihtimali insanın içini acıtıyor.
Ben daha önce hiç hapishane görmemiştim. Diğerlerinin duvarlarında da böyle özlü sözler var mı bilmiyorum. Ama burada Sheakspear'den, Einstein'dan özlü sözlere sıkça rastlıyorsunuz. Tabi her yere yazma hastalığı olan yurdum insanının da bu sözlerin üstüne, altına ya da duvarlara artık nereyi boş buldularsa adlarını yazıp tarih ve imza atmalarına da sinir oluyorsunuz. Ayıptır, günahtır ya! Yazmayın artık, tarihe saygınız yok anladık da insan böyle bir yere neden imza atma ya da kalp çizip sevdiceğinin ismini yazma gereği duyar ki?
Dış bahçede bir dut ağacının yanında duran yukardaki pano dikkatimi çekti. Yazılanları olduğu gibi aktarıyorum:
" DUT (TESELLİ) AĞACININ HİKAYESİ
Ağaç, eski mahkum hüseyin PEHLİVAN tarafından 1959 yılında dikilmiştir. Kendisi tarafından anlatılan hikayesi şöyledir;
Dut ağacı bu! dikmek için müdüriyete yazı yazmam lazım. ‘Maruzat’ deriz biz ona. Yazı gider müdürün önüne, müdür bakar. ‘Hüseyin Pehlivan yazı yazmış.’ Cezaevinde bir çokları ‘Yazar’ derdi bana, öyle çağırırdı beni.
Müdür beni çağırıp’ yazı yazmışsın, söyle bakalım ne istiyorsun? Dedi. ‘Sayın müdürüm, ben bir dut ağacı dikmek istiyorum.’dedim. ‘Nereye dikeceksin? Neden, ne yapacaksın dut ağacını? Yani dut ağacı büyüyecek, dut verecek, herkes bunun dutundan yiyecek, sana dua edecek öylemi?’ dedi.
Bende ‘bu dut ağacı büyüdüğü zaman 20 sene, 30 sene, 50 sene sonra neyse kaçyıl sonra olursa olsun, büyüdüğü zaman buraya gelen mahkumlar diyecekler ki; Bu dut ağacını diken kişi idamdan kurtulmuş, müebbet cezaya çarptırılmış. Müebbet cezayıda bitirmiş çıkmış buradan diyecekler. Bu şekilde teselli kaynağı olacak onlar için. Ben bunu düşünüyorum, daha ümidimi yitirmedim. Ben birgün çıkacağım buradan. hiç ümidimi yitirmedim’ dedim.
Öylece durdu ve ‘peki dış bahçenin bir yerine dik’ dedi.
Hüseyin Pehlivan teselli ağacını dikti ve ümit ettiği gibi Sinop’un Hanı’ndan tahliye oldu.’
Hüseyin Pehlivan genç yaşta kan davası yüzünden girmiş cezaevine ve orada kendini düzgün bir insan olarak yetiştirmeye çabalamış bir mahkum. Sonra çıkan bir afla tahliye olmuş ve yaşadıklarını medyada anlatmış, hakkında yazı dizileri çıkmış her yerde. Ben ilk defa burada duydum adını.
Kim bilir daha böyle ne hikayeler vardır?
Cezaevi Kütüphanesi
Karmakarışık bir ruh haline bürünüp her ziyaret edenin çok saçma biçimde hatıra olsun diye kalması için fotoğraf çektirdiği "Sinop Tarihi Cezaevi" tabelasının altında fotoğraf çektirip Sinop'un bizi bekleyen güzelliklerini görmek için yolumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Suç oranının düşük, mutluluk oranının en yüksek olduğu bu güzel ilimizde böyle bir hapishanenin olması ve pek çok güzelliğe sahipken bununla ünlenmesi çok ironik değil mi? Oysa ne güzelliklere sahipmiş Sinop...
Mesela Sinop mantısı...
Mesela Hamsilos...
Kimisi der ki "Türkiye'nin tek fiyortudur" kimisi de der ki "Türkiye'de fiyort olmaz, yapı itibariyle Norveç'teki fiyortlara benzediği için fiyort zannedilmektedir."
