Hep imrenmişimdir işi, dünyayı gezmek ve gezdiği yerleri
başkalarına anlatmak olan kişilere. Yeni yerler keşfetmek ve ilk defa adım
attığı topraklardaki yerli insanlara şirinlik yapıp, onlara mikrofon uzatarak “Maraba
Turkiya!” dedirtmek uzaktan bakıldığında hep eğlenceli gelmiştir gözüme. Hele bir de
çarşı, pazar, lokanta dolaşıp yeni tatlar deneyip “Mmmmm, buraya gelirseniz
buranın meşhuuuuuuur bir yerel lezzeti
olan Kai Phad Met Himmaphan yemeden gitmeyin, sakın ha! Arkanızdan ağlar sonra “
gibi tavsiyelerde bulunmak yok mu? İnsanın Vedat Milor olası geliyor.
Ne zamandır yazı yazmak gelmiyordu içimden, havalar
malumunuz, insanı sürekli tatil köyündeymiş modunda gezdiriyor. Ne çalışmak, ne
okumak, ne yazmak ne de normal zamanlarda her normal insanın yaptığı başka
uğraşılarla ilgilenmek istiyor insanın canı. Sadece ve sadece gezmek istiyor
insan. Genelleme yaptım belki ama en azından ben öyleyim. Blog sitelerine şöyle
bir göz gezdirdiğimde en içimi açan bloglar gezi blogları oldu. Hem vakit
darlığı hem de sponsor yokluğundan dolayı yaşadığım şehri anlatan bir yazı
yazmaya ve bu yazı için de gözlemci bir tavırla İstanbul’u gezmeye karar
verdim ben de. Bu konu beni havalar serinleyinceye, ben başka bir uğraşıya sarana
kadar idare eder diye düşünüyorum. İçinde bulunduğum şartlara en uygun olanı ve
ruh halim için en sağlıklı olanı bu bence. Bir Vedat Milor olamasam da -sırf bir öğün yemek için onca yolları tepmek bana çok da mantıklı gelmiyor çünkü- Saffet Emre Tonguç olma yolunda ilk adımı atmışımdır belki bu kararla, kim bilir? Öyle ya! Dünyanın en güzel şehrinde yaşıyorum ben; denizse
deniz, kültürse kültür, medeniyetse medeniyet. Tatile, seyehate
dair ne ararsan hepsinin alası mevcut. Çık bir Sultanahmet Meydanı’na
yanına gelen seyyar satıcılar seninle Sultanahmet İngilizcesiyle konuştuklarında, turist ruhuna bile bürünüveriyorsun bir anda. O kadar turistin içinde
olma psikolojisiyle, neredeyse “Ben var gelmek İstanbuuuu birinci” diyecek
kıvamda oluyorsun. Sonra yaşadığın şehri ne kadar biliyorsun da özeniyorsun dünyanın öbür ucundaki yerlere
Bir Byzantion Masalı
İstanbul’un kuruluşuyla ilgili çeşitli efsaneler dönmekte ama bana en
eğlenceli geleni şöyle; bundan asırlar önce Yunanistan’ın Megara kentinde
yaşayan asi ruhlu Byzas adlı genç, yaşadığı kentteki baskıya dayanamayarak
yandaşlarıyla birlikte yeni bir kent kurup özgürlüklerini ilan etmek isteyerek
yola koyulmuşlar. Yola çıkmışlar çıkmasına ama nereye gideceklerini, nereye yerleşeceklerini bilmiyorlarmış. “Yola
çıktık artık gençler, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın, en iyisi bir bilene
danışalım” diyerek o zamanların ünlü bir
kahinine sorup danışmış Byzas, nereye kent kurması gerektiğini. Hayalimde nedense
Tuncel Kurtiz olarak canlandırdığım kahin, Byzas'a gayet esrarengiz bir
ses tonuyla “ Kentini kuracağın yer, Körler Ülkesinin karşısı olacak yeğen.
Unutma, Körler Ülkesi’nin karşısı!” demiş.
