Wikipedia

Arama sonuçları

31 Aralık 2014 Çarşamba

Yeni Yılımız Kutlu Olsun!




"Yeni" kelimesi güzeldir; içinde umut, ferahlık, heyecan gibi insanı mutlu eden hisler barındırır. Bu yüzden yeni bir yılın başlangıcında da her ne kadar "bir yıl daha bitti offff yaaa!" desek bile içimizdeki kıpırtıya engel olamayız. 

Dilerim ki; içimizdeki bu güzel kıpırtıların bizi rahat bırakmayacağı, adına yakışır güzellikte "yeni" bir yıl daha eklenir ömrümüze... 

(2014'ün son postunda 2015'e cilveler yapmak biraz sahtekarca belki ama 2014 de bizimle kalmıyor sonuçta, çekip gidiyor değil mi ama! :) )


Herkese mutlu seneler!





29 Aralık 2014 Pazartesi

Ben Hazırım 2015'e Girebiliriz

Hindi gibi bir yılbaşı klasiği varsa, o da; yeni yeni kararlar almak ve bu kararlarla dolu uzuuuuuuun listeler yapmaktır herhalde.

Ben de her yıl üşenmeden yaparım böyle listeler, içinde de her yıl aynı maddeler olur genellikle; ingilizcemi geliştirmek, pilates yapmak, daha çok kitap okumak, daha az yemek yemek, daha çok gezmek, daha çok cart, daha az curt, falan filan. He bir de evlilik, çoluk çocuğa karışmak gibi çevresel baskıya maruz kalarak zoraki eklediğim maddelerim de vardır ama burada anlatmayacağım şimdi onu, o ayrı bir post konusu olsun (Bunu da 2015 listeme ekledim bak :) )

Bu kadar dolaylı bir giriş yapmak istemezdim ama bu postu yazma amacım başka aslında. Benim size bir kararımı açıklamam gerekiyor. Geçen gün "Kırtasiye Aşkına" diye bir post yayımlamıştım hatırlarsanız (Hatırlamıyorsan demek ki okumamışsın, çok ayıp! Bu post bitince bi bakıver şurdan ) ve orada demiştim ki; "Ben ne zaman canım sıkılsa kırtasiyeye giderim"  İşte yine öyle bir anımda kendimi D&R'da buldum ve yeni yıl hediyesi olarak kendime aşağıda görmüş olduğunuz şu pembiş defteri satın aldım.

Kapak tasarımı çok hoşuma gitti. Üstünde "I write because... i have a lot to say" yazıyordu. İşte bu şirin defterin kapağındaki bu yazıya bakarak yeni yılın ilk ciddi kararını o anda almış oldum: "İngilizce günlük tutacağım"...

Bu, ingilizcemi geliştirmem için eğlenceli bir yöntem olabilirdi. Yazmaya olan tutkumla birlikte ingilizce pratik yapmış olacaktım.

Gerçi daha önceleri bu yöntemi deneyip de bir kaç hafta sonra kek, börek, pasta, güzellik maskesi tariflerinin olduğu komik bir deftere dönüştürdüğüm İngilizce günlüklerim de oldu ama bu sefer böyle olmayacak, olmamalı!

Bu yüzden, işi daha çok ciddiye alıp da kararımdan dönmemem için "dünya için küçük ama benim için büyük önem taşıyan bu kararı herkese bildirmem gerekir" diye düşünerek hemen bir fotoğrafını çekip Instagram'da paylaşıp altına da bu önemli kararı açıkladım. E tabi işi daha da ciddileştirip blogumda da paylaşmam gerekiyordu ki; onu da şu an gerçekleştirdim farkettiyseniz.

Evet yapılacaklar listem her yıl olduğu gibi kabarık ama öyle fazla hayallere kapılmıyorum bu sene. En önemli amacım şimdilik "İngilizce günlük tutmak". E bu kararı herkese yaydım, günlüğümü de aldım, ben hazırım artık; 2015'e girebiliriz.