Vallahi fiyort mudur miyort mudur bilemem ama burası canım ülkemin akıl almaz doğal güzelliklerinden birtanesi...
İşte Sinop'un beni şaşırtan kendimi bir Akdeniz koyundaymışım gibi hissettiren müthiş güzelliği...
Çam ormanları neredeyse denizin içinde...
Keyfimiz yerine geldi yine :)
Keyfimizi hiç bozmadan Kastamonu'ya doğru devam edelim mi?
Tüm günü Sinop'ta geçirdikten sonra Kastamonu'ya akşam üzeri vardığımızda bir hayli yorgunduk. Cumhuriyet Meydanı'nda bir soluk alıp Kastamonu'nun şanlı tarihini dinledik rehberimizden.
Bu meydanda Çanakkale'deki gibi milli duyguları kabartan kutsal bir hava vardı. Bunu hissetmemek elde değil.
Cumhuriyet meydanında bulunan 1990 yılında yapılan Şerife Bacı Anıtı, Kurtuluş Savaşı yıllarında İnebolu'dan Ankara'ya kağnılarla silah ve malzeme taşıyan Kastamonulu kadınları anlatır.
Cephede çocuğunun üzerindeki battaniyeyi alıp mermilerin üzerine örtmesi üzerine komutan gelip neden böyle yaptığını sormuş Şerife bacıya. Şerife bacı da bunun üzerine belki de bu anıtın yapılma sebebi olan o meşhur cevabı verir komutana: "Bu çocuk ölürse ben ağlarım ama vatan elden giderse hepimiz ağlarız"...
Bu düşündürücü cevabı veren koca yürekli kadın Aralık 1921'de sırtında çocuğu, önünde kağnısıyla İnebolu'da cephane taşırken Kastamonu kışlası önünde donarak şehit olmuş...
Kurtuluş savaşında toprakları işgal edilmemesine rağmen en çok şehit veren ilimiz Kastamonu'ymuş. Hatta bir köyünde hiç erkek kalmadığı için cenazeleri kadınlar kaldırırmış bir zamanlar. Çanakkale türküsü de buradan çıkmış zaten.
Kurtuluş savaşını tasvir eden rölyefler de vardı meydanda...
Şehir isimlerinin nereden geldiğinin hikayesi hep ilgimi çekmiştir. Rehber, Kastamonu isminin nereden geldiğiyle ilgili olarak da bir kaç rivayet anlattı bize. En aklımda kalanı, yani en ilginç olanı şöyle; Bizans tekfurunun Moni adında bir kızı varmış ve bu kız, bir Türk komutanına abayı yakmış. Moni, bir kuşatma sırasında kalenin anahtarlarını bizim komutana atarken babası tarafından yakalanmış. Babası da kızının bu davranışına çok içerlenip "Kastın neydi Moni?" diye haykırmış. Bu olay gel zaman git zaman anlatılarak, babanın bu haykırışı ağızdan ağıza Kastamonu olarak kalmış ve yörenin ismi de böyle anılır olmuş. Kulağa biraz saçma geliyor değil mi? Daha mantığa uygun rivayetleri de vardı ama aklımda nedense bu kalmış :)
Her şehrin bir karakteri var gerçekten. Kastamonu'da da her şeyden önce etraftan duyduğunuz yöre ağzıyla kurulan cümleler bunu çok fazla hissettiriyor size...
İstanbul'da yaşayan Kastamonululardan aşina olduğumuz o çok içten konuşma ağızlarını esnaftan duyunca tebessüm etmeden yapamıyor insan. Çok sempatikler... Bir kaç gün kalsam ben de "geliyala, gidiyala" şeklinde cümleler kurardım :)
Şehrin merkezinde, çarşısında biraz dolaşıp o enfes çekme helvasından kutu kutu aldıktan sonra, muazzam Ilgaz manzarasını takip ederek son gece konaklaması yapacağımız Kurşunlu'daki termal otele vardık.
Ve böylece turun sonuna yaklaştık. Son bir günümüz kaldı. Karadeniz Turu'nun son günü olan Safranbolu ve Amasra maceramız için beklemede kalın...
1.Gün (Amasya-Samsun)
2.Gün (Ordu-Trabzon)
3.Gün (Çamlıhemşin Rize)
4.Gün (Batum)