Wikipedia

Arama sonuçları

24 Şubat 2016 Çarşamba

Kişisel Blog Yazarları Ne Düşünüyor Mimi (1 Delinin Günlükleri'nden)


1 Delinin Günlükleri kendi kendine sorular sormuş ve çok güzel bir mim çıkmış ortaya. Ben de ne zamandır bloga vakit ayıramıyordum, bu konu hakkında bir şeyler karalarsam blogumla aramı tekrar ısıtırım diye düşünerek bu sorulara cevap vermek istedim. İşte Ayhan'ın kişisel blog yazarlarına yönelttiği sorular:


1- Yakın çevrenizdeki insanlara blogunuzdan söz ediyor musunuz?
2- Neden blog yazıyorsunuz?
3- İlk yazınız ile son yazdığınız yazı arasında ne gibi farklar var?
4- Blog yazmak normal yaşantınıza neler kattı?
5- Yakın arkadaşlarınıza blog yazmalarını önerir misiniz?
6- Hangi kaynaklardan ilham alıyorsunuz?
7- Diğer blog sahipleri ile iyi iletişim kuruyor musunuz?
8- Rahatsız olduğunuz konular var mı?

Ve benim yanıtlarım:

1- Yakın çevrenizdeki insanlara blogunuzdan söz ediyor musunuz?
İlk başlarda kendime bile itiraf edemiyordum aslında, hatta ilk adresi aldıktan sonra bir blog açmıştım ve aradan 2 sene geçmişti hiçbir şey yazmadan. Sonra, "Aa benim blogum vardı ya" deyip aklıma geldiğinde "Karalamacalarım" ı açıp yazmaya başlamıştım. Sonra bir kaç arkadaşıma söyledim, derken Facebook'ta filân paylaşınca tüm yakın çevrem öğrendi bir blogum olduğunu, ama yakın çevremden bloga uğrayan çok fazla kişi yok. Hatta istatistiklere baktığımda en çok uğrayanlar uzak çevreden, teee Amerikalar'da bile daha çok takip ediliyorum yakın çevremden be! Sadece fotoğraf layklayan yakın çevreme buradan teessüflerimi sunuyor ve onlara Ajda Pekkan'dan çerçeveli fotolu bir şarkısı vardı ya, onu armağan ediyorum.


2- Neden blog yazıyorsunuz?
Aslında, ilk yazmaya başladığımda hiç bir takipçisi olmamasına rağmen daha çok anlamlar yüklemiştim bloguma. Yani tüm dünya beni okuyor, yazılarım, fikirlerim bir çığ gibi dünyayı saracak, fırtınalar estireceğimi sanmıştım. Yazdığım tırt konularla bunu başarabileceğimi düşünecek kadar öz güven patlaması yaşamışım demek ki, gençlik işte :) Hâl böyleyken, ilk zamanlar bir iz bırakmak, yaşadığımı kanıtlamak, fark edilmek için yazıyordum diyebilirim. Şimdi ise sadece eğlenmek için yazıyorum. Bi de insan alışıyor işte, yazmadan duramıyorsun. Bak 2 aydır fazla uğrayamıyorum, kendimi çok kötü hissettim.


3-İlk yazınız ile son yazdığınız yazı arasında ne gibi farklar var?
Bu soruyu görünce üşenmedim ilk yazımı açıp okudum. (ay okumaz olaydım :))  Canım benim ya! Nasıl da komik yazmışım, edebiyat yapayım diye cümleleri don lastiği gibi uzattıkça uzatmışım. Vurgu yapmak istediğim kelimelere yerli yersiz serpiştirdiğim tırnak işaretlerinden ise hiç bahsetmek istemiyorum. Ama her yazımda hissedilen ruh onda da var, biraz çocukça bir duygusallık, nostaljik işler işte. Artık ben de Şebboy gibi daha kısa cümleler kuruyorum, sanırım büyüyorum.