Herkese iyi seneler! :)





26 Aralık 2014 Cuma

Bitti

Siz hiç karnınızda kelebeklerin can çekiştiğini hissettiniz mi?
Hani ilk palazlandığında,
Uçmaya çalışırken sizi mutluluktan yere göğe sığdıramayan kelebekler var ya
Evet, işte onlar!

Meğer; ölümleri de aynı yerde, aynı noktada oluyormuş onların, ne garip!
Kalple karın arası bir yerde
Hangi cehennemse artık, aynı yer ve aynı noktada işte!
Doğdukları yerde yani
Yine orada can çekişip ölüyorlarmış

Kelimeler belki yeterli değil o acıyı anlatmaya ama, bir düşün;
Aynı anda hem yakıyor, hem boğuyor hem de acıtıyor
Ne dayanılmaz değil mi?

Yutkunmamı engelleyen, boğazıma oturan koca bir düğüm,
Sellere karışmak için ufacık bir hareket bekleyen, gözümde emanet duran gözyaşlarım
"Ağlamayacağım işte" diyerek kendimle savaşmam
Bunların hepsi o aptal kelebekler yüzünden

Oysa onların varlığını ilk hissettiğimde ne kadar mutlu olmuştum
Havalara uçuran hislerdi yaşattıkları
Evet, yine aynı yerde
Kalple karın arası bir yer var dedim ya,
İşte tam da orada uçuşuyorlardı yine
Onlarla birlikte ben de uçuşuyordum sanki

Cennetin en zirvesinden cehennemin dibine düşmek gibi
Bunları yaşayacağımı bilsem alır mıydım hiç onları içeri?

Ama artık çok geç...
Uçtu,
Yaktı,
Geçti...

O kelebeklerin uçuştuğu yerde kalan koskoca sancılı bir boşluk var şimdi
Yani bitti...



25 Aralık 2014 Perşembe

Kırtasiye Aşkına



Kendimi bildim bileli, ne zaman canım bir şeylere sıkılsa, kendimi kağıtlarla dertleşiyor olarak buldum. Bu sebeple her zaman kendimi en iyi ifade ettiğim anlatım şekli "yazmak" olmuştur.

İlkokul 3.sınıftayken taşındığımız için, okul değiştirmek zorunda kaldığım zaman, kimselere söyleyemediklerimi "ben öğretmenimi, arkadaşlarımı çok özledim, yeni arkadaşlarım çok gıcık biri" gibi cümlelerle defterlerime anlatırdım mesela. Ali tarafından ele geçirilen o defterlerim, (Ali benim abim oluyor o da çok gıcık biriydi küçükken ) evde alay konusu olurdu sonra da. Günlük tutma olayım bu yüzden o yaşlarda bitse de yazmaktan asla ama asla vazgeçmedim. Vazgeçemedim...

Ne garipdir ki; şimdi ise yazdıklarımı insanlar okusun diye göbeğim çatlıyor. Çocukken insan daha utangaç oluyor herhalde. Şimdi ise galiba biraz arsızlaştım. Ali'ye bile yazdıklarımı zorla okutmak istiyorum. O da bana "ya git başımdan" diyor. Hala çok gıcık biri.

Yazmayı sevdiğim kadar defterleri, kalemleri ve yazmayı çağrıştıran her nesneyi de ayrı severim. Kırtasiyeye girdiğimde çok mutlu olurum bir de. İçimde kelebekler uçar sanki. Kelimelerle anlatılması zor hatta 33 yaşında olan birisi için belki biraz tuhaf ama çok güçlü hissettiğim bir duygu bu.

Kırtasiyeye adım attığımda; öğrenciyken yeni yeni defterlere, kalemlere, güzel kokulu silgilere sahip olduğumda hissettiklerim gelir aklıma hep. Bunun da yazmayı sevmekle alakası vardır diye düşünürüm.

Renkli renkli kalemler, cicili bicili defterler, bloknotlar beni çok mutlu eder. Hatta bazen "emekli olduğumda kırtasiye dükkanı açmalıyım" diye düşünürüm. Bu çok basit bir hayal gibi görünse de bana göre çok mutluluk verici.

