Wikipedia

Arama sonuçları

27 Kasım 2014 Perşembe

Güz Okuma Şenliği: 2.Ay Son Durum




Geldik "Güz Okuma Şenliği"'nde 2.ayın sonuna.

Bu postu tıkladığınıza göre mevzuyu bildiğinizi düşünerek güzel vaktinizi almadan direkt mevzuya dalmak istiyorum. (Eğer bilmiyorsanız Güz Okuma Şenliği adlı postumdan detaylı bilgi alabilirsiniz)

Evet arkadaşlar, 2.Ayın sonunda toplamda okuduğum kitapları şöyle sıralıyorum:


6. Kategori (10 puan): İngiliz edebiyatından bir kitap.
              - J.R.R. Tolkien - Yüzüklerin Efendisi (486 sayfa) (Metis)


9. Kategori (10 puan): Yasaklanmış bir kitap.
              
- Franz Kafka - Dönüşüm (104 sayfa) (Can Yayınları)

11. Kategori (10 puan): Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk hakkında bir kitap.
             - Can Dündar - Sarı Zeybek (224 sayfa) (Can Yayınları) (Sarı Zeybek Yorumum )


18. Kategori (10 puan): 2014 yılında çıkmış bir kitap (Yabancı kitaplar için Türkiye’de ilk baskısını 2014’te yapması da kabulümüzdür).
              - Yekta Kopan - İki Şiirin Arasında (144 Sayfa) (Can Yayınları)


19. Kategori (Her kitap 10 puan, 2 kitabı da okuyana ekstradan 20 puan, toplam 40 puan): İsminde bir şehir/ülke adı geçen bir kitap ve buna ek olarak o şehrin yer aldığı ülke edebiyatından bir kitap. 
              - İskender Pala - İstanbulcunun Sandığı (190 Sayfa) (Kapı Yayınları)

              - Aziz Nesin - Sizin Memlekette Eşek Yok mu? (200 Sayfa) (Nesin Yayınevi)


20. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplam 50 puan): Aynı yazardan 3 kitap ama dikkat! Aynı seriye ait kitaplar kapsam dışı. Aynı yazarın üç farklı serisinden birer kitap olur tabii.  
             -Sabahattin Ali - Canım Aliye, Ruhum Filiz (160 Sayfa) (YKY)
             -Sabahattin Ali - Sırça Köşk (150 Sayfa) (YKY)
             -Sabahattin Ali - Yeni Dünya (136 Sayfa) (YKY)


21. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplamda 60 puan): Şimdiye kadar hiç kitabını okumadığınız dört yazardan birer kitap. Yazarların ikisi Türk, ikisi yabancı, ikisi kadın, ikisi erkek olmalı.
           -Dan Brown - Da Vinci Şifresi (495 Sayfa) (Altın Kitaplar)
          -Kahraman Tazeoğlu - Bukre (304 Sayfa) (Destek Yayınları)
          -Şebnem Burcuoğlu - Kocan Kadar Konuş (220 Sayfa) (Dex)                                                                      -Eleanor Coerr - Sadako (72 Sayfa) (Beyaz Balina Yayınları)   

Puan Hesaplama:

Okunan Kitap Sayısına Göre Puan = 130 puan (2 Ayda toplam 13 kitap okudum 13x10=130 puan)

Ekstra puan veren kategorilerden alınan Puan= 60 puan (19. 20. ve 21. kategorileri tamamladım 20'şer puandan toplam 60 puan eder)

Toplam Okunan Sayfalardan Alınan Puan = 28 puan (Toplam 2.885 sayfa okumuşum)

Toplam Puan = 130 +60+28=218 Puan

Bu ay geçen aya oranla performans düşüşü var galiba ama yine de bu şenlik olmasaydı daha az okuyacağıma eminim. Çünkü itiraf etmeliyim ki "2.aya az kaldı şunu bitirmeliyim, şuna başlamalıyım artık" diye kendimi çok zorladım. Bu yüzden "Şenlik Bahane Okumak (gerçekten) Şahane" ...

Şenlik sonunda tekrar görüşmek üzere... Hepinize keyifli okumalar...