4-Blog yazmak normal yaşantınıza neler kattı?
Vallahi elle tutulan, gözle görünen bir şey pek katmadı :) Ama yazı konusunda kendimi geliştirdiğimi hissediyorum. İmlâ kurallarına artık daha çok dikkat etmeye çalışıyorum, yeni dostlar, güzel arkadaşlar kazandım diyebilirim. mesela birkaç gün bloga uğramayayım aklıma bazı arkadaşlar geliyor; acaba ne paylaştılar, ne yazdılar? diye. He tabi bir de hayatımdan götürdüğü şeyler de var onu niye sormuyorsun ki? Örneğin, boş zaman denen bir mefhum vardı onu aldı götürdü, onu çok iyi biliyorum.

5- Yakın arkadaşlarınıza blog yazmalarını önerir misiniz?
Tabi ki öneririm. Yazmaya gönül veren herkes açsın bir blog. İnsanı, olması gerektiği yerdeymişcesine inanılmaz özgür hissettiren bir duygu seline boğuyor. İnsan kendi evinde bile böyle özgür hissetmiyor. Meselâ, ben şu an bloguma bir şeyler yazıyorum ya, bak işte ben bu duyguyu hiç bir şeye değişmem.

6- Hangi kaynaklardan ilham alıyorsunuz?
Kitaplardan, tiyatrolardan, filmlerden, şehirlerden, mekânlardan, haberlerden, netten, işten, güçten, arkadaşlarımdan, ailemden ve hayatımda olan her şeyden ilham alabilirim.



7- Diğer blog sahipleri ile iyi iletişim kuruyor musunuz?
Yorumlaşmak dışında pek iletişim kuramıyorum. Herkesin blog dışında işi gücü oluyor tabi. Zaten zar zor bloga vakit ayırıyoruz, bi de "ay ne güzel, bir yerlerde toplaşsak, altın günü yapsak hatta" olaylarına da giremiyorum ama kendimi yakın hissetiğim arkadaşlarımla tanışmayı elbette çok isterim.

8- Rahatsız olduğunuz konular var mı?
Arada, yeni heyecanlarla, "bana da beklerim" repliğiyle, yularından boşanmış bir tay gibi etkinliklerden kopup gelen çaylak arkadaşların hücumuna uğramak "off" dedirtse de öyle çok rahatsız olduğum bir konu yok, seviyorum ben bu alemi ya!








Kötü Kedi Şerafettin


Bilen bilir Şero'yu, animasyondan da olsa karşımıza böyle kanlı canlı gelmesi inanılmaz heyecanlandırdı beni. Seslendirme, kurgu, espriler, İstanbul silüeti her şey çok ama çok güzeldi.

Ülkemizde böyle yapımların çoğalmasını diliyorum. Çoğalsın ki bizler de böyle eğlendirici, güzel filmler izleyelim hep.

Bülent Üstün ve ekibini kutluyorum. Kendisine, böyle bir animasyon filmi bizlere kazandırdığı için teşekkürlerimi sunuyor ve hâlâ izlemediyseniz sizleri de acilen sinemaya davet ediyorum.

İzleyiniz, izlettiriniz...




23 Şubat 2016 Salı

Oyunlarla Yaşayanlar

Bu kitabı bitirdiğimde, Selim gibi, Turgut gibi yine hayata istediği gibi tutunamamış yeni bir dost kazanmış gibi hissettim.

Oğuz Atay  bu sefer "Coşkun Ermiş" karakteriyle ince göndermeler yapmış küçük aydın burjuvalara. Kaleme aldığı her eserinde çizgisini bozmadan anlatmak istediklerini aynı yöntemle nasıl anlatmayı başarabiliyor ve bunu yaptığı için de her seferinde kendisine nasıl böyle hayran bırakabiliyor bir kez daha anlayamadım.

Çoğunlukla doğu-batı arasında gel-gitler yaşayan, batılılaşmaya meraklı ama belki de hiçbir zaman batılılaşamayacak olan bir toplumda yazdığı oyunlarla tutunmaya çabalayan bir yarı aydının "acıklı güldürüsü" diyebiliriz özetle.