İçimdeki bu kırtasiye sevgisi yılın bu dönemlerinde zirveye tırmanıyor. Her yerde yeni yıl ajandaları, geyikli-noel babalı blok notlar "pişttt, güzel kız baksana, pişt pişt hatırladın mı beni? Benim büyük büyük dedemle liseyi bitirmiştin hani" diye beni taciz ediyorlar sanki. Hepsini alıp, koklayıp koklayıp, ne yazacağımı bilmeden karşılarına geçip salak salak bakmak istiyorum.

Zaten yeni bir deftere ilk cümlelerimi dökmekte zorlanırım. İlk satırları yazmak her zaman zordur. Alıp da uzun süre yazmaya kıyamadığım ve odamın her bir köşesinden fırlayıp da annemi delirten not defterlerim her zaman olmuştur. Her çantamda da illa ki bir not defterim vardır. Bu her şeyi not eden düzenli biri oluşumdan değil, şuursuz bir kırtasiye canavarı olmamdan kaynaklanıyor.

Canı sıkılınca, soluğu kuaförde alan kadınlar vardır ya işte ben de kırtasiyede alıyorum. Bir şey almasam da o defter, kalem kokusu bana iyi geliyor. Şu emeklilik hayalimi belki de biraz erkene çekmeliyim he ne dersiniz?





23 Aralık 2014 Salı

"Güz Okuma Şenliği" Sonucum


Bugün katıldığım bütün etkinlikler bitiyor. Boşlukta hissettim kendimi :)"Güz Okuma Şenliği"nin de sonuna geldik. Sizlere rapor vermem lazım.

Genel olarak değerlendirecek olursam; çalışma ve kendime vakit ayırabilme durumumu da göz önünde bulundurursak kendimi aştığım söyleyebilirim. 3 ayda 15 kitap gibi bir sonuç, diğer şenliğe katılanların olağanüstü performanslarını yok sayarsam benim için de olağanüstü bir durum sayılabilir :)

Amaç tam da buydu zaten; "daha fazla kitap okumak" Bu fırsatı yaratan "Pinnucia'nın Kitapları" na kendi adıma teşekkür ederim ve katılmak isterseniz bu aralar Kış Okuma Şenliği düzenlemekte olduğunu belirtmek isterim. Ben mi? Yok, ben "Güz Olimpiyatları"ndan yeni çıktım. Elimde bir sürü kitap birikti, onları kategorileştirmeden, canımın istediği gibi okumak istiyorum biraz :) Ama ne demiş Sertab Erener: "bahara Allah kerim" :) Nasılsa her mevsim düzenleniyor bu şenlik.

Neyse efendim, lafı uzattım yine ben. Biliyorum kaçış yok, sonucu daha fazla saklayamam, buyrunuz:


6. Kategori (10 puan): İngiliz edebiyatından bir kitap. 
              - J.R.R. Tolkien - Yüzüklerin Efendisi (486 sayfa) 
9. Kategori (10 puan): Yasaklanmış bir kitap.
               - Franz Kafka - Dönüşüm (104 sayfa) Dönüşüm yorumum için tıklayın
11. Kategori (10 puan): Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk hakkında bir kitap.
             - Can Dündar - Sarı Zeybek (224 sayfa)  Sarı Zeybek yorumum için tıklayınız
13. Kategori (10 puan): Türkiye'de herhangi bir edebiyat ödülü kazanmış bir kitap. 
               - Yekta Kopan - Bir de Baktım Yoksun (164 Sayfa)
15. Kategori (10 puan):Artık aramızda olmayan bir yazardan bir kitap.
              - Oğuz Atay - Günlük (306 sayfa) Tam olarak "Günlük" yorumu sayılmaz ama ondan etkilenerek yazdığım bir yazı
18. Kategori (10 puan): 2014 yılında çıkmış bir kitap (Yabancı kitaplar için Türkiye’de ilk baskısını 2014’te yapması da kabulümüzdür).
              - Yekta Kopan - İki Şiirin Arasında (144 Sayfa)
19. Kategori (Her kitap 10 puan, 2 kitabı da okuyana ekstradan 20 puan, toplam 40 puan): İsminde bir şehir/ülke adı geçen bir kitap ve buna ek olarak o şehrin yer aldığı ülke edebiyatından bir kitap. 
               - İskender Pala - İstanbulcunun Sandığı (190 Sayfa)
              - Aziz Nesin - Sizin Memlekette Eşek Yok mu? (200 Sayfa)

20. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplam 50 puan): Aynı yazardan 3 kitap ama dikkat! Aynı seriye ait kitaplar kapsam dışı. Aynı yazarın üç farklı serisinden birer kitap olur tabii.  
             -Sabahattin Ali - Canım Aliye, Ruhum Filiz (160 Sayfa)
             -Sabahattin Ali - Sırça Köşk (150 Sayfa)
             -Sabahattin Ali - Yeni Dünya (136 Sayfa)
21. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplamda 60 puan): Şimdiye kadar hiç kitabını okumadığınız dört yazardan birer kitap. Yazarların ikisi Türk, ikisi yabancı, ikisi kadın, ikisi erkek olmalı.

             -Dan Brown - Da Vinci Şifresi (495 Sayfa) 
          -Kahraman Tazeoğlu - Bukre (304 Sayfa)
          -Şebnem Burcuoğlu - Kocan Kadar Konuş (220 Sayfa)                                                                                  -Eleanor Coerr - Sadako (72 Sayfa)   


Toplam Okunan Kitap Sayısı: 15 x 10 = 150 puan
Ekstra Puanlar: (19.20. ve 21. kategori)=   60 puan
Toplam Okuma Sayfası : 3.355 sayfa =     33 puan
                                                          -------------------
                                                                   243 puan

22 Aralık 2014 Pazartesi

Bana "Teyze" Dediler


Eğer hava güzelse, iş çıkışı biraz yürüyüş yapmak için servisle eve kadar gitmiyorum. Evimiz Küçükçekmece'de. Bütün gün işte oturduğum için gölün kenarındaki güzelliklerin arasında yürümek, martılara, karabataklara selam vermek ve onları izlemek bana çok iyi geliyor.

Geçtiğimiz akşam yine yürüyüş yaparken kendimi bir melodiyi mırıldanırken yakaldım "Bana amca amca dediiiilerrrr!" herhalde servisin radyosunda duymuştum bu reklam melodisini ve "oradan aklımda kalmış olmalı" diye düşündüm.

Bir yandan yürüyorum bir yandan da en arabesk halimle bu melodiyi tekrarlıyorum içimden; "Bana amca amcaaaa dedilerrrr"  "merhaba martılar... bana amca amca dediler" "ooo, kıskanmayın size de merhaba karabataklar, bana amca amcaaaa dedilerrrr" (Allahım engel olamıyorum...)

"Biraz abur cubur alayım" diyerek markete uğradım. Orda da durmuyorum reyonların arasında: "bana amca, amcaaaaaa dediler"... Hatta hafiften sesim de çıkıyor, etrafa bakıyorum; neyse ki kimse yok.

Öyle, böyle içimdeki arabesk-fantezi yıldızla eve varıyorum. Annem sofrayı hazırlıyor ben elimi yüzümü yıkıyorum; mümkün değil susmuyor içimdeki canavar -bu sefer evde olmanın rahatlığıyla dışarı taşıyor- "Bana amca, amcaaaa dediiiiilerrrr!" diye tüm gücümle haykıra haykıra söylüyorum. Hayır, devamını da bilmiyorum ki; eksik kalıyor en içli yerinde şarkı. En acıklı yerinde çok komik bir es vermek durumunda kalıyorum. O kadar kaptırıyorum ki kendimi, devam ettiremiyorum diye üzülüyorum bir de.

Yemek bitiyor, bulaşıkları makineye yerleştirirken içimdeki arabesk yıldız bana eşlik ediyor tekrar; "Bana amca, amcaaaa dedilerrrr" (Yalvarırım biri beni durdursun...)

