Wikipedia

Arama sonuçları

30 Haziran 2014 Pazartesi

Bir Garip Kitap Yorumu: Tutunamayanlar

Geçen gün can sıkıntısından blogumu inceledim. Şemasını çok göz yorucu buldum, değiştirdim. Sonra hangi ruh haliyle, neler yazmışım diye merak edip, geçmişe dönüp bir baktım ki; doğum günü yazıları, gündemdeki siyasi çalkantılardan bunalmış insan halet-i ruhiyesiyle yazılmış yazılar, can sıkıntısından oyalanmak amacıyla yazılanlar... Hatta gezi yazarlarına özenip  gezi serisi yazmaya niyetlenip sonra o niyeti bozmalar... (Serinin adı da Gezistanbul, okurken kendime çok güldüm ama ne yalan söyleyim takdir ettim kendimi, nasıl da ciddiye almışım.)

Neyse efendim konumuz bu değil. Konumuz; bu kadar yazının içinde, neden okuduğum bir kitabı anlatan yazı yazmamışım? O kadar kitap okumuşum. Hepsini de inci gibi sıralamışım yan tarafta "2013'te okuduklarım" "2014'te okuduklarım" diye, bir tane bile bir kitaptan bahseden yazı yazmamışım. Kendimi esefle kınadım doğrusu. Siz de hiç sormuyorsunuz "Dilek şu kitap nasıl?", "Bu kitabı okudun mu, tavsiye ediyor musun?" diye. Herşeyi benden bekliyorsunuz, olmaz ki canım böyle. Neyse hadi yine kıyamadım size, köftehorlar sizi.

Size bu yıl şimdiye kadar okuyup en beğendiğim, en çok etkilendiğim kitabı anlatacağım. "Sıkı durun ismini açıklıyorum" falan demiyeceğim, yazının başlığından anlamışsınızdır herhalde. Anlamadıysanız çabuk terkedin burayı. Şaka şaka tamam gel, sen de gel. Anlatıyorum bak! Hatta resmini de koyuyorum:



Efendim ben bu 724 sayfalık romanı iki kere okudum. Evet hem de bu sene içinde. Neden mi? Yok, çok akıllıyım diyemem ama salak da değilim endişelenmeyin benim için. Gerçi, romanı ilk okumaya başladığında insan, kendisiyle ilgili buna benzer şüphelere düşmüyor değil. Çünkü yazarın öyle bir uslubu var ki, siz o uslubu anlayana kadar çok şey kaçırıyorsunuz. Kafanızdan "Ölen, Turgut muydu Selim miydi?, Olric kim? "Trene kim binmişti?" "Yahu selim ölmemiş miydi?" gibi sorular geçerken arızaya bağlayabiliyor ve akıl seviyenizle ilgili bu tür endişelere kapılabiliyorsunuz. Hatta o meşhur noktalma işareti kullanılmadan yazılan 15.bölümde aklınızdan geçen o sorular "Ben kimim, neredeyim, bu elimdeki ne, kim verdi bu kitabı?" türünden sorulara dönüşüyor. Bu yüzden tavsiyem hakkını vererek kitabı anlamak istiyorsanız romanı iki kere okuyun ve bunu yaparken de acele etmeyin, sabırlı olun. Zaten okumak için geç kalmışsınız bir kaç hafta daha geç bitirmeniz dünyayı altüst etmeyecektir, sindire sindire okumaya çalışın.

"Yok, ben sıkıntıya gelemem. Ne var canım ben çok zekiyim kitabı atlaya atlaya bir kaç günde yalar yutarım. Bu yalayıp yuttuklarımla da sanal alemin kralı olurum" diyorsanız ve amacınız sadece aforizma peşinde koşmaksa eğer, boşuna zaman harcamayın o zaman. Açın kendinize yabancılaştığınız ama pek afilli göründüğünüz sosyal hesaplarınızı, oradaki arama çubuklarına "Oğuz Aral" ya da "Tutunamayanlar" yazın, kitapla ilgili tüm aforizmalar seriliversin önünüze. Hem de değil bu kitaba dokunmak, hayatında hiç kitap okumamış yurdum avamının bile kitapla ilgili en az bir giderli cümleyi kopyala yapıştır yöntemiyle paylaşıp nasıl fenomen olduğunu görün de asıl kim zekiymiş anlayın ve kendinizden utanın.