24 Kasım 2014 Pazartesi

24 Kasım Öğretmenler Günü


Dünyanın en kutsal mesleğini yaparak, bizi aydınlatan ve hayatımızı şekillendiren bütün öğretmenlerimizin günü kutlu olsun. Umarım bir gün hak ettiğiniz değeri görebileceğiniz bir ülke olabiliriz...

21 Kasım 2014 Cuma

Bir Hikaye Yazıyoruz PART3

Duymayan kaldı mı bilmiyorum ama 1 delinin günlükleri blogunun başlattığı etkinlikle 10 blogger arkadaşımla tek hikaye yazmaya kalkıştık biz. Nasıl mı? Çok basit; sırayla ve bölümler halinde :)

Ortaya nasıl bir hikaye çıkacağını herkes gibi ben de çok merak ediyorum. Benim payıma, 3.bölüm düştü. Veeeee (burası çok heyecanlı, sıkı durun!) Sıraaaa, bana geldiiiiii! 

Öncelikle şu hatırlatmayı yapmak isterim ki; Müptezel'in yazdığı Part 1 için Tık  yapmanız,1 Delinin Günlükleri'nin devam ettiği Part 2 için  Tık Tık yapmanız ve benim sürdürmeye çabaladığım Part 3 için sadece aşağıya göz atmanız yeterli olacaktır. Diğer eklenecek partlar için de bloguma ara ara uğrayıp solda görmüş olduğunuz "Bir Hikaye Yazıyoruz Bölümleri" başlığının altında yer alan linklere tıklayarak ulaşabilirsiniz. 

İşte benim yazmış olduğum bölüm;

Part3

...
Kim kime tosladı? O hastaneye nasıl  gittim? Ne zamandır buradayım? Tüm bunları hatırlamadığım gibi; "adımı, ailemi, geçmişe ait yaşadığım ne varsa hiçbirini de hatırlamıyorum" demeyi elbette çok isterdim. Ama kaderimde yazan hikaye, basit bir Yeşilçam hikayesinden daha acımasız olmalı ki dün geceki kaza haricinde geçmişte başıma gelen her şeyi zehir gibi hatırlıyordum maalesef.  

Belki kazanın, belki de alkolün etkisinden başım çok ağrıyordu. O ağrıyla başımı zorla yana çevirip hemşireyi ya da bana ağrı kesici verecek herhangi birini aradı gözlerim. O esnada uzaktan bana doğru gelen birini farkettim. En az elindeki içecek kadar sıcak bir gülümsemeyle gelen adamı -yeni yeni açılan gözlerimi hastane florasanı kamaştırdığından- net göremediğim için, adamın kim olduğunu çıkarmaya çalışıyordum. 

Kocam değildi. O kadar kalpsiz olamayacak kadar sevecen birine benziyordu. Hafızamdan şüphe ettim bir an. Yoksa tüm yaşadığımı sandığım bu saçmalıklar bir kabustu da şu karşıdan gülümseyerek gelen adam benim sevgilim ya da kocam mıydı? Hafızam bana oyun mu oynuyordu gerçekten? Ah nasıl isterdim bunun böyle olmasını...

Aklımdan bu düşünceler geçerken, onun o "günaydın" diyen, insanın içine güven dolduran tanıdık sesiyle kendime geldim. Barış'dı bu! Evet Barış. Benim üniversiteden arkadaşım. Roma'da yaşadığını sandığım, onu görür görmez de ne kadar özlediğimi farkettiğim Barış! Ve şu anda ona sarılarak omuzunda hüngür hüngür ağlamak istediğim Barış! 

Gülümsemeye çalışarak biraz şaşkın bir ifadeyle onun "günaydın" ına karşılık verdim. Yanıma gelip ellerimi "iyi misin?" diyerek tutunca, yerimden doğrulup ona sımsıkı sarıldım ve içimin irinini akıtana kadar ağladım. 