"Anlaşıldı bu melodi beni bırakmayacak, bari devamını öğreneyim" diyerek televizyon karşısına geçiyorum ve hayatımda ilk defa reklam aramak için zaping yapıyorum. Bu sefer bir kıza rastlıyorum ve kahkahama engel olamıyorum "Bana teyze, teyzeeee dedilerrrrr" ve dikkatle devamını dinliyorum; "Döndüm baktım resmen banaaaa dedilerrrrrrr" evet, evet "Daha dün herkese teyzeeee diyorrrdummmm" oh beee sonunda şarkımı hem de cinsiyetime uygun olarak tamamlıyorum. Artık gururla her yerde bağıra çağıra söyleyebilirim.

Hadi çevrenizdekilere geçmiş olsun! Sanırım sayemde sizin de dilinize dolandı bu melodi. :) "Amca" ya da "teyze" kendinize uygun olanı seçin.



18 Aralık 2014 Perşembe

Blogum Şekil Önümden Çekil

Bakıyorum yılbaşı geliyor diye herkes "Blogum Şekil, Önümden Çekil" havalarında. Ne yani ben yıl sonları deliler gibi çalışan garip bir muhasebeciyim diye bloguma vakit ayırıp, onu süsleyemez miyim? Herkesin blogunda kar taneleri düşerken, oradan buradan Noel Babalar fırlarken benim blogum garip mi kalsın? Ben ona kıyabilir miyim hiç? Neyini eksik ettim bugüne kadar? Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, okumadım okuttum, yazmadım, yazdırdım (Yok bu olmadı galiba!)  Her neyse, o benim herşeyim.

Öyle süslü süslü blogları görünce bu psikolojiyle ben de biraz süsleyim dedim blogumu. Evlat işte, kıyamıyorsun. "Gençtir, arkadaşlarına özenir" diyorsun.  Fazla birşey yapmadım tabi, kar yağdırdım, bir de Noel Baba'yı çağırdım. E, bu kadar yeter bize. Benden de daha fazla birşey beklenemez zaten. Nasıl olmuş abileri, ablaları?

Not: Bir de şu; "Son Yorum Eklentisi"ni eklemeyi becerebilsem bizden iyisi yok. (Beceremiyorum onu, güncellenmiyor eklediklerim.) 

17 Aralık 2014 Çarşamba

Özlediklerim

Dedem vardı benim; ismi bir dedeye en çok yakışan "Tosun dedem". Çok severdim Tosun dedemi ben. Bebekken bana hep o bakarmış. "Kimin kızısın sen?" diye sorduklarında "Dedeminnn!" dermişim. Öldüğünde 8-9 yaşlarındaydım.Çok ağlamıştım...

Hiç göremediğim anneannem varmış bir de... İçimi en çok acıtan şeylerden biri de onu tanıyamamaktır. "Bir düşünsene" diyorum bazen kendime; "anne sevgisinin katmerlisi! İnsan çıldırır herhalde sevgiden." Fotoğrafları var sadece. İyi ki de var o fotoğraflar. Annem öyle çok anlatır ki; daha görmeden, dokunmadan tanıyıp sevdim ben anneannemi. Hiç koklamadan nasıl koktuğunu tahmin bile ediyorum ve hatta garip bir şekilde çok özlüyorum daha önce hiç kaşılaşmadığım bu kadını.

Tıpkı anneannem gibi, babamın babası Ali dedemi de hiç tanımadım. Babam da pek hatırlamıyor babasını zaten. Babam 13 yaşındayken, ölmüş. O yüzden hakkında fazla bir şey bilmiyorum. Tek bildiğim abim Ali'nin ismini ondan aldığı...

Annem ve babamın ebeveynleri arasında en çok babaannemi hatırlarım ben. En çok o hissettirmiştir bana torun olma hissini. Öldüğünde yirmili yaşlarımdaydım çünkü.

Yazları Malatya'da yaşardı, kışın İstanbul'a çocuklarının yanına gelirdi. Biraz bizde, biraz halamlarda, biraz amcamlarda, öyle öyle dolaşırdı. Köyden yemiş getirirdi bize. Çok sevinirdik. Dut kurusu isterdim ben hep. Leblebilerin ve bademlerin içinden dutları ayıklar yerdim. Cevizleri annem önceden ayırır saklardı, tatlılara koymak için. Sadece leblebiler kalınca başka seçenek olmadığı için avuçlayarak yerdik onları da.