İpucunu alan Genç Byzas ve yaverleri tekrar
çıkmışlar keşfe. Aramışlar, taramışlar fakat “Körler Ülkesi” diye bir yeri ne
duyan varmış ne gören ne de bilen. “Bu kahin bizle dalga geçti herhalde. Anam! Bacacıklarıma da kara sular indi, azcık şurada oturup dinlenelim yoldaşlar “
diyerek deniz kıyısında olan bir kayaya oturuvermiş bizim Byzascık. Sonra etrafına
bakmış ve gördüğü manzara karşısında nutku tutulmuş “Vay arkadaş manzaraya bak ! Akşamları burada ne güzel demlenilir he!
Arkadaş ne insanlar var ya, böyle cennet gibi bir yer dururken, şu karşıdaki derme
çatma yerde yaşanır mı yahu? Oradaki insanlar kör mü acaba? Burası dururken orada
yaşamak için kör olmak lazım" diye bağırmış. Sonra birden Kahin’in sesi
yankılanmış kulaklarında “Körler Ülkesi’nin karşısı! Körler Ülkesi’nin karşısı! Körler
Ülkesi’nin karşısı!” Sonra “Evreka! Evreka!” nidaları falan filan işte.
Rivayete göre Byzas’ın soluklanmak
için durduğu yer Sarayburnu; Körler ülkesi diye yakıştırdığı yer de İstanbul’dan
çok önce yine aynı Megara kentinden gelenler tarafından kurulan “Khalkedonia” yani bugünkü adıyla Kadıköy’müş. Böylece kurcusundan ötürü "Byzantion" (Byzas’ın şehri) adı
verilen kent Sarayburnu civarlarında kurulmuş.
|
Byzas'ın oturduğu yerde oturuyor olabilirim. Ben Byzas'tan daha şanslıyım ki soluklanayım diye cafe yapmışlar |
Tarihi Yarımada
Şimdi bu hikayeyi size niye anlattım? Kafamdaki düşünce İstanbul'la ilgili bir yazı hazırlamaktı fakat İstanbul bir kaç yazı dizisine sığmayacak kadar büyük bir şehir. Ayrıca dipsiz bir tarihe ve anlatmakla bitmeyen efsanelere sahip. E benden de bu kadar uzun bir yazı dizisini tamamlayacak gezi yazarı olur mu çok da emin değilim açıkçası. Birkaç semt, müze anlattıktan sonra başka konulara merak sarabilecek, okuyucu kitlemi merakta bırakarak bambaşka konulara yelken açabilecek potansiyel var bende çünkü. Bu sebeple İstanbul'dan ziyade, az önce okuduğunuz satırlarda adı Byzantion olarak geçen bölge yani İstanbul'un şehir olarak kurulduğu Tarihi Yarımada'yı gezip anlatmak istedim. Gezme eylemi tatil ihtiyacıma, anlatma eylemi de yazamadığım için duyduğum suçluluk hissine iyi gelir diye düşündüm özetle.
|
Tarihi Yarımada Haritası
|
"Eğer dünya tek bir devlet olsaydı başkenti kesinlikle İstanbul olurdu" demiş Napolyon. Bu sözü İstanbul'u her gezdiğimde onaylıyor ve bu güzel şehirde doğup büyüdüğüm için kendimi çok şanslı hissediyorum. İstanbullu olmanın hakkını vermek gerekir diyerek İstanbul'u keşfe İstanbul'a ilk defa gelen bir turist şaşkınlığıyla Sultanahmet'ten başlamak istiyorum.
Hipodrom
Her gördüğümde kafamda "eskiden teee buralaada atlaa goşturuveriyolaamış" düşüncesi oluşturan meydan; Bizanslıların Hipodrom'u, Osmanlıların At Meydanı, şimdilerin Sultanahmet Meydanı. Fazla söze gerek yok elceğizimle çekip hazırladığım fotoğraflarla (fotoğrafların amatörlüğünden de anlayacaksınız zaten) işte size Sultanahmet...