Önce o bana; Türkiye'ye bir kaç hafta önce kesin dönüş yaptığını, dün gece de hem bunu haber vermek hem de yeni yılımı tebrik etmek için beni aradığını ama önce cevap alamadığını sonra da benim telefonumdan bir polisin ilk gördüğü numarayı yani onun numarasını aradığını ve buraya nasıl telaşla geldiğini anlattı. Sonra ben de; benim önce otel odasına sonra da bu hastane odasına düşmeme neden olan boktan hayatımı anlattım ona. 

Hayat çok garipti; bir kaç saat önce, tek başıma kadehleri sıralayıp kocam olacak o iki yüzlü alçağı umutsuzca unutmaya çabalıyorken, şimdi ise karşımda beni şefkatle dinleyen bu adama anlattığım hayat sanki başkasının hayatıymış gibi uzak geliyordu bana. Meğer ne güzel bir şeymiş seni gerçekten dinleyen birinin olması. Etraftan aldığım bu huzur ve güven kokusu başımın ağrısını bile geçirmeye yetmişti. Yeni bir yıl için fena bir başlangıç sayılmazdı bence! 

Bir ara saçlarıma baktı ve üniversite yıllarında ona aşık olmama neden olan kocaman gülümsemesiyle "Saçların çok komik görünüyor" dedi. Önce kazanın etkisi sandım ama ellerim gayrı ihtiyari saçlarıma gidince "zehir" gibi olan hafızam bana yardımcı oldu ve ne demek istediğini anlayarak bir kocaman kahkaha da ben patlattım ve ona hemen, otel odasındaki ilginç personeli ve saçımın bu hale nasıl geldiğini anlattım. İkimizin kahkahaları hastane koridorlarında çınladı. Tıpkı o eski gamsız günlerimizdeki gibiydik. 

Bir an eski günlere daldım. Üniversitenin ilk yıllarında düpedüz aşıktım benden bir üst sınıfta olan bu adama. Gülümsemesine hayran kaldığım bu çocuğun adını öğrendiğimde durup durup: 

"Kimse sevemez benim gibi seni
 Kırk yılda bir gelir "Barış" gibisi (Barış'ı çok güçlü vurgulayarak)
 Sen de fazla naaaz ediyorsun ammaaaa 
 Yine de bana gönlün var gibi gibi"

dörtlüğünü söyleyip duruyordum bizim kızlara. Onlar da dalga geçiyorlardı benimle. Ne güzel günlerdi! 

Zamanla Barış'la çok güzel bir dostluğumuz oldu. Aslında içten içe onun da bana olan ilgisini sezmiyor değildim. Ama bu güzel dostluğu kaybetmemek için bir türlü açılamamıştık birbirimize. Savaş'ın hayatıma girmesiyle de aramızda bir şey olma ihtimali sıfırlanmıştı zaten. 

Şimdi düşünüyorum da; ismi "Barış" olan biri dururken ismi "Savaş" olan biriyle evlenerek başıma gelen bu kadar sevgisizlik bu yüzden benim suçum biraz da. Oysa benim ismim bu sevgisizliği hiç haketmiyordu. 

Polisin "Keyfinizi bozuyorum ama ifadenizi almam gerekiyor Sevgi Hanım" cümlesiyle ikimiz de irkildik birden. Oyunun en heyecanlı yerinde, annesi tarafından eve çağrılan çocukların oyun arkadaşlarına baktığı gibi baktık birbirimize. İkimizin aklında da aynı soru olduğuna eminim; "Ne istiyordu bu adam şimdi?"  
... (Part 3 Sonu)

Evet Mor Rimel "ne istiyor bu adam?" Heyecanla bekliyoruz :)


Bir Hikaye Yazıyoruz Bölümleri



18 Kasım 2014 Salı

Sarı Zeybek

Belgeselini uzun yıllar öncesinde televizyonda izlemiştim. Ve beni de her izleyen gibi, Fahir Atakoğlu'nun doyumsuz müziği eşliğinde Can Dündar'ın o dokunaklı ve sıcacık anlatımı çok etkilemişti.