Bir kere, leblebiyi burnuma sokmuştum ben. Böyle ilginç deneyler yapıyordum zaman zaman. "Burnumun içine leblebi girerse dışardan belli olur mu?" diye merak etmiş olmalıyım. Saatlerce burnumun içinde kalmıştı. İlk başta korkudan kimseye birşey söylememiştim, (e, salak olduğumu bilsinler istemiyordum tabi!) kendi kendine çıkar zannetmiştim. Hep orada kalacak değildi ya! Sonra anladım ki birşey yapmayınca çıkmıyor, mecburen anneme söylemiştim ben de. Salak olduğumu annem de onaylayarak sümkürte sümkürte çıkartmıştı burnumdaki leblebiyi. Biliyorum çok iğrenç. O günden sonra leblebiyi daha az sevdim zaten.

Babannem bize masallar anlatırdı. Çoğunu uydururdu sanırım. Köydeki hiç bilmediğim, tanımadığım akrabalarımızı anlatırdı bir de. Keyifle dinlerdik biz hepsini. Bacakları ağrırdı. O yüzden hep otururdu.Örgü örerdi sürekli. Ama en çok üç-dört şişle rengarenk patikler örerdi bize. Bana da örgü örmesini o öğretmişti zaten. Bana "sen şimdilik sabunluk ör, sonra patik örersin" derdi. İki şişle sabunluk örmeye çalışırdım ben de. Hep delik olurdu aralarında, ama o düzeltirdi. Ben okula giderken babaannem de televizyon karşısında örgüsünü örmeye devam ederdi. Çok özenirdim ona. "Keşke ben de okula gitmesem öyle babaannemin yanında otursam, sabunluğumu bitirsem" derdim kendi kendime. Okuldan gelince de görürdüm ki; o çoktan başka patiğe başlamış.

Onunla vakit geçirirken kendimi, ilkokul kitaplarında yer alan, sobanın etrafında toplanmış nineli-dedeli mutlu aile resmindeki güleç yüzlü kız çocuğu gibi hissederdim. O yüzden hep kıskanırım doya doya anneanne, babaanne, dede sevgisini tadanları ve eşek kadar olup ninesinin, dedesinin koynunda uyuyanları. Bir düşünsene; düğününde dedenle dans ediyorsun! Ne büyük mutluluk... O resimdeki güleç yüzlü kızdan bile daha mutlu olur insan.

Ve hayat öyle garip ki; kimine o mutluluğu yaşattığı için özlettirir, kimine de daha yaşatmadan...

İkisini hiç tanıma fırsatım olmasa da hepsini eşit derecede özlüyorum ben. Mekanları cennet olsun...


Sol baştan sayıyorum: Aysel Teyzem, Dedem, Anneannem,
Bir alt sıra sol baş: Aynur Teyzem, Selçuk Dayım, Ayla Teyzem
ve ortadaki bıcırık da Annem...
Bu fotoğrafı o kadar çok seviyorum ki...
Anneannem ilk torununun nikahında

Babannem ve Annem...
 Annemin kucağında dayımın oğlu Murat.
Sağ yanda duran da babaannemin bize getirdiği tüp çikolatayla aşk yaşayan abim Ali.
  Babaannemle annemin ortasındaki de ben oluyorum ve tabi bir de sarı kırmızı çoraplarım :)

10 Aralık 2014 Çarşamba

Dönüşüm

Adını, modern dünyadaki küçük burjuvalardan "Böhöm böhöm, aslında hepimiz birer Gregor Samsayız şekerim" gibi cümlelerle pek fazla işittiğim ve Kafka'nın o, insanı depresyona sürükleyici anlatımı yüzünden okumayı  sürekli ertelediğim "Dönüşüm" kitabını şaşırtıcı bir biçimde tek solukta okudum geçen gün.

Bizden beklenen sorumlulukları yerine getirir, cici çocuk olursak sevilip benimsenceğimizi, getirmezsek de herkesin -en acısı ailemizin bile- gözünde birer böceğe dönüşeceğimizi, felsefi ve sade bir biçimde anlatmış Franz Kafka. "Hem sade hem felsefi nasıl oluyor?" diye sormayın, olmuş işte.