|
Sultanahmet Meydanı
|
|
Misss..... |
|
Serinlik hissi |
|
Bazen "Bi de burda çek panpa!" diyerek poz verirsiniz |
|
Bazen bir bankta oturup arkadaşlarınızla sohbet edersiniz |
|
Bazen de çimlere yayılırsınız |
|
Dikilitaş: M.Ö 15.yy da yaptırılıp Karnak Tapınağı'na diktirilmiş. M.S. 357 Roma imparotoru II.Constantius İskenderiye'ye M.S. 390 ylında da I.Theodosius gemi ile Hipodrom'a yani bugünkü yerine getirtmiş. Bu yüzden üzerinde Mısır ve Doğu Roma medeniyetlerine ait izler taşımaktadır. Taşın iki ayağında kabartma olarak muharebe ve meclis resmi vardır. Diğer ikisinde de Rumca ve Latince Theodosius'u öven yazılar bulunmakta. |
|
Dikilitaş'ın alt kısmının yakından görünümü |
|
M.Ö. 479'da Delfi'deki Apollo mabedine dikilen Yılanlı Sütun'u İstanbul'a 324 yılında imparotor Konstantin getirtmiş. Bu sütunun şehri sürüngenlere ve böceklere karşı korumak için büyülü güçlere sahip olduğuna inanılırmış. Sadece birbirine dolanmış gövdeleri kalan 3 bronz yılanın kafalarından ikisi kayıpmış, üçüncü kafa ise İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde bulunmakta. |
|
Örme Dikilitaş |
İki Dinin Buluşup Harmanlandığı Yer: Büyüleyici Ayasofya...
|
Bizim bildiğimiz 537 yılında Bizanslı Justinyen tarafından yaptırılan Ayasofya'nın aslında aynı yere yaptırılan üçüncü Aya Sofya olduğunu biliyor muydunuz? İlk ikisi 360 ve 415 yıllarında yaptırılmış fakat isyanlar sırasında yıkılmış. Jüstinyen de "Buraya şanıma yakışır bir kilise yapın! Acımayın paraya, diğer imparatorların yaptırdıkları gibi dandik olmasın!" diyerek bu görkemli yapıyı yaptırıvermiş. |
|
E biz de gidip bakalım o zaman! |
|
Girişte bu yazıyla karşılaşıyorsunuz. Fatih İstanbul'u fethedince ilk işi Ortodoks dünyasının merkezi sayılan bu kiliseyi fethin nişanı olarak camiye dönüştürmek olmuş. O yıllarda zaten bir hayli bakımsız olan bu kiliseyi önce bir bakımdan geçirten Fatih, insan figürlü mozaikleri sıvayla kapattırmış, yerleri halıyla kaplatmış, minare ekletmiş, mihrap çevresine Türk çini sanatı ve Türk yazı sanatının en güzel örneklerini ekletmiş ama yunanca "Kutsal Bilgelik" anlamına gelen ismine hiç dokunmamış 1934 yılına kadar Ayasofya Camii olarak anılmış bu yapı. |
|
1930 ile 1935 yılları arasında bakım çalışması nedeniyle kapatılan Ayasofya 1935 yılında Mustafa Kemal Atatürk'ün isteği ve Bakanlar Kurulu'nun kararıyla müze olarak halka açılmış. Yerdeki halıların kaldırılmasıyla mermerler, sıvaların kaldırılmasıyla mozaikler tekrar gün ışığına çıkarılmış. Her iki dinden de izler taşıyan 1500 yıllık büyüleyici bina günümüzde Ayasofya Müzesi olarak anılmakta.
|
|
Bir türlü bitmeyen tadilatlar nedeniyle iskelelerle karşılaşsanız da etkileyiciliğinden ödün vermiyor |
|
Büyülendim |
|
Yoruldum |
Evet sevgili okurlarım, "Gezelim Görelim" ruhuyla karşınıza çıktım bu sefer ve ilk durak Sultanahmet Meydanı, ikinci durak Ayasofya Müzesi'ydi. Gezistanbul maceralarım devam edecek.Tarihi Yarımada'yı bir solukta anlatmak isterdim fakat "Arayı fazla açtım" telaşı ve "Uzun bir yazı oldu galiba sıkılacaksınız" kaygısıyla burada bir mola vermeyi uygun gördüm. Ben azıcık soluklanırken sizler de yazı dizimin ilk bölümünü okumuş olursunuz ve sonra Tarihi Yarımada turuna kaldığımız yerden devam ederiz olur mu canlarım?
olur canm :))
YanıtlaSilBlogunuz çok güzelmiş :) Takibe aldım ben de bloguma beklerim http://okuugit.blogspot.com.tr/ sevgiler...
YanıtlaSil