Üzerinden yıllar yıllar geçti... Her 10 Kasım'da gerek kitabıyla gerek belgeseliyle fenomen olan "Sarı Zeybek" i okumayı, "Elimdeki kitap bitsin, alıp okuyacağım söz!" cümlesiyle erteliyordum sürekli. Biri bu kitabı okuyup fotoğrafını bloğunda ya da sosyal ağlarda paylaştığında da yüzüme kitabı çarpmış gibi hissediyordum doğal olarak.

Güz Okuma Şenliği 'nde  "11.Kategori: Mustafa Kemal Atatürk hakkında bir kitap"
kategorisini görünce "Kızım Dilek; vakit o vakittir işte. Bu sefer okumalısın" demiştim ve geçtiğimiz hafta sonu İstanbul Kitap Fuarı'na gidip şenlik için gerekli diğer kitapları tamamladığım gibi bu kitabı da kitaplığıma ekleyiverdim büyük bir gururla. Hem de Can Dündar tarafından "Dilek için Can'dan Sevgiyle" şeklinde imzalanan bir kitap oldu kendisi :)

Fuardan eve geldikten sonra odama geçip, yeni aldığım kitaplarımla birlikte yayılıp (adetimizdir birlikte yayılmayı çok severiz biz :) ) onları incelemeye koyuldum. Sonra hepsini, okunmayı bekleyen kitaplar rafına bir bir dizdim. Yalnız birini rafa bırakmak içimden gelmedi hiç. Hemen oracıkta okumaya başlamak istiyordum çünkü.

Bir ara gözüm, haftalardır okumaya çalıştığım "Yüzüklerin Efendisi"ne kaydı; çirkin kapağıyla "aklından bile geçirme sakın!" der gibi bana bakıyordu sanki. Sonra tekrar, tüm karizmasıyla efeler gibi raks eden "Sarı Zeybek"e çevirdim gözlerimi kararlıca. Tabi ki "Yemişim yüzüğünü de efendisini de" diyerek aldım elime "Sarı Zeybek"i uyuyana kadar da bırakmadım bir daha.

Uzun süredir ayrı kalmak zorunda kaldığınız ve çok özlediğiniz -anneniz, babanız, kardeşiniz gibi- çok yakınınız olan birinin hayatından ıskalamış olduğunuz kesitleri gözünüze gözünüze sokar gibi gerçekleri en yalın şekilde anlatan satırlar bir anda etkisine alıyor insanı.

Kitapta bulunan her cümle çok değerliydi. Çünkü tüm dünyanın hayran kaldığı bir liderin hayatının son 300 gününde tüm yaşadığı hisleri -korkuları, acıları, umutsuzluğu, endişeyi...- bu cümleler anlatıyor ve hissettiriyordu. Herşeye rağmen doktorların gözlerinin içine bakarak umut dolu bekleyişini, sonra o derin mavi gözlerinde beliren umudun kayboluşunu, çaresizliği görür gibi oldum. İçim yandı.

 Sabah kalktım ve aklım "Sarı Zeybek"te işe gittim. Gün boyu, kafamda hep "akşam olsa da rahatça okusam" düşüncesi vardı. Aralarda bir göz attım ama işyerinde rahat kitap okuyamıyorum maalesef. Akşam oldu eve gittim yemekten sonra odama çekildim ve bitene kadar, hüngür hüngür okudum "Sarı Zeybek"i. Bitirdikten sonra da yüreğime çok dokunan sayfalara döne döne tekrar tekrar okudum.

"Başkomutan Atatürk", "Lider Atatürk", "Kahraman Atatürk", "En Büyük Türk Atatürk" gibi çocukluğumuzdan bu yana öğretilen kalıpların dışında "İnsan Atatürk"ü anlatıyordu bu kitap bize. Zaaflarıyla, umutlarıyla, umutsuzluklarıyla, yaşama sevinciyle, kısaca tüm insani yönleriyle. Kuru fasülyeyi çok sevdiğini bu kitaptan öğrendim mesela.

Kendimi Atatürk'e hiç bu kadar yakın hissetmemiştim. Elimi uzatsam dokunacak ve teselli edemediğim için kendimi aciz hissedecek kadar yakın.