Her insanın içinde yaşattığı bu eziklik, bu depresif hal bu kadar ince bir kitapta ancak bu kadar etkili anlatılabilirdi. Kafka'yı bu sebeple çok takdir ettim.

Kafka'nın anlatmaya çalıştığı, yüzyıllardır süregelen, günümüzde devam eden ve yüzyıllardır da sürüp gidecek olan bu saçma durum, biz doğar doğmaz başlıyor aslında.

Doğar doğmaz, bırak sorgulamayı gözünü bile açmadan ya kulağına ezanla birlikte ismini fısıldıyorlar ya da vaftiz ediliyorsun.Yani ismini de dinini de senin yerine seçiyorlar.

Sonra senin için uygun görülen okula gönderiliyorsun. Okula gitmek isteyip istemediğin ya da hangi okula gitmek istediğin sorulmadığı gibi okulda senin ilgin ve alakan dışında bir sürü ders seriyorlar senin önüne (evet Osmanlıca gibi. Ama o konuya girmeyeceğim. Daha derin bir konudan bahsediyorum şimdi) ya da tam tersi sen okula gitmek istiyorsun ama gitmemeni, erken yaşta hayata atılmanı uygun görüyorlar. Farketmez her olasılıkta senden tek şey isteniyor; başarılı olman. Öyle olmak zorundasın zaten, başka çaren yok. Yoksa böceğe dönüşürsün ve o yaşta buna dayanamazsın küçüğüm.

Sonra bitmeyen sınavlar, ilgin ve isteğin olmayan yine bir sürü konularda senden beklenen farklı farklı başarılar...

Erkeksen askerlik var bir de. O mevzuya da hiç girmiyorum. Bedellisi var, bedellsizi var; bu ara revaçta bir konu ama biraz karışık.

Mesleğini (daha doğrusu senin için seçilmiş mesleği) aldın mı eline? Daha duuur! Bitmiyor. Evet kendine biraz güvenin geliyor elbette. Hatta uzaktan bakıldığında o kadar güçlü görünüyorsun ki; bir uzaylı görse seni, bu yaşına tek başına, kendi kararlarınla geldin bile sanabilir.

Sen de bu sağlam görünüşünden cesaret alarak içinde kalan ve hayalini kurduğun uğraşılarla ilgili "Yazıktır içimde kalmasın" diyerek, son bir çırpınışla kurslara falan gitmeye yelteniyorsun. Ama ne yazık ki yine rahat vermiyorlar sana ve birden "Kazık kadar oldun ne kursu? Yaşıtların çoluk çocuğa karıştı!" cümlesiyle irkiliyorsun. E haklılar aslında gitar kursunda "caddelerde rüzgar, aklımda aşk var" melodisini çıkarıcağım diye boncuk boncuk terlerken çok komik görünüyorsun.

Çok haklılar, çoook! Belli bir yaşa geldin mi evlenmen gerekiyor ve üzgünüm ki bunun için hayatta gerçekleştirmek istediklerinin, öz be öz kendi hayallerinin zerre kadar önemi yok. Asıl önemli olan, toplumun senin için uygun gördüğü role bürünmen. Aksi kabul edilmiyor çünkü. Hele bir itiraz et, oracıkta böcek olursun bak!

Hadi diyelim, hayallerini gömdün ve toplumdan dışlanmamak adına yine onların istediğini yapıp evlendin. Fazla heveslenme hemen, en fazla 1 sene rahat bırakırlar seni. Anne ya da baba olma yaşını da en iyi onlar biliyor çünkü. Bu sefer de çocuk isterler senden. Neden? Çünkü, yeni yeni Gregorcuklara ihtiyaç vardır canına yandığım dünyada.

Sonra mı? Çok basit; sonra sen de geçmişte kendine vermiş olduğun "Ben çocuğuma asla böyle davranmayacağım, özgür bırakacağım onu" sözünü unutup, Anne ya da Baba Samsa'ya dönüşüvereceksin. Ve bu metaformoz -yani başkalaşım- bir kısır döngü olarak yüzyıllar boyu devam edecek.