Oğuz Atay'ın günlüğünde bu oyunu nasıl ilmek ilmek oluşturduğunu, karakterlerinin isimlerinden, söyledikleri sözlere, sahnenin dekoruna kadar her bir ince ayrıntı üzerinde nasıl titizlikle durduğunu okumuştum. Bu yüzden bu kitap biter bitmez tekrar Günlük'ü elime alıp bu eserin olduğu bölümlere gömüldüm. Günlük'ten sonra da oyunu tekrar okumak istedim ama tabi sonra "ee Dilek yeter ama, bitir artık bu oyunu ve gerçek hayata geri dön" dedim kendi kendime. Sonra da "tamam ya, o zaman bloguma anlatayım ben bu oyunu" diyerek burada buldum kendimi :)

Bu eseri Oğuz Atay,  zamanında sahnelensin diye Yıldız Kenter'e sunmuş ama o zamanlar pek anlaşılamamış. Bunun hayâl kırıklığını bu sefer daha çok hissettim Günlük'te. Aslında çok daha sonralar bir çok kere sahnelenmiş ama sanırım yine kitaptaki o büyülü etki yansıtılamamış sahnelere.

Aslında eserin hiç sahnelenmeden sadece kitap olarak kalması "oyun" kavramını vurgulamak için oyun formatında yazılmış bir eser olarak da algı yaratabilirmiş, ki hâli hazırda bu şekilde daha büyülü bir etki bırakıyor okuyucu üzerinde zaten. Yani kişileri, dekoru, sahneyi hayâl ederek insan kendi kafasında yarattığı bir oyunun içinde buluyor kendisini.

Konusu itibariyle, alıştığımız ve garip bir şekilde herkesin kendini yakın hissettiği bir tutunamayan hikâyesi olduğunu söylemiştim. Bu arada Oğuz Atay, hem Selim'i hem de Turgut'u unutmamış ve onları da yad etmiş iki yerde. İşte Turgut'a selam çaktığı bölümü aşağıya aktarıyorum:

Coşkun arkadaşlarıyla meyhânededir ve Saffet'le dertleşir:

"  COŞKUN: Sesler duyuyorum yeniden. (Uzaktan bir alaturka müzik duyulur. Fasıl heyeti. Coşkun gözlerini kapar, müziği dinler) Sanki benden başka kimse anlamıyor bu sesleri.
             SAFFET: Ama alaturka sesler bunlar.
 
            COŞKUN: Evet ama onu dinlerken sanıyorum ki bu sesleri kimse benim gibi hissetmiyor.(Alaturka sesler tekrar duyulur: "Ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum") Bu sesi yıllarca duymuşum da farkına varmamışım. Ne garip. Ya da başka şeyler hissettiğimi sanmışım. (Gülümser) Eskiden bir arkadaş vardı. Ne zaman bu şarkıyı duysa, "Aman şu adamın altını söndürün!" diye çırpınırdı. Biz de ne kadar gülerdik. Neden gülerdik? Ben artık gülemiyorum Turgut!
         
           SAFFET: Ben Turgut değilim.
           
           COŞKUN: (Gözleri kapalı) Ben artık o adamın altını söndürmek istemiyorum Turgut. (Sesini yükseltir) Turgut, aklını başına topla, durum bildiğin gibi değil. (Sesi titrer.) Milletimizin heyecanına şahit oluyorum Turgut! Bu heyecanı anlatmazsam sanki bu sese ihanet etmiş olacağım Turgut!
         
           EMEL (Merakla): Kim bu Turgut?
(Radyoda spikerin sesi duyulur: "Şimdi de Mustafa Çavuş'un bir eserini dinleyeceksiniz. Eserlerinin çoğu günümüze kalan bu büyük bestecimizin hayatı hakkında ne yazık ki hemen hiç bir şey bilmiyoruz")
       
           COŞKUN: Turgut mu? Mustafa Çavuş gibi biri..."

Görüldüğü gibi içinde bir çok oyun barındıran bu oyun aynı zamanda bir çok tutunamayan da barındıyor Coşkun gibi, Turgut gibi ve hatta Mustafa Çavuş gibi...