Hal böyleyken görülüyor ki; sosyal medyadan yararlanarak da kitap hakkında bir fikre sahip olabiliyor insan. Normal bir zekaya sahipseniz, en azından konusunu kavrayabilirsiniz ve hatta sosyal medyadan edindiğiniz bilgiye göre "Abi, yaaa Tutunamayanları okudum süperdi" şekilnde hava bile atabilirsiniz. "Konusu ne?" diye sorduklarında işte o aforizmalardan faydalanarak döktürürsünüz; "Turgut diye mühendis bir adamcağız var. Yok öbürü müydü mühendis yoksa? Neyse işte, bu adamcağızın arkadaşı Selim hayata tutunamadığı için intihar ediyor ve bu durumdan çok etkilenen Turgut, Selim'in hayatını araştırıyor ve arkadaşının hayata niye tutunamadığını bulmaya çalışırken kendisinin de bir tutunamayan olduğunu anlıyor. Alıp başını gidiyor falan filan işte. Ha bir de Olric diye biri var onu pek anlamadım ama çok güzel. Kitapta kendimi buldum resmen(!)" şeklinde açıklarsınız 724 sayfalık kitabı üstelik tek bir sayfasına el sürmeden. Bu kadar basit işte.

Ama bu kolaycılığı seçerseniz; romanın aslında belli bir olayın sergilenmesinden çok, olayla ilgili kişilerin ruh hallerini anlatan ve bu hallerin nasıl anlatıldığıyla dikkat çeken bir roman olduğunu asla anlayamazsınız. Her cümlenin altındaki o kara mizahı göremezsiniz. Noktasız, virgülsüz hiçbir noktalama işareti kullanılmadan oluşan sayfalarca uzunluktaki bölümün size ne kadar çok şey ifade etmiş olmasının şaşkınlığına erişemezsiniz. Bu yüzden bu romanın büyüsü; konusundan ziyade, konusunun işleniş biçimiyle alakalı. Bu biçimi de kelimelerle anlatmak imkansız denilemez ama aynı büyüyü hissettirerek anlatmak mümkün değil sanırım. İşte mevzu bahis olan bu büyüye de insan, ancak ikinci okuyuşta kapılıyor.

Biliyorum, garip bir kitap yorumu oldu ve aslında anlatmak için seçilen yanlış bir kitap belki "Tutunamayanlar".

Benim ikinci kez okuyup bitirdikten sonraki yorumum özetle ancak şu olabilir; "Mükemmel, kesinlikle okuyun!" İşte bu kadar!. Benden başka yorum da beklemeyin. 700 küsur sayfalık romanı iki kere okuduktan sonra bende bıraktığı etkiye ancak siz de iki kere okuyarak varabilirsiniz.

Yazımı "Tutunamayanlar"da  en çok sevdiğim paragraflardan biriyle bitirmek istiyorum:
"-Herkes geçer diyor. Geçer mi Olric? Herkes ne bilir acımı. Herkes ne bilsin acımızı. Yaşar gibi yapmaktan, özlemez gibi yapmaktan, iyiymiş gibi yapmaktan..Nefes alıp onu içimde tutmaktan, o nefeste boğulmaktan sıkıldım. Ki nefessizlikten değil nefesten boğulmaktır marifetimiz Olric.
- Evet efendimiz.
- Bana katıldığını bilmek güzel. Arada ses vermen güzel. İçimin sesi de olmasa ölürüm yalnızlıktan..."






19 Haziran 2014 Perşembe

Karanlıkta Diyalog

"Dünya üzerinde 130 kente 8 milyondan fazla insana "dokunmuş", 6 binden fazla görme engelliye iş imkanı yaratmış "Karanlıkta Diyalog" deneyimi şimdi İstanbul Gayrettepe Metro İstasyonundaki özel sergi alanında..." diyordu afişte.