İşte kitabı okurken aklımdan böyle düşünceler geçti. Hal böyle olunca, kitabı okuduktan sonra annenize, kardeşinize ya da babanıza şöyle dik dik bakabilirsiniz. Neden baktığınızı sorduklarında da "Bakamaz mıyım? Ha bir de nereye bakacağımı da size sorayım, iyi valla. Esir miyim ben? Alla alla yaa!" gibi kendi çapınızda atarlanabilirsiniz de. Bu bakımdan sakıncalı bir kitap aslında.

Örneğin kitabı bitirdikten sonra bende de şöyle bir etkisi oldu; hafta sonu evde temizlik vardı. Kafka'nın da etkisiyle "Bu ne ya? Hafta içi çalışıyorum, hafta sonu da temizlik... Köle miyim ben?" şeklinde söylendim. Kendimi resmen Gregor Samsa gibi hissetmiştim çünkü. Ama çok geçmeden annemin; "Önüne gelen yemeği yerken, ütülenmiş giysilerini giyerken hiç sesini çıkarmıyorsun ama, asıl ben köle miyim?" şeklindeki Kafka'ya taş çıkartacak felsefi cümlesiyle tekrardan ete kemiğe büründüm çok şükür.

Görüldüğü gibi Kafka bana iyi gelmiyor arkadaş! Ama yine de güzel kitap, okumadıysanız alıp okuyun.


3 Aralık 2014 Çarşamba

Kendime Mektup



Sevgili Kendim;

Bugün Oğuz Atay'ın "Günlük" kitabını okumaya başladım. Şöyle diyordu kitap kapağından bana güzel güzel bakan Oğuzcuğum Ataycığım: "Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız"

İşte bu başlangıç cümlesinden çok etkilendim ve aklıma sen geldin. Ne zamandır dertleşmiyorduk seninle değil mi? En azından sana bir mektup yazmak istedim ben de. Evet, evet mektup. Efendim? Hayır, günlük değil canım! Sen de biliyorsun ki ben günlük tutma işlerini bırakalı çok oldu.

Kim bilir, belki de daha önce izlemiş olduğum "Before Midnight" filmindeki Jesse karakterinin 20 yaşındayken 40 yaşındaki haline yazdığı mektuptan etkilenmiş de olabilirim. Bilemiyorum şimdi. Amaan sen de! Üzümünü ye, bağını sorma. İçimden gelmiş sana mektup yazıyorum işte! Ha mektup ha günlük, maksat seninle dertleşmek değil mi? Yazım türünün bir önemi yoktur herhalde senin için.

Evet, pek de orjinal bir fikir değil belki. "O kitabı okumasaydın ya da o filmi seyretmeseydin umrunda olmayacaktım öyle mi? Hıh!" dediğini duyar gibiyim. İnan bana bu tripli emo yaklaşımında haklı da olabilirsin. Son günlerde sen de dahil hiçbir şeye istediğim gibi vakit ayıramıyorum çünkü. Ama biliyorum ki, beni en iyi anlayacak olan yine sensin Kendimciğim.

Yanlış anlama lütfen, zamanla ilgili bir sorun bu, kişisel değil. Yok, yok vallahi. Aaaa yeter ama! Zaten, bazen izlemek istediğim filmler, okumak istediğim kitaplar, uzun süredir görüşemediğim dostlarım, ingilizce videolar, pilates topu ...  hepsi üstüme üstüme geliyor, bir de sen bunaltma şimdi beni.

Tüm bu karmaşanın içinde seninle ilgilenmeyi unutuyorum doğal olarak. Kızma bana. Vakit yetmiyor işte. Zaman değişti canımcım. İlgi duyduğum şeyler o kadar arttı ki. Hepsine yeterli vakti ayırmak için süperman olmak gerekiyor. İnsan karşısına sunulan her baldan tatmak isterken kendinden feragat etmek durumunda kalabiliyor bazen, anlıyorsun değil mi?

Nasıl? Efendim? Hımmm, evet çok haklısın, benim için en önemli şey sen olmalısın tabi ki. Canım benim.

Bak görüyor musun lafa daldım yine, sormayı unuttum; sahi sen nasılsın?