Kitap şu an baş ucumda duruyor. Okudularımın arasına kaldıramadım. Beni etkileyen kitapları hemen rafa kaldıramam çünkü -böyle de garip huylarım var, sanki kitap "benimle işin bitti tabi hıh!" diyecek gibi gelir-

Kitabın içinde beni bekleyen bir de DVD var. Onu bir kez daha yarın izleyeceğim. Bugün dayanamayıp kitap biter bitmez sizinle paylaşmak istedim. Hala okumayanların yüzüne kitabı çarpma sırası bana geçti çünkü :)





13 Kasım 2014 Perşembe

Bir Bloggerın İtirafları

Uzun süredir blogumda yazılar yazmama rağmen diğer bloglarla takipleşmenin ve onlarla etkinliklere katılmanın önemini yeni yeni anlamaya başladım. İtiraf etmeliyim ki; ilk başlarda, tek bir takipçisi bile olmadığı halde "Canlarım, biliyorum bir hayli ihmal ettim sizi" gibi cümleler içeren şuursuz postlar yayınlayan, kendi halinde, garip bir bloggerdım ben :)

Bu durumda, herhangi bir Word belgesine yazıp kaydetmekle, bloga yazıp yayınlamak arasında hiç bir fark olmuyor tabi. Ama yine de "Niye kimse bana yorum yapmıyor ya!" diye sızlanmama engel olamıyordum. Hatta hiç unutmuyorum bir arkadaşıma zorla yorum yaptırmıştım (kendimden utanıyorum şu an ama gerçek bu, üzgünüm ben böyle karanlık bir geçmişe sahibim :) )

Evet evet, itiraf etmem gereken başka şeyler de var; Blogger'dan beklediğim ilgiyi göremeyince çevresinden göremediği ilgiyi arayan ergenler gibi ben de sosyal ağlara çevirmiştim gözümü ve büyük bir özgüvenle demiştim ki kendime; "Bu yazdıklarımı Facebook'ta, Twitter'da -Allah ne sosyal ağ verdiyse artık- hepsinde paylaşayım da yeri göğü yerinden oynatayım, Allah Allah tutmayın ulen beni!" Öyle dedim demesine de, sosyal ağlarda asla tutarlı bir şekilde varlık göstermeyi başaramayan biri olarak, o özgüven nereden geliyordu bilmiyorum ama sesimi duyuracağım kitlenin de boyutunu içten içe tahmin ediyordum aslında.

Buna rağmen bir umut işte, postlarımın linkini sosyal hesaplarda paylaşıp, blogumun okunma sayısını takibe koyuldum yine de. Sadece okunmak ve okunduğumu bilmek istiyordum hepsi bu. Okunma sayısında bir nebze hareket olsa da öyle yeri göğü oynatacak bir sonuçla karşılaşmadım doğal olarak ama profillerimde yayınladığım postları like edenler, hatta linkin altına yorum atanlar ( kendi rızalarıyla :) ) bile oluyor diye nasıl da seviniyordum ilk başlarda görmeliydiniz, kıyamam kendime yaa! :)

Bu çabalarım sonucunda da okunma oranlarına baktığımda; 400 kişilik Facebook hesabımdaki okuyucu kitlemin tahminen 30'u geçmediğini, "takibe takip" vaadiyle edindiğim Twitter takipçilerimin aslında birer hayalet olduklarını gördüm. (Böyle :) mi yapsam, şöyle :( mi yapsam bilemedim şu an)

Bunun dışında yakın çevremde yazılarımı takip eden özellikle Meryem Teyzem (kendisi, yazılarımda ondan bahsetmemi istiyor, Ayla Teyzem'den bahsedip ondan bahsetmediğim için azcık gücenmiş bana, "teyzelerin en entellektüeli, seni çok seviyorum!" ) kuzenlerim ve arkadaşlarımı da işin içine katarsam toplamda 60'ı geçmeyen korsan takipçim vardı. "Korsan" diyorum çünkü blogumda resmi olarak beni takip etmeyen takipçilerimdi bunlar. (Yeri gelmişken buradan mesajımızı da verelim "Korsana hayır, takibe evet!" :) )

Sonra vakit buldukça farklı bloglar okumaya başladım ve gördüm ki, bu blog işleri benim sandığım gibi yürümüyormuş. Ben şekil-şemayı çözmeye çalışırken; diğer bloggerlar etkinlikler yaparak, oyunlar oynayarak Blogger'ın dibine kadar sefasını sürüyorlarmış. Ben de boşuna kendi kendimi "Niye kimse beni okumuyor yaa?" diye yiyip duruyormuşum.