Rakam olarak kaç milyonuncu kişiyim bilmiyorum ama şu kadarını söyleyebilirim ki; bu sergiye katılan herkes gibi evet bana da dokundu bu müthiş etkinlik!

Kimine bahsettiğimde "ne gereği var, gözünü kapat yürü, aynı şey işte" ya da "çok saçma! görmeyenlere nispet yapar gibi olmayacak mı?" gibi tepkiler de aldım. Ama inanın sergideyken kalbinizden ve aklınızdan geçen tek düşünce "iyi ki gelmişim!" olacaktır.

Ayrıca, yapılan araştırmalarda ön yargıları bertaraf etmek, hafıza, konsantrasyon, empati, iletişim becerileri gibi bir çok konuda kişisel gelişime katkısı ispat edilmiş bir etkinlik. .

Kendini onların yerine koyup empati yapar gibi değil, bizzat onlardan biri olmak kadar sahici. Ya da "Ayyyy kardeş, halimize binlerce şükür!" der gibi bencilce de değil "Bir gün bizim de başımıza gelebilir" der gibi duyarlı,çok özel, çok anlamlı ve çok farkındalık yaratan bir proje aynı zamanda.

Elinize tutuşturulan bir baston tek silahınız; size yol gösteren, tecrübeli rehber gözünüz; 10 kişilik arkadaş grubunuz -çoğunu tanımasanız da- aynı kaderi paylaştığınız yoldaşlarınız; İstanbul ise tüm renklerinden yoksun kalmış ama tüm gürültüsü ve kokularıyla önünüzde duran kocaman bir boşluk...

Okyanusta bir başınıza yüzer gibi hissediyorsunuz ilk başta. Hatta adım atmaktan korkuyorsunuz. Korktuğunuzda bağırıyorsunuz, rehber hemen imdadınıza yetişiyor ve elinizden tutup, yolunuzu bulmanıza yardım ediyor. Bazen arkadaşınızı kaybediyorsunuz, endişeleniyorsunuz, sonra buluyorsunuz ve dünyanın en mutlu insanı oluyorsunuz. Karşılaştığınız engelleri anlatmaya çalışarak arkadaşlarınızı uyarıyorsunuz müthiş bir empatiyle.

Diğer duyu organlarınızı bugüne dek  belki de hiç bu kadar verimli kullanmadığınızı düşünüyorsunuz. Dokunarak, duyarak, koklayarak gerçekleşen İstanbul turunu tamamlamaya çalışıyorsunuz ve bunları yaparken de görmemeye alıştığınızı farkediyorsunuz.

Sona yaklaştığınızı hissettiğinizde zamanın nasıl hızlı aktığına inanamıyorsunuz. Azar azar ışık sızmaya başlıyor ve ilk ışığı algılamaya başladığınızda içinizden en bencilinden koca bir "Oh!" çekiyorsunuz. Sonra kendinize bu bencil "Oh" için çok kızıyorsunuz.

Renklerden yoksun olan İstanbul'da bizim gözümüz olan ve onu renklendiren rehberimiz Yunus Bey'e  "gerçek istanbul'da sizin için ne yapabiliriz?" diye sorduğumuzda istediği tek şey vardı: burda hissettiklerimizi, yaşadıklarımızı paylaşmamız, yazmamız ve elimizden geldiğince herkese duyurmamızdı. Katılım fazla olursa kalıcı bir "Karanlıkta Diyalog" sergimiz olacaktı çünkü.

Ayrıca bu yazıyı sırf o istedi diye değil, hayatımın en ilginç deneyimlerinden biri olduğu için de blogumda paylaşmak istediğimi söylemeliyim.

Eğer siz de böyle bir deneyim yaşamak isterseniz: Biletlerinizi biletix gişelerinden temin edebilirsiniz.
http://www.biletix.com/etkinlik-grup/66384260/ISTANBUL/tr

Sergi için bilgi: http://www.dialogistanbul.com/