Hal böyleyken, "Attan düşenin halinden attan düşen anlar" (Yoksa eşek miydi o? Hep karıştırıyorum) diyerek, yazdıklarımı okuyacak ve okuduğunu belli ederek beni çok ama çok sevindirecek blogger arkadaşlarımla kaynaşıverme çabalarına giriştim ben de. İyi de etmişim. Çünkü yazdıklarımın "gerçekten" okunduğunu bilmek ve aynı dili konuşan yeni dostlar edinmek çok güzel.

Tüm bu aydınlanmanın ardından bile Blogger'ı hala etkin bir şekilde kullandığım söylenemez. Buna vaktim yok çünkü. Ama blogla ilgili bir sorun yaşadığımda bana yardımcı olmaya çalışacak güzel dostlar ediniyorum, daha ne olsun?










10 Kasım 2014 Pazartesi

Atam'a (2)

Yaşanılan saçma sapan olaylardan bahsetmeyeceğim bu sene. Hep aynı saçmalıklar zaten.Sen de bıkmışsındır artık, her sene seni anarken anlattıklarımızdan. Sadece şunu bil, değişmeyen tek şey var bu ülkede; o da sana olan sevgimiz ve minnettarlığımız. İnan bana görünenden çok fazlayız biz...

Seni bu sene en sevdiğim fotoğrafınla anıyorum...Saygıyla...

3 Kasım 2014 Pazartesi

İstanbul Efendisi

Bu seneki tiyatro açılışını kuzenim Sena'yla, bu hafta sonu yaptım çok şükür. Hem de ne zamandır bloglardaki ve sözlüklerdeki övücü yorumlardan özendiğim ama bir türlü gitmeye fırsat bulamadığım "İstanbul Efendisi" adlı oyunla yaptım bu açılışı.

Şu kadarını söyleyebilirim ki; oyun, gerçekten okuduğum tüm övgüleri hakediyormuş. Oyuncuların yaklaşık 3 saat boyunca sergiledikleri performansı tek kelimeyle muhteşemdi. Müzikli bir oyun olduğu için çok da eğlenceliydi ayrıca. Ben biletleri haftalar öncesinden aldığım için en önden yer seçimi yapmıştım ve sahneyle önümüzde kocaman  pist gibi bir boşluk vardı. Öyle ki; bir ara kalkıp o boşluğa fırlayıp oynamamak için kendimizi zor tuttuk :) (Bu arada ilk defa gittiğim Kağıthane Sadabad Sahnesi de gayet güzeldi.)

Müsahipzade Celal'in 1914 yılında kaleme aldığı tiyatro esirinde Lale Devri sonrasında traji komik bir olay anlatılıyor. Aslında mevcut şekliyle bugünün seyircisinin anlamada biraz zorlanabileceği bu eseri günümüz insanın anlayacağı ve sıkılmayacağı bir biçimde çok güzel uyarlamışlar. Şarkıları da konuya göre öyle kurgulamışlar ki tam bir cümbüşün içinde buluyorsunuz kendinizi.

Oyunda dikkatimi çeken bir diğer ayrıntı; gerek kostüm, gerek makyaj ve gerek dekorda bir zombi havası hakimdi. Ben bu durumu eski dönemi anlatmış olmalarına bağladım ki bence seyirciye o tarihi havayı yaşatması bakımından çok başarılı olmuştu.

Böyle eğlenceli, böyle keyifli, böyle emek verilen bir oyuna gitmemek gerçekten olmazmış; bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Eğer siz de henüz gitmediyseniz, kendinize ve sevdiklerinize vakit ayırın ve bu oyuna hep birlikte gidin. İnanın çok eğleneceksiniz.